Mor Menekşe

“Annem, mübadele yıllarının çocuğu. Göçün, acının, bırakıp gitmişliğin, uçurumdan aşağı düşer gibi varlıktan birdenbire yokluğun içine çekilmişliğin çocuğu. Ne bırakıp geldiği ne de konup kaldığı yerlerin yerlisi olmuş; hep arada, hep arafta kalmışlığın çocuğu…
İşte o, hep arafta kalmış bir annenin mübadele hikâyeleriyle büyüdüm ben. Fırında daha pişmeden bırakılıp kaçılan ekmekle, mahsulü üzerinde bırakılmış zeytin ağaçlarıyla, Rum çetelerinin basıp darmadağın ettiği Müslüman köyleriyle büyüdüm. Giderken arkalarından hayvanlarının bile ağladığı hikâyelerle büyüdüm. Hiç daha tomurcuk olmadan, yerinden yurdundan koparılmış bir gelincik gibi içi köz köz olmuş, yaprakları al al ateştim ben. Ben, hiç görmeden sevdim oraları, hiç görmeden özledim.”
Babaannem, ninni gibi anlatıyordu her şeyi. Sanki bile isteye yapıyordu bunu. Her ne kadar anlattığı acı dolu hatıralar olsa da karşısında meraklı gözlerle oturan, durmadan soru soran, ellerini ellerinden bir an olsun almayan torununa bir masal anlatıyor, bir ninni söylüyor gibi sesini kadife örtülere sarıyor; usul usul bir türkü gibi akıyordu.
Bir fırtına tuttu bizi deryaya kardı,
O bizim kavuşmalarımız a yârim, mahşere kaldı.
“Annem, daha o zamanlar beş yaşında ya var ya yok; ama bir görsen daha dün gibi taptaze hatırlardı her şeyi. Selanik’teki evi anlatmaya başladığında gözleri dolardı. Ne zaman Selanik dese, evvela bahçelerinde pekmez kaynatmak için yakılan o koca ateşi ve üstüne çatılmış kara kara kazanları hatırlardı. Ne zaman Selanik dese, evvel o ateş yanmaya başlardı annemin yüreciğinde. Hiç sönmeyen, bitmeyen, yandıkça yanan memleket hasreti… Bir çocuk kalbindeki o ateş n’ola? ‘Sanki ev ağladı ardımızdan,’ diyordu. ‘Bahçedeki çiçekler boynunu büktü. Onca yaşanmışlıklar, bir varmış bir yokmuş oldu tek bir gecede.’
Dedemin, Selanik’te koca bir çiftliği varmış. Büyük bir ev, arsalar, zeytinlikler, bahçeler… Atlar, koyunlar, keçiler, inekler… Dedemler, Rumlara “Gâvur” dermiş ama, bu bir hakaret, küçümseme değil, hani Müslüman olmadığı anlaşılsın diyeymiş. Dedemin pek yakın arkadaşları varmış Rumlardan. Bazen, oğlanlara “Çağırın bakayım şu bizim Gâvur Yorgo’yu. Gelsin bir acı kahvemizi içsin.” dermiş.
O hazin sözleşme, 1923’te imzalandığında, yeri-yurdu bildiği topraklardan, evinden, barkından, bostanından, bağından zorla, söke söke çıkarılacağına, yurt bildiği bu topraklardan kazınıp atılacağına kimse inanamamış. Mübadeleden önce yavaş yavaş huzurları kaçmaya başlamış zaten. Rum çeteleri peyda olmuş birdenbire. Bu çeteler, Türk köylerini basar, köylünün ambarına girip ne var ne yok yerlere saçar; bazen direnenlere kurşunu sıkar, evleri, ahırları ateşe verirlermiş.
“Çekip gideceksiniz buralardan!” denildiğinde başka bir yer nasıl yurt edinilir bilmiyorlarmış. Hayvanları, toprakları buradaymış. Yaşlı iki katıra yükledikleri bir çift yorgan, yorganların içinde yok pahasına sattıkları evin, çiftliğin, arsaların, hayvanların parası. Para dediğime bakma öyle. Rumlar, nasıl olsa bunlar çekip gidecek, zaten her şeyler bize kalacak diye evvela malları almaya pek yanaşmamış. Sonra da başkasının eline geçmeden kapayım diyerek anca üç beş kuruşu zor vermişler. Bunca yılın, çabanın, çalışmanın semeresi yalnızca iki bilezik, birkaç yüzük, bir çift küpe, iki de reşat altınıymış. Koca çiftlik sahibi adamdan, geriye kalan topu topu bu kadar işte. Onlar yine de duydukları pek çok hikâyenin tesiriyle canlarını kurtarmış olmaktan, mala mülke üzülecek hâlleri kalmamış. Kaç Rum çetesi köyleri yakmış; kadınlara tecavüz etmiş. Köylünün ambarında ne var ne yoksa hepsini yerlere saçıp heder etmiş. Kiminin canını almış, kimini sağ bırakmış. Sağ kalanlar da ölseydim de bu hâlleri görmeseydim diye ağıtlar yakmış.
Bizimkiler de Selanik’te günler geceler boyu limanda geminin gelmesini beklemişler. Başlarında eli silahlı zaptiyeler… “Varalım evimizde uyuyalım, geri geliriz.” diyenlere zaptiyeler dayamış zıpçığı. “Yok illâ da burada bekleyeceksiniz. Siz artık mübadilsiniz. Eviniz barkınız yok sizin.” demişler.
Hangi vapura binip gideceğimiz meçhul. Hangi limanda demir atacağımız… Kim mendil sallar? Kim gözyaşı döker? Öyle bir liman ki, herkes yolcu. Sonra gemiler gelmiş… Kırık dökük, yol aldıkça gacur gucur eden gemiler… Battı batacak denizde… İçinde tıklım tıklım bir insan seliyle arkalarında Yunanistan, önlerinde bilinmezlik… Vatan bildikleri topraklara, ufukta gözden kayboluncaya kadar bakmışlar. Son kez evlerinin, bahçelerinin, hayvanlarının yerini seçmeye çalışmışlar uzaklardan.
“Şu evlerin solundan az ötede bizim zeytinlik… “
“Bizim bostan, şu dumanın arkasında kalmış olmalı…”
“Şu dağın ardında kaldı bizim üzüm bağı… Şu… Şu…”
Gösterdikleri bağları, bahçeleri, evleri çok daha uzaklarda kaldığını bile bile, işte orada bir yerlerde der gibi ellerini ufka uzatıp bütün emeklerini, hayatlarını, hayallerini bir çırpıda köhne bir geminin içerisinde, geride bırakmışlar. Artık iyice uzakta kalmış küçülmüş, yavaş yavaş kaybolmuş topraklara, gözleri buğulu buğulu bakıp durmuşlar. O topraklar, dağların, denizlerin ardında kalıp iyice görünmez olasıya dek, başlarını çevirip de başka bir yöne dahi bakamamışlar.
Köklerinden sökülmüş bir fidan gibi, bir avuç toprak parçası arayıp durmuşlar yeniden köklenmek için. Ah o İstanbul! Taşı toprağı altın diye adı çıkmış dokuza, inmez sekize. Sırtlarında iki yorgan, gariplerin bile acıdığı bu mübadillere de yerim yok dememiş, almış onları içine. İstanbul’un da öyle İstanbul olmayan, öyle uzak, öyle ücra, öyle ıssız bir tepesinde, deniz kokmayan, martı uçmayan; ama küf kokan, ama rutubet, ama çamur, ama yalnızlık kokan bir köşesinde yeniden kırık dökük bir hayata tutunmaya çalışmışlar.
Annem, o beş yaşındaki küçük kız çocuğu, koca bir çiftlikte el bebek gül bebek büyüyüp serpilecekken, bu küf kokulu evin toprak tabanını süpüre süpüre büyümüş. Tozmasın diye avucuna aldığı suyu usulca yerlere döküp, çalı süpürgesiyle tozutmadan yavaş yavaş süpürmüş. Süpürdükçe kalbinin o yumuşak, o kırılgan, hatıralarla ayakta kalan o köşelerini kapatıp; kendi ince, nahif ruhunu da törpülediğini bilmeden süpürmüş ve hatıralarını süpüre süpüre büyümüş. Büyüdükçe serpilmiş, güzelleşmiş. Güzelliği başkalarının sinesine batmış, ok gibi. Yaralamış, incitmiş battığı yeri. İsteyenler olmuş, vermemişler. Daha on dört yaşında demişler.
Gençten bir polis, yanmış kül olmuş annemi her görüşte. Allah’ın her günü, annemlerin mahalleye uğrar, görünürmüş. Anneme kaş göz etmiş olmamış; anne-babasını göndermiş, yine olmamış. Bakmış oluru yok bu işin, gündüz vakti herkesin gözü önünde kaçırıvermiş annemi. Annem bağırmış çağırmış bir iki, koşup yardım eden olmamış. Adam polis, belinde silahı… Kimse gıkını çıkaramamış. Her ne ise, olanla ölene çare olmaz demişler. Bir pembe fistan giydirmişler gelinlik diye. Koluna iki bilezik, bir çift altın küpe, bir de inci kolye takmışlar. Hayatında teneke bilezikten gayrısını görmeyen annem, hemen tav olmuş bunlara. Çocuk aklıyla “Kendi rızamla kaçtım.” deyivermiş sonunda. Davulla zurna çağırmışlar. Sokağa da iki masa atmışlar. Al sana düğün. Gelen oynamış, geçen oynamış.
“Samanlıktan kaldıramadım samanı da Zühdü, ben sana yandım Zühdü…”
Mor menekşe bir gelin yorganı örtmüşler annemin üzerine. “Al, koy!” demişler altına hayallerini. “Bir daha da gün yüzüne çıkarma.” Gönlüne ağırlık veren her şey, bir tortu gibi çökmüş dibe. Geriye dupduru, saf bir su kalmış kimsenin kirletemediği.
Annem garip bir rüzgârın sesine bırakmış kendini. Bir rahatlık, bir boş verme. Hayatı, dalından düşmüş bir yaprak gibi rüzgâr onu nereye savurduysa o yöne uçarak geçirmiş.
İki erkek evlattan sonra ben dünyaya gelmişim. Sevinmiş benim doğduğuma. İşleri güçleri alır elimden demiş. Hiç büyümeyen bir annenin hemencecik büyüyen kızı oluvermişim. Benim de yok mu bir çocukluk hatıram? Ne bileyim, çamurdan simit yaptığım, beş taş oynadığım, saklambaç, evcilik… Bir çocukluk hatırası, bir çocuk gülüşü, bir çocuk afacanlığı arar dururum. Çocukluğumun kapısı daha açılmadan sessizce kapanmış üstüme. Zaten biz muhacir çocukları, uzaktan tanınır, bilinirdik. Daha, adımızı sormadan, Muhacir misin?” diye sorarlardı. Bazı anneler, çocuklarının muhacir çocuklarıyla oynamasına dahi izin vermezdi. Ne bileyim, muhacirliği veba gibi bir şey sanıyorlardı herhâl.
İşten güçten arta kalan vakitlerde okuluma gittim. O yüzden pek düzenli gittiğim söylenemez. En mühim şey evin çekip çevrilmesiydi annem için. Bir de abilerimin okullarında, üstün muvaffakiyetler göstermesiydi. Sonraları küçük abim hastalandı, evden çıkamaz oldu. Okulu bıraktı. Evde terziliğe başladı. Babam dışarıdan iş getiriyordu abime. Onu öylece evin bir köşesinde kumaşlarla, iğne, iplik, makara, makas ve mezroyla müteşekkil hayatında kumaşlara sarıp sarmalayıp bıraktık.
Annem desen hiç büyümemiş, evlenmemiş, çoluk çocuk sahibi olmamış uçarı bir kız çocuğuydu sanki. Çocukluğu eski, ahşap bir kapının eşiğinde öylece bekliyordu onu. Eşiğe sakın basma, uğursuzluktur!’ diye sesleniyordu ta Selanik’ten annesi. O da hiç geçmedi o eşiği. Hiç büyümedi, hiç büyütmedi içindeki o küçük kız çocuğunu. Kendini yollara vurduğu o beş yaşındaki hâliyle kaldı sanki. Ne zaman canı sıkılsa iş güç dinlemez, atıverirdi kendini sokağa. Üç beş mahalleli bir araya gelir; ellerinde bir torba çekirdek daha sabahtan başlarlardı çıtlatmaya.
“Büyük abim askere gitti. Oh! dedim. Biraz nefes… Abimi severdim ama pek karışırdı. O günlerde parasız yatılı hemşire okulunun sınavlarını kazanmışım. Bir heyecan, sorma gitsin. Liseyi biter bitmez işin hazır. Hem babam da göndermeye meyilli. Nasıl istiyorum hemşire olmayı. O bembeyaz önlüğü giyeceğim, siyah saçlarımın üstüne beyaz kep, üzeri kırmızı şeritli. Her neyse o zamanlar evlerde telefon yok. Bir sabah, abimi aramaya postaneye gittik. Ben, sevinçle abime parasız yatılı hemşire okulunu kazandığımı söylüyorum. Abimin sesinin tonu değişti ya, anlamadım bir şey. Sonra babamı istedi telefona.
“O kızı göndermeyeceksiniz yatılı okula! Duyarsam o okula gittiğini, kaçar gelirim. Benim askerliğimi yakmayın ha!” İşte böyle benim hemşirelik hayalim de daha başlamadan bitti.
Annem, benim hemşire okuluna gidemeyişime daha mı çok seviniyordu ne? O yine komşularıyla çekirdek çitlerken ben evin işini gücünü yapmaya koyuluyordum. Avucuna bir avuç çekirdek almış çıtlarken hep benden bahsediyordu:
“Bizim Nigâr pek bir hamarat… Çıt çıt…”
“Hamur yoğurup, daha kabarmadan bütün odaları süpürüp silkeleyip yerleştiriyor. ‘Çıt çıt…”
“Fırına ekmeği koyup yanına üç çeşit yemeği bir çırpıda hazırlayıveriyor. ‘Çıt çıt…’”
Annem elinde çekirdeklerden çıt çıtlı bir duvar örmüştü kendine. Ne kimseyi içeri alıyor ne de kendi dışarı çıkıyordu o dünyadan. Sonra avuçlarındaki çekirdekler döküldü birer birer. Bütün geçmişini unutuverdi bir çırpıda. Ne Selanik ne rıhtımda bekleyen gemi ne de bahçede kaynayan pekmez kazanının ateşi kaldı. Hastalığı arttıkça bizi bile tanımaz oldu. Her şey yalan oldu, her şey masal… Sanki kısa bir rüyaydı hayat dediğin. Annem daha ölmeden uyandı uykusundan.
Annemin hafızası gidince yine mor menekşe bir gelin yorganı örttüler üzerine. “Al, koy!” dediler altına bütün geçmişini. Bir daha da gün yüzüne çıkarma. Gönlüne ağırlık veren her şey, bir tortu gibi çöktü dibe. Geriye dupduru, saf bir su kaldı. Kimsenin kirletemediği.”
Bu, babaannemi hastaneye götürüp, ince bacaklı bir sedyenin üzerinde, yeşil örtülere sarıp sarmalayıp ameliyata dualarla uğurlamadan önceki son konuşmamızdı. Ameliyathanenin önünde bekliyorduk. Zaman durmuş, kuşlar susmuştu sanki. Birden ince ince bir yağmur düştü toprağa. Yağmur ve toprak kokusu babaannemin dilinden düşürmediği o türküyü fısıldadı bana.
Bir fırtına tuttu bizi deryaya kardı,
O bizim kavuşmalarımız a yârim mahşere kaldı.
Yeni cezve yeni cezve kaynar kaynamaz oldu,
O benim nazlı yârimin dilleri söyler söylemez oldu.

Paylaş

Bu Sayının Diğer Yazıları

“Nur Topu Günlerin Kanına Girdim” / Şeref Akbaba
Seçme İradesi / Ay Vakti
Nefes / Züleyha Kayaoğlu Eker
Depremin Vebali / Semra Saraç
Sezai Karakoç’u Yazmak İsterken-III  / Semra Saraç
Tümünü Göster