Âşık Veysel’de Metafizik Duyarlılık

“Ben gözlerimle değil, gönlümle görüyorum.”

Aşık Veysel

UNESCO 2023 yılını Âşık Veysel yılı ilan etti. Şüphesiz bu sevindirici bir durumdur. Bu ilanın bize açtığı bir kapı var. Şayet bu kapıdan girebilirsek Aşık Veysel’i sadece kendi coğrafyasında değil bütün dünyada özellikle Türk coğrafyalarında tanıtma imkânı bulabiliriz. Neyin nasıl yapılacağını elbette zaman gösterecek. Biz şimdi bu yılı da vesile kılarak Âşık Veysel’in üzerinde çok da fazla durulmayan metafizik, mistik yönüne dair birkaç söz söyleyelim.
Âşık Veysel için söyleyeceğimiz ilk söz, onun yaşadığımız yüzyılın en güçlü halk ozanı oluşudur. Bu başarısı her şeyden önce geleneğe bağlı olarak söylediği şiirlere bir yenilik de katmasıdır. Bu yüzden yaşadığı sürece değer görmüş, önemsenmiş bir isimdir. Ama onu geleneksel halk ozanlarından tekke şairlerine yaklaştıran bir tarafı da vardır. Çünkü şiirlerinde özellikle kırk yaşından sonra söylediklerinde dini-tasavvufi temalar/konular da yer almaktadır. En temel konuları yaratılış, Allah fikri,Vahdet-i Vücut anlayışı, bilgi-varlık-ahlak, aşk, gönül-akıl, nefis ve ölüm gibi metafizik/mistik konulardır. İşte bu durum onu Türkistan’da Ahmet Yesevi ile başlayan, Anadolu coğrafyasında Yunus Emre ile güçlü bir temele oturan tekke şiiri geleneğinin de çok önemli bir temsilcisi yapmıştır.
Bu gelenekte söylenen/yazılan şiirin mahiyetini anlamak için ise hikmet kavramına bakmayı gerektiriyor. Çünkü bu kavram Yesevi ile birlikte şiirin esası olarak görülmüş, Yunus Emre de “Sûret söz kanda buldı kanda sözi iş oldı/Sûrete kendü geldi dil hikmetün yolıdur” diyerek şiiri hikmet anlamında ifade etmiştir. Öyleyse hikmet nedir sorusuna cevap arayalım. Öncelikle “bilgelik” anlamına gelen bu kavram, daha geniş açıdan bakıldığında “Cenab-ı Hakk’ın her şeyi yerli yerince yaratma sırrı, alemin insanlar tarafından anlaşılamayan gizli amacı” manasına gelir.
Demek ki karşımızda bir soru yumağı halinde duran bir kâinat ve bu kainat içinde yaratılanlar var. Bir uyum, düzen, ahenk söz konusudur. Ama tarifte söylenildiği gibi bu sır hiç kimse tarafından anlaşılmayacak mıdır? Bu soruya “anlaşılamaz” cevabı veremeyiz. Zira bir kudsi hadiste Cenab-ı Hak, “Ben gizli bir hazine idim. Bilinmek istedim ve kâinatı yarattım” buyurmaktadır. Buna göre demek ki bu sırrın peşine düşenler, nasipleri ve gayretleriyle bu sırrı anlama imkanına sahip olabileceklerdir. Peki kimdir bu kullar? Tekrar hikmet kavramına dönelim. Hikmet, aynı zamanda “Allah’ın kulun kalbine eşyanın hakikati hakkında koyduğu, akılla elde edilemeyen kalbi ilim, eşyanın hakikatini olduğu gibi bilme, Tanrı, kainat, insanla âlem arasındaki bağları, âlemle ilgili gerçekleri kavrama ilmi, ledün ilmi” anlamı taşımaktadır.
İşte bu anlama göre bazı kullar böyle bir bilgiye sahiptirler. Ama bu bilgi kitaptan, gözün gördüklerinden, kulağın işittiklerinden öğrenilen bilgi değildir. Şimdi tekrar Âşık Veysel’e dönelim. Kırk yaşından sonra şiirindeki değişimden söz etmiştik ya şu ifadeleri işte bu ledün ilmini nasıl öğrendiğine açıklık getirmektedir. “Kırk yaşımdan sonra kalbime ilham/Erişti Mevla’dan bir ihsan oldu/Hakkı bilenlerle hazırdır her an/İnkar edenlere sor nihan oldu” Bu ilmi talim ettikten sonra da o da bütün sufi şairler gibi sözünün kaynağını “Vesysel’i söyleten sen oldun mutlak” diyerek Cenab-ı Hakk’a bağlar. Bilindiği gibi Âşık Veysel, yedi yaşında beden gözünü kaybetmişti. Söyleyişlerinin temelini oluşturan bilgileri zahirde usta aşıklardan dinlediği şiirler teşkil etmekteydi. Bu şairlik anlamında ona bir imkân veren durumdur ama her şeyi bununla açıklamak da mümkün değildir. Peşine düşmemiz gereken bir şey daha var. Öyle ya…Hadi âşıkların şiirlerini dinleyerek öğrendi. Ya ağacı, çiçeği, toprağı nasıl gördü de anlattı. İşte bu noktada onun imkanının içine dönmek, içindeki kitabı okumak şeklinde ifade edebiliriz. O, kendi ifadesiyle bu durumu ““Ben gözlerimle değil, gönlümle görüyorum” şeklinde açıklayarak aslında bizim söyleyeceklerimizi tek bir cümlede ifade etmektedir. “Bir küçük dünyam var içimde benim/ Mihnetim, ziynetim bana kâfidir/ Görenler dar görür geniştir bana/ Sohbetim, ülfetim bana kâfidir.” İşte o, başkalarınca küçük onca geniş dünyasından seslendi bize.
Onun bu ifadesinden bütün tasavvuf şairlerinde görülen “can gözü” anlayışına onun da sahip olduğunu görürüz. O bütün dikkatini bu gözün gördüklerine çevirerek kalbine dönmüş orada “kendini bilen Rabbini bilir. O’nu bilense her şeyi bilir” hükmünce kitapların öğretemeyeceği hakikatle başka bir deyişle hikmetle buluşmuş, bu hikmet de söze dönüşerek şiir halini almıştır. Beden gözünün dünyaya kapalılığının kişiye kazandıracağı en büyük imkan olan vahdetle bilişme, buluşma hali Âşık Veysel’in de en büyük nasibi/imkânı olmuştur. Öyle olunca da kesret tuzaklarına düşmeden nereye vaksa Allah’ı görmektedir. “Coşar deli gönül misal-i derya/Mecnuna sahrada göründü Leylâ/Gördüğün güzellik hepsi Mevlâ./Ne sen var, ne ben var, bir tane Gaffar”
İşte Âşık Veysel’in din, tasavvuf temalı şiirlerini anlamada başlangıç noktası budur. Bu noktada başlayan yolculuğunda şiiri aşkın, ölümün, hayatın, varoluşun, varlığın mahiyeti ve hikmetinin şiir diliyle ifadesi olmuştur. Onun pek çok şiirinde böyle bir hikmet dünyasının sırlı anlatımını buluruz. Mesela beşerî manada renklerle süslenmiş bir şiirinde “Güzelliğin on para etmez/Şu bendeki aşk olmasa/Eğelenecek yer bulamazsın/Gönlümdeki köşk olmasa” derken söylediği “içimdeki aşk, gönlümdeki köşk” ifadeleri son derece ilgi çekici söyleyişlerdir. Ama şiirin tamamı dikkate alındığında beşerî olandan ilahi olana bir yolculuğun izleri de görülecektir. Yine ilk bakışta şiire dair estetik bir bakışın dile getirildiği bu şiirde aşkın amacının maşuka ulaşmak olduğunu söylemesi aslında yine tasavvuf şiirinin en temel meselesi olan vuslatı dile getirmektedir.
İşin temeline aşk, maşuk kavramlarını koyunca her şeye o pencereden bakılır. Ama bunun yolu insanın kendisini bilmesinden geçer. “Ademoğlu bir nazar kıl kendine,/Boş değilsin cümle cihan şendedir.” İşte bütün zenginlik buradadır. Kendini bilmek…. Bunu bilen cümle cihanın kendinde olduğunu da görür. Varsın beden gözü kapalı olsun. Gönlünde konuşan biri vardır ve bütün bir kâinatı o gönle sığdırmıştır. Şimdi de şu kudsi hadisi hatırlayalım. “Ben kâinata, yere göğe sığmadım. Fakat mümin kulumun kalbine sığdım” Böylece anlıyoruz ki kalp, bir et parçası değil imanın mahalli, marifet ve muhabbetin, sıfat ve esmaların tecelligahı haline gelmektedir.
İşte Âşık Veysel’in muhtemelen bir tarikat, mürşit disiplini içine de girdikten sonra zaten gelenekten tevarüs eden duruma ilave olarak daha da mahiyet zenginliği kazanan bu yeni halinde söylediklerinin hepsi kabin gördüklerinin yaşadıklarının dile dökülmüş hali olarak görmek onun şirini halk şiiriyle birlikte tekke şiirinin de imkân ve özelliklerini taşıyan bir şiir olarak görmek gerekiyor. Öyle olmasaydı “Âdemde mevcuttur yedi kat zemin/Yedi kat göklerle Cebrail emin/Elhamdülillâhi Rabbül âlemin/İdrak eyle sırr-ı süphan sendedir” ifadelerini anlamakta zorlanırdık.
Şimdi de şu şiirine bakalım: “Kimse bilmez dünya nasıl kurulmuş/Her cisime birer zerre verilmiş/Cümle varlık bir kuvvetten var olmuş/Gelen ne, giden ne, yol ne, yolcu ne?/Herkese gizlidir bu sırr-ı hikmet/Her nesnede vardır bir türlü ibret/Veysel’i söyletir bir büyük kuvvet/Söyleyen ne söyleten ne sözler ne” Bu durum, hakikati anlamak soruların peşine düşmek demektir. Şiir de arayanın buladıktan sonra söylediğidir zaten. İnsana düşen ise hayret nazarıyla bakmaktır her varlığa. Böylece hikmeti görüp sırra aşina olmaktır bütün mesele.
Tabi her şey, Âşık Veysel’in iç dünyasında olup bitenlerle, gördükleriyle sınırlı değildir. Tasavvufi telakki bir noktadan sonra içten dışa yönelmeye ve toplumsal anlamada hikmet ve hakikatin pesinde koşmayı gerektirir. Âşık Veysel de bu anlayışa sahip biri olarak dikkatini yaşadığı dünyaya, âleme, insanlara olaylara çevirerek bunlara dair şiirler de söylemiştir. Buradan hareketle onun şiirini esasta tasavvufa dayalı olduğu, fakat söze dönüşen halinin gövdede sevgi şiirleri; dallarının ise sosyal konulu şiirler olduğu söylenebilir. Ama bu konulara bakış açısı itibariyle yine vahdeti esas alan bir sufi şair edasındadır. Mesela “Allah birdir Peygamber Hak/Rabül âlemindir mutlak/Senlik benlik nedir bırak/Söyleyim geldi sırası.” İfadeleri böyle yorumlanabilir. Zira hikmetin bir manası da öğüt ve nasihattır. Hayat içinde görülebilecek yanlışla konusunda insanları ikaz etmektir. Ama burada neye/kime hangi anlayışa davet edildiği önemlidir. O, bağlısı olduğu anlayışın kurallarına kendini hapsetmeden “Allah birdir peygamber hak” diyerek bu anlamda birleştirici, kuşatıcı bir anlayışı benimsemiştir. Çünkü bu söyleyişi bir söz olarak Kelime-i tevhidin tam da şair dilinde büründüğü ifade biçimidir. Hangi mezhep ve tarikattan olursak olalım bu ilkede birleşmektir. Şu dörtlüğü bu anlayışı daha açık ve somut halde ifade eden bir söyleyiştir: “Şu âlemi yaratan bir/Odur külli şeye kadir/Alevi Sünnilik nedir/Menfaattir varvarası.” Bu söyleyiş onun da Yunus gibi farklı anlayışların bir kavga ayrılık sebebi olmaması gerektiğine dair düşüncesini dile getirmesi açısından son derece önemlidir.
Âşık Veysel’in bence asıl önemi işte bu yazıda kısaca ve genel bir yaklaşımla ele aldığımız bu yönüdür. Arifliğidir. Derviş edasıdır. Dünyaya derviş gözüyle bakışıdır. Gönül gözüne sahipliğidir. Hem kendi içindeki hem de dışındaki dünyada hak hakikat merkezli, aşkı, inanmayı, barışı esas alan sufice yaklaşımıdır. Ne yazık ki bir zamanlar kılığı kıyafeti dolayısıyla Ankara’ya sokulmayan bu garip ozan, o zamanlar için haklı görülebilecek bazı çekincelerle şiirin bu asli dünyasıyla uyuşmayan şiirler de söylemek zorunda kaldıysa bile onu var eden, bugüne getiren, önemli, değerli kılan işte bu dini-mistimetafizik tarafıdır.

Paylaş

Bu Sayının Diğer Yazıları

“Nur Topu Günlerin Kanına Girdim” / Şeref Akbaba
Seçme İradesi / Ay Vakti
Nefes / Züleyha Kayaoğlu Eker
Depremin Vebali / Semra Saraç
Sezai Karakoç’u Yazmak İsterken-III  / Semra Saraç
Tümünü Göster