Korkuyu Kaybetmek

Geceyi kaybetmekten korkuyorum anlayın beni, diyordu adam. Günü uzatıyor olmak ve kendini unutmak adına türlü uğraşlar veriyordu evde. Yazma saati icat ediyor, ardından harika bir filme ayırdığı keyifli bir zamanla mutlu olmaya çalışıyordu. Ardından elbette okuma saatleri. Böyle olunca, uykuyla verdiği mücadelenin sonu bir baygınlık halinde mağlubiyetle sonlanıyordu. Olsun, bu kimin umurundaydı ki? Nasıl uyuduğunu bilmeden öylece uyanıyor ve gece hâlâ devam ediyor sanıyordu. Sabah erken kalkmak zorunda kaldığı için de yeni bir günden hiçbir şey kaybetmemiş oluyordu.

Ama ne yaparsa yapsın, zaman denilen o paslı kılıç, rutinini bozmadan ömür parçacıklarını alıp götürmeye devam ediyor ve adam, onunla yaptığı meydan savaşlarında hep mağlup oluyordu. Ağarmaya yüz tutmuş saçları ve ne yapsa da kırışmaya karşı koyamayan alnını görünce, bu imkânsız savaşın galibinin kendisi olmayacağını tahmin ediyordu.

İnsanlarla verdiği savaşların hiç mağlubu olmamıştı oysa. Kaybettiği her savaştan bir zafer payı çıkarmayı bilmişti kendine.

Kayıp şehirler, kayıp limanlar, kayıp insanlar… Yaşamak, kayıplarla dolu bir şey sanırım, diye düşünürdü. Dört elle sarıldığı her şey, kayıp gidiyordu ellerinden birdenbire. Her giden şey; o zapt edemediği ve istese de zihninden bir türlü çıkaramadığı; evet işte tüm bunlar, küçük bir hayat parçacığı olup ömrünün bir kısmının adı oluyorlardı. Bunlar içerisinde ona heyecan veren şeyler, kilit altında tutmaya çalıştığı dikenli sandıktan bir yol bulup dışarıya sızmayı başaranlardı. Gülümseme denilen o tuhaf ifade buradan doğuyordu belki de.

Ah, martılar bindiği feribotun ardından kovaladılar onu bir müddet. Çığlıklar armağan ettiler yine ona bir şölen gibi. Ellerini uzatıyordu onlara. Avuçlarını açıyordu. Ne kadar özgürler onlar, diye düşünüyordu atkısı rüzgârda savrulurken.

Yolculuklarda rastgele çalan müzik parçalarının, bedeniyle ruhunu o an birbirinden ayırdığına inanıyordu. Ruhu o müziklerin etkisiyle bedeninden o an ayrılıyor ve o çok özendiği martılar gibi yukarıdan bakmaya başlıyordu ona. Ne kadar mesuttu o an bir bilseniz.

Kimseye görünmemeye çalışarak Üsküdar’a ait mekânları ziyaret ederdi akşam iş çıkışlarında. Kalabalığın içinde bir başınaydı. Ama içinde onlarca adamın sakladığını kimse bilmeden bir başına. O an, kalabalıklara ait konuşma sağanağının altında ıslanırken, onlarca hikâye sarıp sarmalardı onu. Bu hikâyelere istemeden şahit olduğunda kendinden ve içindeki o on adamdan bir süreliğine kurtuluyor olmaktan büyük saadet duyuyordu. Ona ait olmayan davranışlar sergilemek zorunda kalmıyordu kalabalıklar içerisinde. Garson çocukla ayaküstü ettiği muhabbetler bile il yerindeki büyük adamlarla yaptığı ciddi sohbetlerden çok daha kıymetli geliyordu ona.

Üzümlü ve kıymalı börek, yanında çay ve sigara. Erken saatlerde başlayan ve zaman zaman şiddetlenen yağmur sonrası Üsküdar, mazilerden çıkıp gelen mistik bir çehreye bürünüyordu onun gözünde yeniden. Yaşıyor olmak ve bunu yağmurun sesiyle uyandığında iliklerine kadar hissetmek ne hoştu onun için. Öncesi ve sonrasını düşünmeden öylece yaşıyor olmak.

Var olduğunu hissetmenin bu büyük hazzı her sabah yeni bir başlangıç hissi doğuruyordu içinde. Yeniden ilk nefesini alıyor, yeniden ilk çığlığını atıyor ve yeniden yollara düşüyordu. Elde kalan tek şey, yeni bir günden başkası değildi onun için.

Saatlerin ancak kendini ölçtüğü, ne kadar çok istese de aynaların bir türlü kendini seyredemediği bir dünyada acizlik diye bir şey yok sanırım, diye düşündü adam eve dönerken.

Paylaş

Bu Sayının Diğer Yazıları

“Nur Topu Günlerin Kanına Girdim” / Şeref Akbaba
Seçme İradesi / Ay Vakti
Nefes / Züleyha Kayaoğlu Eker
Depremin Vebali / Semra Saraç
Sezai Karakoç’u Yazmak İsterken-III  / Semra Saraç
Tümünü Göster