Her akşam saat 9, 10 gibi yatar, 04 sularında uyanır, yatakta, cep telefonundan tarih, felsefe dinlerim. 6 Şubat gecesi uyuyamadım. Pek az olur böyle. Her zamanki gibi kulaklığı taktım, cep telefonundan Kerbela olayını dinledim. Belki onlarca kez dinlediğim Kerbela olayını bir kez daha dinlemek gelmişti içimden. Saat 4’ü geçiyordu. Eşim yanımda kim bilir kaçıncı uykudaydı. Sessiz ve tuhaf bir geceydi. Bir an önce sabah olsun istiyordum. Hava yağmurlu ve soğuktu. Karla karışık yağıyordu. Birden gürültü koptu, arkasından karyola sallandı. Son bir yılda sık sallandığımız için birazdan durur diye bekledim. Durmadı. Aksine yavaşlar gibi oldu hızlandı. Evin altında bir dozer çalışıyordu sanki. Evi yıkacaktı. Eşimi uyandırmışım. O söyledi sonradan. Karyolanın yanına uzanmak yerine kapının eşiğine tutunduk. Şangır şungur sesler geliyordu. Cam sesleri, devrilen dolaplar, yürüyen kitaplık… Yatak odamızın bir köşesine koyduğumuz kitaplık gözlerimizin önünde yürüyordu adeta. Ahize sağa sola sallanıyor, eşim çığlık çığlığa ne zaman duracağını haykırıyordu kulağımın dibinde. “Ne zaman duracak Suat? Niçin durmuyor Suat?”
On saniye, yirmi saniye, elli saniye, seksen saniye… Tam doksan saniye sürdüğünü öğrendik sonradan. “Kıyamet” dedim. Kıyamet vakti. Kıyamet değilse taş üstünde taş kalmayacaktı.
Dışarıya attık kendimizi. Buz gibiydi hava. Karla karışık yağıyordu. Evimizin tam karşısında on bloklu bir site vardı. Küçücük bir park ayırmıştı bizi. Dışarısı insan kaynıyordu ve çığlıklar yeri göğü inletiyordu. Aldığım bir telefon, depremin 7,9 şiddetinde olduğunu, sesimi duyduğuna sevindiğini, bilgiyi internetten NASA’dan aldığını söyledi. Tam karşımızdaki bina yoktu. Kalabalık yardım isterken bir yandan da enkazdan sesler geldiğini haykırıyordu. Pijamalı, eşofmanlı, çıplak ayaklı yüzlerce insan… İçlerinde kadınlar, çocuklar vardı.
İçeriye girdim, telefonumu aldım, büyük oğlumu aradım. Titreyen bir sesle iyi olduklarını söyleyince babamı aradım. Babam yalnızdı ve yaşlıydı. Tek başına dışarıya çıkması imkânsızdı. 83 yaşındaydı. Üstelik Parkinson hastasıydı. Arabaya atladım, evine gittim. Bize 500 metre mesafedeydi. Bina ortadan ikiye ayrılmış, oturduğu taraf yan yatmıştı. Balkon bıçakla kesilmiş gibiydi. O da ne, babam birinci katın bulvara bakan balkonundaydı. Bir kat aşağıya inmişti. Hâlbuki ikinci katta oturuyordu. “Beni kurtarın,” diye bağırıyordu. Benden haberi yoktu. İki yaş küçüğüm de oradaydı. Bina boşalmıştı. Bir tek o kalmıştı. Yağmur tüm şiddetiyle sürüyordu. O güne kadar havanın kurak geçtiğini söylüyor, yazın su sıkıntısı çekeceğimizi söylüyorduk birbirimize. Deprem gecesi bardaktan boşanırcasına bir yağmur ve buz gibi bir hava… Zaman zaman karla karışık yağıyordu. Allah’ım yardım et. Nasıl alacağız babamı balkondan? Önce bir merdiven bulmamız gerekiyordu. Herkesin yardım beklediği bir sırada bir başkasından merdiven istemek, hem de gecenin bu vaktinde… Sağa sola “Merdiven yok mu,” diye bağırırken bunun mümkün olmadığını biliyorduk. Bina devrildi devrilecek. “Kurtarın beni.”
Çaresizliğin yoksulluktan beter olduğunu o gece, o saat anladım. Yoksulluk hafif kalıyordu çaresizliğin yanında. Birileri yardım eder aç bırakmazdı sizi. Olmadı pamuğa, fındığa, kayısıya gider, inşaatlarda çalışırdınız. Daha olmadı dilenirdiniz. Birileri ekmek parası koyar avucunuza, mutlaka doyardı karnınız. Fakat çaresizlik böyle değildi. Ne bir kâse çorba verecek vardı ne avucunuza bir ekmek parası sıkıştıracak kimse. Herkes yardıma muhtaçtı. Herkes aç açıktı.
Dakikalar, saatler geçiyor, yardım bekliyorduk. Kim gelecekti, kim yardım edecekti bilmiyorduk. Merdivensiz indirmek mümkün değildi. Nereden bulacaktık onu da bilmiyorduk.
Karanlığın içinde yirmili yaşlarda biri elinde merdivenle geldi, merdiveni balkona dayadı, çıktı. Babama, “Balkonun korkuluklarına tutunarak denizliklere çık, seni kucaklayacağım,” dedi.
Babam ayaklarının tutmadığını, çıkamayacağını haykırıyordu.
Adam, “Denizliklere ben çıkarsam ikimizde düşeriz,” diyor babamı denizliklere çıkmaya ikna etmeye çalışıyordu. Yarım saat geçti, babam çıkamadı denizliklere. Ben çıkmak, kucaklamak istedim, istemedi. Onu düşüreceğimden korkuyordu sanırım. Zira ikimiz de ikinci katın balkonundan aşağıya yuvarlanırdık; biliyordu.
Saatler ilerliyor, babam hâlâ balkondaydı. Sırıl sıklamdık. Arabalar, ambülanslar, insan çığlıkları yeri göğü inletiyordu. Yolun karşısında duran traktör kepçeyi çalıştıran biri yok mu dedi içimizden biri. Kepçeyi kaldıracak, babamı alacaktık.
Cesaret eden çıkmadı. Belki de becerecek yoktu. Anahtarsız çalıştırmak herkesin bilebildiği bir iş değildi çünkü.
Sağa sola bağırıp çağırmalarımızın arasından imdadımıza otuzlu yaşlarda olduğunu tahmin ettiğim bir genç merdivene tırmandı, balkona atladı, babamı kucakladığı gibi indirdi aşağıya.
Kim olduğunu bilmediğim gencin alnından öptüm, sarıldım, sıkı sıkı sardım.
Ne kadar yorulmuş olacak ki nefes nefeseydi. Kaldırımın ıslak bordürlerine kendini bıraktı, derin derin nefesler aldı.
Kar ve yağmur sürüyordu.
Babamı aldık, arabaya bindirdik, bizim eve gittik.
Karşı blokların önündeki kalabalık artmıştı. İki blokun daha yıkıldığını söylediler. 120 dairelik sitenin sakinleri pijamalı ve eşofmanlı halde, bazıları çıplak ayaklı, enkaz altında kalanların kurtarılması için haykırıyordu. Biz eşimle evde elimize geçirdiğimiz ne varsa topladık, sırtına attık insanların. Bedenine, markasına bakmadan aldı giydiler insanlar. Ayakkabı, ceket, palto, mont, bot, terlik ne varsa…
Üstümüzdekilerin yetersiz olduğunu üşüdüğümüzü fark ettiğimizde anladık. Evde giyecek bir şey kalmamıştı. Çorap dahi…
Çığlıklar yeri göğü inletiyor, imdat sesleri yürekleri parçalıyordu. Herkesin kendi derdine düştüğü bir anda yardım çığlıklarına cevap verecek bir ruh hali yakalamak o kadar zordu ki bunu yaşayınca anlıyorsunuz. Hiçbirimizin afet anında ne yapmamız gerektiğine dair hiçbir fikri yoktu. Olanlar da enkazdan kurtardıklarına sarılıp ağlaşıyorlardı.
Yağmur olanca şiddetiyle sürüyordu. Soğuktan tir tir titriyorduk. Telefona sarılıp en yakınlarımızdan başlayarak kimlerin hayatta kaldığını öğrenmeye çalıştık. Kardeşlerim, yeğenlerim ve çocuklarının hayatta olduklarını öğrendikten sonra isimlerini hatırlayabildiklerimizi aradık. Seslerini duyduklarımıza gözyaşları içinde “Çok şükür,” diyor, cevap alamadıklarımızın hayatta olmaları için dua ediyorduk.
Dayım oğlu, eşi ve dört çocuğunun, bacanağımın kızı, beş çocuğu ve eşinin, teyzem oğlu, eşi ve çocuklarının enkaz altında oldukları haberi geldi.
Bacanağımın büyük oğlu ablasıyla konuştuklarını söyleyince derin bir nefes aldık. Birkaç saat sonra dayım oğlunun enkazda olmadığı haberi üzerine eşi ve çocuklarının da kurtulması için dua ettik.
Zamanla yarışılıyordu. Kaybedecek bir saniye yoktu. Yağmur olanca şiddetiyle sürüyor, buz gibi havada kan ter içinde çalışıyorlardı. Kazma, kürek ve elleriyle beton parçalarını kimi zaman kırarak, kimi zaman kenara iterek bulabildikleri boşluklardan seslenip, canlı bulmaya çalışıyorlardı.
Evimizin bulunduğu sokağın iki tarafı araç doluydu. Arabalarının anahtarını alabilenler araçlarına girmiş, yağmurdan korunmaya, yakıtlarının yettiği yere kadar ısınmaya çalışıyorlardı. Elektrikler, sular ve doğalgaz kesik, telefonlar bir çalışıyor, bir çalışmıyordu. Çalıştığı sırada arayanlar sesimizi duyduklarına seviniyor, bazıları ağlamaktan konuşamıyor, ne yapabileceklerini soruyorlardı. Bizler televizyon seyredemediğimiz için deprem hakkında bilgi alamıyorduk. Ancak yaşadığımız felaketin boyutlarını tahmin edebiliyorduk. Taş üstünde taş kalmamış olmalıydı şehirde.
Yollar gecenin bu saatinde vızır vızırdı. Uykuda yakalandığımız için ölü sayısının çok olabileceğini birbirimize fısıldarken içimizden yakınlarımızın hayatta olmaları için dua ediyorduk. Çaresizliğin elimizden aldığı hayatımızın yakınlarımızdan başlayarak hiç kimsenin burnunun kanamasını istemediğimiz bir ruh haline bürünmesi için gayret ederken bunun çok zor, hatta mümkün olamayacağını biliyor, ancak dillendirmeye korkuyorduk.
Saatler ilerliyor, ölüm her saniye biraz daha yakınlaşıyordu. Açlık ve soğuk yüzünden ikinci bir deprem korkusu sarmıştı hepimizi. Depremden kurtulmuştuk ama yardım gecikirse hastalıktan kırılacaktık. Zira yaşlı, hasta ve çocuklar vardı aramızda.
Zifiri karanlığın içinden bizi bulacak ışığın hayaliyle geçiyordu zaman. Yardım ışığı… Yardım eli…
Oturduğumuz mahalleyi ve evleri daha güvenli bulduklarını düşünenler evimizin bulunduğu sokağı doldurmuşlardı. Kimi bir tarafı çöken arabalarıyla kimi bir vesileyle sokakta terk ettikleri, otoparka sokmadıklarını araçlarını almış, gelmişlerdi. Bütün araçlar çalışıyor, korku ve endişeli bekleyiş sürüyordu. Karşı sitenin sakinleri enkaz altındaki yakınlarının yahut komşularının kurtarılmasını beklerken içlerinden bazıları parkın ağaçlarından kestikleri dalları ve oturmaya kıyamadıkları mobilyaları parçalayarak ateşi harlıyordu.
Gün yavaş yavaş ağarıyordu. Hava kapalı olduğundan ve yağmur devam ettiğinden kimse aracından çıkmıyordu. Aydınlık başlayınca gerçek tüm çıplaklığıyla ortaya çıkacaktı. Asıl o zaman anlayacaktık acımızın ne kadar büyük olduğunu.
Görüş mesafesi açılınca üç binanın yerle bir, kalanların da paramparça bir halde yan yattığını gördük.
Telefonlar biraz daha iyiydi. Çalıyor, kesik kesik de olsa konuşabiliyorduk. Konuştuklarımız depremin Kahramanmaraş merkezli olduğunu söylüyordu. Şiddetinin de 7,4 olduğunu söylediler. İnanmadık. Hiçbirimiz depremin 10’un altında olduğuna inanmıyorduk. Adapazarı depremini yaşayan komşumun en az 9 şiddetinde olduğunu, süresinin 2 dakikadan aşağı olmadığını söylediğinde hepten inandık 10’dan büyük olduğuna. Bu ana kadar 2. Bölge olduğunu söyleyen yetkilerden ve uzmanlardan hiçbirinin ağzından böylesi bir depremin yaşanacağına dair bir ifade duymamıştık. Kırılacak fayın sürgü, Erkenek, Gölbaşı, Pazarcık, Kahramanmaraş, Hatay boyunca uzandığını, bizden çok Çelikhan ve Gölbaşı’nın zarar göreceğini söylüyorlardı. Bu rahatlık ve güven depremin tahminlerden fazla bir yıkımla neticelenmesi gerçeğiyle yüzleştiriyordu bizi.
Yardım bekliyorduk. Ekmek bekliyorduk. Su bekliyorduk. Battaniye, çadır, soba, odun bekliyorduk. Biz izleyemezsek de izleyenler perişanlığımızı görür, birkaç saat içinde yardımımıza koşar, sıcak çorba, ekmek ve su getirirler diye umuyorduk. Su ve ekmek yeterdi şimdilik. Kuru ekmek ve yanına katık olarak su…
İlk gün, 6 Şubat’ta beklentilerimiz boşa çıkmıştı. Ne su getiren olmuştu ne ekmek. Aç biilaç bekledik arabalarda. Çocuklar, bebekler, kadınlar ve 83 yaşında hasta babam boşuna beklemiştik. Korku ve endişenin yanına bir de şaşkınlık eklenmişti. Unutulmuşluk, kimsesizlik ve çaresizlik her şeyin yerini almıştı. Biz bu olamazdık.
Şehirden gelen haberlerle daha çok yıkılıyorduk. Mağazalar, marketler, eczaneler yağmalanıyormuş. Akşama doğru ekmek ve su bulmak, biraz da depremin korkunç yüzünü görmek için indiğim çarşı, söylenenlerin hepsini doğruluyordu. İnsanlar kırık camlardan içerilere giriyor, ellerine geçirdiklerini alıp kaçıyorlardı. Yok, yok kaçmıyorlardı. Arabalara doldurup bir kez daha dalıyorlardı. Talandan mal kaçırır gibi kaptıklarını alıp kaçıyorlardı.
Bir günde nasıl bu kadar korkusuz ve acımasız olabiliyorduk. Hırsızlık da olsa başka çareleri kalmayanların yakalanmayı, hırsızlık damgası yemeyi göze almaları o kadar sıradan bir hale gelmişti ki… Can pazarı arasında pusuya yatmış bekleyenler…
Tüm şehri yerle bir eden depremin yıkıcılığı karşısında nereden başlayacağını bilemeyen görevlilerin hangi birini yakalasak kararsızlığı karşısındaki cesaretleri son derece basit ve gereksiz gibi geliyordu insana.
Günün ilerleyen saatlerinde acı haberlerle yıkılacağımızı bile bile zamanın bir an önce geçmesini, birilerinin sıcacık çorba, ekmek ve su getirmesini bekledik umutla. Zaman tüm acımasızlığıyla ilerliyor, yağmur olanca şiddetiyle sürüyordu. Kargaşa daha da artmıştı.
Aldığımız telefonlarla cehennemi yaşadığımızı anlıyorduk. On bir şehir etkilenmiş, on bir şehir yıkılmıştı. Yollar patlamış, asfaltlar yarılmış, köprüler parçalanmıştı. Kıyamet senaryosu… Senaryo değil gerçek… Hollywood sineması… Dev bir film platosu… Yan yatmış binalar, yolları kapatan enkazlar, yaralı taşıyan ambülanslar ve hastanelerde ölülerini arayanlar…
Adıyaman’a gelenler Gölbaşı ve Çelikhan tarafında bekletiliyor, yolların açılmasını bekliyorlarmış. Aynı anda on bir şehre yetişmek kolay olmayacaktı. Hangimiz daha çok yara aldık, hangimiz daha çok yıkıldık henüz bilmiyorduk, ama Adıyaman olarak en son yardım alacak şehir olacağımızı tahmin edebiliyorduk. Nitekim öyle oldu. Depremi duyan küçük oğlum Adıyaman’a geldiğinde Narlı mevkiinde otobandan ayrıldığında yolda karınca sürüsü gibi yol alan tırlardan tek birine rastlamadığını söyledi. Uygarlıklar şehri Adıyaman… Huzur Kenti Adıyaman…
Akşama doğru Şanlıurfa ve ilçelerinden geldiklerini söyleyenler evlerinde düdüklü tencerelerde pişirdikleri çorbaları servis ettiler karşı siteyle bizi ayıran parkta. Arabalarının arkasına ekmek ve çorba doldurmuş yola koyulmuşlar. Hali vakti iyi olmadığı her hallerinden belli bu vatandaşların kara gün dostu olduklarını, göğüslerinin altında kocaman bir yürek taşıdıklarını düşünürken çoktan çorba kuyruğuna girmiş, başka zamanlar yüzüne bile bakmayacağımız soğuk ekmek ve çorba kokusunu çekiyorduk içimize. Hatta ne bulduysa arabasına atıp gelen Siverekli bir vatandaşımızın uzattığı salatalıkla ekmeğin lezzetini anlatamam size.
İkinci kâseyi almaya utandığımız için salatalık ekmeğe saldırdık.
Bu arada söylemeden geçemeyeceğim. İlk günün akşamı arabalarımızda oturmuş ısınırken, eşim evde yoğurt ve sac ekmeği olduğunu söylemişti. Kuru ekmeği yoğurda doğrayıp araba araba dağıttık. Normal zamanlar da sac ekmeğini yoğurt yahut ayrana doğrar kedi köpeğe yedirirdik.
Şanlıurfa ilçelerinden yardım gelmeye devam ediyordu. Viranşehir, Siverek, Bozova…Ve Diyarbakır Çermik’ten… Bunlar bize en yakın ilçelerdi. Kimin gücü neye yetiyorsa alıp gelmişti. Bir kamyonet dolusu ikinci el kıyafet bir saatin içinde bitti. Kapış kapış edildi adeta. Marka beğenmeyenler bedenlerine dahi bakmadan üstlerine geçiriyorlardı. Torbalardan birinde Halime kızımızın bir notu çıkmıştı. “Elimizden gelenin daha fazlası da yapacağız Allah’tan ümidinizi kesmeyin. Kalbimiz sizinle ” Sizi seviyoruz. Halime…
Yazdıklarını noktasına virgülüne dokunmadan yazdım. Bu arada bir de kalp çizmişti… Halime yüreğini çizmişti aslında. Kocaman yüreğini… Kocaman kalbini… İçinde ne taşıdığı o kadar belliydi ki kalbinin, Allah uzun ömürler versin sana Halime… Seni bulacağım kardeşim. Ölmez sağ kalırsam mutlaka bulacağım. Ziyaret edip o güzel kalbinin ve ellerinin sıcaklığını hissetmek istiyorum. O küçücük ellerinden öpmek istiyorum. Neredesin, kimsin bilmiyorum ama o kadar içimizdensin ki bize bizden yakınsın. Seni seviyoruz Halime…