Hatay Yeniden Doğabilecek (mi?)

Deprem

Tarih boyunca depremlerle defalarca yıkılan ve defalarca yeniden inşa edilen Antakya, kendi yıkıntılarından doğmayı öğrenmiş bir şehir. Antakyalılar, yine öyle olacağına inanıyor, ama bu doğumun ne kadar zaman alacağını kestirmek zor. “Ya görürüz ya görmeyiz” diyenler yanında, “Görsek bile bildiğimiz Antakya’ya benzeyecek mi?” endişesiyle soranlar da çok. Son deprem, Antakya’nın zaman çizelgesinde yeni bir miladı işaretledi bana göre: 2023 Depreminden Önce & 2023 Depreminden Sonra.

Kaynaklar, bölgede yaşanmış pek çok yıkıcı depreme vurgu yapıyor. Tarih boyunca depremlerle en çok yıkılmış şehirlerden biri olan Antakya’nın bilinen önemli depremleri M.Ö. 148, 130 yıllarında ve 83-90 yılları arasında; M.S. 35, 37 yıllarında ve 41-45 yılları arasında; 115, 341, 365, 396, 458, 526, 528 yıllarında ve 531-534 yılları arasında; 551, 557, 588, 589 yıllarında meydana gelmiş:

  • 526 yılında meydana gelen depremde iki yüz elli bin kişi hayatını kaybetmiş.
  • 846-847 yılları arasında meydana gelen depremde yirmi bin kayıp verilmiş.
  • 868 depreminde şehrin bütün evleri yıkılmış, kale burçları devrilmiş.
  • 1054 depreminde, on bin insan toprağa gömülmüş.
  • 1082 yılında yaşanan şehir surlarındaki seksen altı kule yıkılmış.
  • 1091-1092 yılları arasında yaşanan depremde surların büyük kısmı tahrip olmuş.
  • 1114 yılında deprem insanları derin bir uykuda yakalamış. Kiliseler, manastırlar ve köyler yerle bir olmuş.
  • 1157 ve 1169 yıllarında meydana gelen depremler Bakras kalesinde büyük yıkıma yol açmış.
  • 1170 depreminde nehir kıyısındaki tüm surlar devrilmiş.
  • 1615 ve 1822 yıllarında meydana gelen depremlerde İskenderun ve çevresi tamamen yok olmuş.
  • 1872 depreminde bin beş yüz kişi ölmüş.

“Tarih boyunca bilinen bilinmeyen, kayda geçen geçmeyen pek çok deprem Hatay bölgesini şekillendirmiş,” diye anlatılır. Kaleleri, surları, dağ kilisesini, mağaraları, kaya mezarlarını, gün yüzüne çıkarılmış tarihi yerleşim yerlerini her ziyaret edişimde, “Yıkıma ne sebep olmuş?” diye düşündüğümü hatırlıyorum. Depremler elbette etkin rol oynamış ve bölgenin sürekli istilaya uğraması. Bir de zaman eskitme görevini eksiksiz yerine getirmiş. Ortadoğu’ya açılan bir kapı olarak görülen ve uğradığı saldırılarla devamlı el değiştiren bölge öyle değerliymiş ki yıkıldıkça, tahrip oldukça yeni baştan inşa edilmiş, her seferinde başka bir görüntüye bürünerek. Kimse de “Artık yeter, kendimize başka bir yer bulalım,” dememiş. Göç edenler olmuş olmasına da hiçbir zaman bu bölge tamamen insansız kalmamış.   

Hatay

Anadolu’nun en eski yerleşim yerlerinden biri olarak kabul edilen bölgeye “Hatay” adı, 1936 yılında Atatürk tarafından verilir. Hitit döneminde, “Hattena” olarak isimlendirilen bölge, 1936 yılına kadar İskenderun ve Antakya olarak geçmiş belgelerde. Şimdilerde Antakya, Hatay’ın merkez ilçesi; İskenderun da Antakya’nın ilçelerinden bir tanesi. M.Ö. 300 yılında Seleukos, I. Nikator’un babası Antiokhos’a ithafen şehre “Antiokheia” adını vermiş. Gel zaman git zaman “Antioch” olarak yerleşmiş. Günümüze de “Antakya” olarak gelmiş.

Doğup büyüdüğüm bölgenin adının “Hatay” olduğunu öğrenmem lise yıllarıma denk gelir. Yaz tatillerinde birkaç aylığına ziyaret ettiğim memleketim hep Antakya idi benim için. Oraya varmak için yolculuk ederken içinden geçtiğim yerler de Erzin, Dörtyol, Payas, Karayılan, Denizciler, İskenderun, Belen, Gedik, Kıcı, Serinyol diye diye sıralanırdı ardı ardına. Bölge olarak değil de yerleşim yerlerine göre anardık taşını toprağını havasını suyunu denizini ormanını sevdiğim memleketimi. Memur bir babanın çocuğu olunca sıkça okul değiştirdim. Her yeni okulda “Nerelisin?” sorusuna “Antakya” cevabını vermiş olmamın nedeni de budur işte.

Efsaneye göre, Kral Antiokhos kızının uyku hastalığına çare bulmaları için hekimleri sarayında bir araya getirir. Başhekim krala, prensesin iyileşmesini sağlayacak en uygun yeri bulacaklarını vadeder. Bu yerin bir tarafından ılık, diğer tarafından da soğuk rüzgâr esecektir yıl boyu. Hiç uyanmayan prensesi bir sandığın içine yerleştirirler ve bu sandıkla birlikte diyar diyar dolaşmaya başlarlar. Dinlenmek için konakladıkları her yerde sandığın kapağını açıp prensesin uyanıp uyanmadığını kontrol ederler. Prenses uyanmamış ise kapağı kapatıp tekrar yola koyulurlar. Sonunda, deniz kıyısında püfür püfür rüzgârıyla insanı mest eden bir yere gelirler. Prensesin durumunu kontrol etmek için sandığın kapağını açtıklarında uyanmış olduğunu görürler. Güzel haberi alan kral, bölgeye “Antiokheia” şehrinin kurulmasını emreder. O gün bugündür bir taraftan ılık, diğer taraftan soğuk esen rüzgârıyla Antakya, insanların gelip geçtikleri bir bağlantı merkezi görevini üstlenir.

Antakya’daki bu iki çeşit rüzgârdan biri “Günbatısı,” batıdan esen tatlı bir yeldir; insanı yumuşatır. Doğudan esen “Gündoğusu” ise kışın dondurucu derecede soğuk iken, yazın kavurucu derecede sıcaktır.  

Asi Nehri

Habibi Neccar Dağı’nın eteklerinde bir gecekondunun balkonundan bakıyorum Antakya’ya. Yaz mevsiminde öfkeyle esiyor rüzgâr. Tüm ağaçların gövdeleri hırçın rüzgâra karşı koyamayıp aynı yöne doğru eğilmişler. İncirler, zeytinler, dutlar, narlar, çınarlar, çamlar… Hepsi bir ağızdan uğulduyor. Ne anlatıyorlar? Ne istiyorlar kim bilir? Daldan dala atlayarak ağaçların üzerinde ilerliyoruz tüm mahalle çocukları. Gülüşüyoruz. Bir yandan da korkuyoruz ya elimiz kayar da ağacın tepesinden düşersek diye, Hagig gibi. Yere düştüğünde hepimiz çıkan “pat” sesiyle yerlerimizde donup kalmıştık. Bir dakika sonra yerden kalkıp gülümseyerek, “Hiçbir şey olmadı!” diyerek kollarını iki yana açmıştı Hagig. Derin bir “oh” çekmiştik ve daldan dala geçme işlemini gerçekleştirmeye devam etmiştik. Aramızdaki en cesur çocuk olduğunu böylece hepimize kanıtlamış oldu Hagig. Onun Ermeni olduğunu öğrendiğimde aradan yıllar geçmişti. Artık hiçbirimiz çocuk değildik. Birbirimizi bir daha da görme fırsatımız olmadı. Ne zaman bir çam ağacı görsem onu hatırlarım, ağacın tepesinden yüz üstü yere düşüşünü… Nereye gittiler bilmiyorum. Bir sabah evlerine başka bir ailenin yerleştiğini duymuştuk sadece. Gidişlerini de görmemiştik. Ne ara gitmişlerdi böyle sessiz?

Habibi Neccar Dağı’nın eteklerine üst üste dizilmiş olan tüm gecekonduların kaderidir bu. Antakya’ya tepeden bakarlar ve baktırırlar içlerindeki insanlara, “o şehrin bir parçası değilsiniz” der gibi. Bir şehre tepeden bakıp içine giremiyorsanız, o şehirden değilmişsiniz gibi hissedersiniz çünkü. Evlerin pencerelerinden taşan her çeşit müzik rüzgârın önüne katılıp şehrin semasından dökülür Asi’ye.

Lübnan’ın Bekaa Vadisi’nde doğup Suriye sınırından Türkiye’ye giren ve kıvrıla kıvrıla Akdeniz’e varan Asi, şehrin hiç tereddüt etmeden içine boşalttığı her şeyi itirazsız kabul edip şahlanmadan ve hırçınlaşmadan taşıyarak usulca Akdeniz’e bırakır. Eskiden “Orontes” olarak bilinirmiş Asi. Fırat Nehri’ni de içine alan Doğu Anadolu ve kabaca Van Gölü ile Urmiye Gölü arasındaki bölgede hüküm sürmüş, M.Ö. 6. yüzyılda kurulmuş Ermeni Satraplığı’nı yöneten İran kökenli Orontid Hanedanı’nın bir üyesi olan I. Orontes’ten almış adını. Aslı “Auruuant” olan bölgenin adı Yunanca’da Orontes’e dönüşmüş.

Babaannem hikâye anlatmayı pek severdi. Etrafına oturup hikâyelerini dinlemeyi de biz çocuklar pek severdik. Bu hikâyelerden bir tanesi Asi’nin doğuşuyla ilgiliydi:

Çok çok eskiden, Samandağı kayalıklarında bir ejderha yaşarmış. Şehir halkı bu ejderhadan öyle korkarmış ki öfkelenip şehri yerle bir etmesin diye her yıl aynı gün ejderhanın seçtiği bir genç kızı kurban olarak ona vermek zorunda kalırmış. Her yıl bir genç kızı sevdiklerinden çekip alırmış böylece kötü ejderha. Şehir halkı da gelecek bir yılı fırtınadan, depremden endişe etmeden yaşar gidermiş. Bir tek kızları olan aileler bir sonraki sene seçilecek genç kızın kendi kızları olması korkusunu atamazmış içlerinden. O gün geldiğinde kayalıklara bağlanan genç kız sevdikleriyle vedalaşır, kaderine boyun eğip beklemeye koyulurmuş ejderhayı.

O yıl seçilen genç kızı şehir halkı ailesiyle birlikte, keder içinde kayalıklara götürüp bağlamışlar. Sonra da ağlaya ağlaya evlerine geri dönmüşler. Bir tek kızın sevgilisi dönememiş. Sevdiğinin kurban edilmesini yedirememiş kendisine. Ne yapacağını bilemese de aklına kazımıştır sevdiğinden ayrılmamayı. Ejderhanın gelişini beklerken denizin tuzlu sularına anlatmış derdini. Dalga dalga, köpük köpük kabarmış deniz. Kara bulutlar tüm şehrin üzerine çökmüş. Daha fazla dayanamayan delikanlı, sevgilisinin bağlarını çözüp onu serbest bırakmış. Sonra da tek başına ejderhayı beklemeye başlamış.

Yüksek tepelerden sürünerek, önüne çıkan ağaçları devirip yıkarak, gümbürdeye gümbürdeye gelmiş kayalıklara ejderha. Onu görmenin verdiği korku ve heyecanla belinden kılıcını çeken yiğit âşık kayalıktan aşağıya atlayıvermiş. Bir kılıç darbesi sallamış ejderhanın göğsüne doğru. Kalbine isabet eden kılıç darbesiyle neye uğradığını şaşıran ejderha öyle acı çekmiş ki acısıyla ağzından fışkıran ateşle kayalıkları eritmiş. Öyle büyük bir acıymış ki bu, o dev cüssesiyle Samandağı’ndan başlayıp yerleri parçalayarak Antakya, Suriye derken Lübnan’ın Bekaa Vadisi’ne kadar gitmiş. Yorgun düşen ejderha sonunda bir kayaya çarparak durabilmiş. Bu şiddetli çarpışmanın etkisiyle kaya yarılmış ve içinden oluk oluk su fışkırmaya başlamış. Kayanın içinden çıkan bu muhteşem su, güneyden kuzeye ejderhanın açtığı yarığı doldura doldura taaaa Akdeniz’e kadar gidip deniz sularına karışmış. O gün bu gündür akmaya devam eden Asi oluşmuş böylece.

Uzun Çarşı

Sayısını bilmediğim sokaklarında koştururken kalabalığın içine karışırdık. Her bir taşı tarihin bir parçası olan Uzun Çarşı, Antakya kadar eskiydi. Bilinen bir kuruluş tarihi yoktu yani. Çocuk hâlimizle içinde gezinen en yeniler arasındaydık aslında. İnsan seliydi o tarihi sokaklarda durmadan akan. Kalabalık ve gürültünün hiç eksilmediği çarşının gizemine kapılıp oyunlarımızı el birliğiyle masalsılaştırırdık. “Yok yok” derdi annem. “Bu zenginlik hiçbir yerde yok.” El işi ürünlerden, gıda malzemelerine; giyimden, ayakkabı imalatına kadar, demir, bakır, plastik, hasır, sabun; aklınıza ne gelirse her tür ihtiyacın karşılandığı, her tür mesleğin icra edildiği yer Uzun Çarşı ve ondan ayrılan kıvrım kıvrım sokaklar. Her bir sokak, kendine özel iş alanıyla anılırdı. Bakırcılar, demirciler, ayakkabıcılar, semerciler, sepetçiler, baharatçılar, künefeciler, peynirciler, fırıncılar, dokumacılar… İnsanın aklını başından alan bu zenginlik ve renklilikle, her taraftan yayılan bin bir çeşit kokuyla başımız dönerdi. 

Çok sonraları, okumayı kendime meslek edinmeye başladığım dönemin peşrevinde öğrendim Uzun Çarşı’nın Tarihi İpek Yolu üzerinde yer aldığını. Antakya’nın çok inançlılığı, çok dilliliği, çok kültürlülüğü asırlar boyunca ticaretin merkezi konumunda bulunmasından geliyormuş demek. Bu yüzdenmiş herkesin herkesi olduğu gibi kabul etmesi, kimsenin kimseyi yadırgamaması.

Hanlar, hamamlar ve ibadethaneler Uzun Çarşı’dan başlayarak şehrin her yerine serpilmiş. Son depremle yıkılan benim çocukluğum işte bu kiliselerin ve camilerin içinde geçti.

St. Pierre Kilisesi

Ya da Aziz Petrus Kilisesi, Habibi Neccar Dağı’nın (Stauris Dağı, Haç Dağı) eteklerindeki kayalara oyulmuş, 13 metre derinliğinde, 9,5 metre genişliğinde ve 7 metre yüksekliğinde bir mağara kilisesi. Dünyanın ilk mağara kilisesi olarak kabul ediliyor. Antakya’daki ilk Hıristiyanlar, bu mağarada gizli toplantılar için bir araya gelirlermiş. Derler ki Hz. İsa’nın 12 havarisinden biri olan Aziz Pierre ve Aziz Barnabas’ın, M.S. 29-40 yılları arasında, yani Hıristiyanlığın Katolik, Ortodoks, Protestan gibi mezhepleri henüz ortaya çıkmamışken, Antakya’ya gelerek, Hıristiyanlığı bu mağarada yaymaya başlamışlar. Cemaate “Hıristiyan” adının ilk kez burada verildiği de söylenir. Hıristiyan inancına göre, Antakya Patrikliği M.S. 37-43 yılları arasında Petrus tarafından kurulmuş. Kudüs’ten sonra Hıristiyanlığın ikinci merkezi sayılması nedeniyle “Ana Kilise” olarak da bilinir. Yine de bu mağara-kilise hakkında elde var olan bilgilerin tamamı bir varsayıma dayanıyor. Kim, nasıl ve ne zaman bu mağara-kiliseyi yapmış hiçbir yazılı kayıt bulunmadığı için -mişli geçmiş zaman ile aktarılıyor bilgiler. Hakkında her şeyin uydurulmuş olması pek mümkün. Bölge tam bir efsaneler merkezi çünkü. Tek bir gerçek var; o da Antakya’da, o dağın eteğinde, uzaktan bakılınca varlığı anlaşılmayan bu mağara-kilisesinin bugün var olduğu.  

Doğal bir mağarayken eklemelerle kiliseye dönüştürülen yapı, 12. ve 13. yüzyıllarda Haçlılar tarafından ön cephesine yapılan ek inşaatla gotik tarza dönüştürülmüş. Mağaranın tabanında çokça tahrip edilmiş olsa da mozaik kalıntıları var. Ayrıca kilisede altar, niş içinde St. Pierre’nin küçük mermer heykeli, kutsal sayılan su ve saldırı esnasında cemaatin gizlice kaçmasına yarayan bir tünel de yer alıyor. O tünelin nereye gittiğini öğrenmek için çöküntülerin arasında kalan boşluklardan geçmeye çalışırdık. Bu tünelin diğer ucunun Suriye topraklarına kadar uzandığı söylenir. Yüzyıllardır yaşanan depremler, tüneli kullanılamaz hâle getirmiş. Son depremde de mağara-kilisenin istinat duvarı yıkıldı. 

St. Pierre Kilisesi, Hıristiyanlığın ilk kiliselerinden biri olarak kabul ediliyor. Bir zamanlar pek çok insan için büyük bir değere sahip kilise, benim çocukluğumda terkedilmiş hâldeydi. Avlusunda koşturur, dimdik dağın içine oyulmuş daracık dehlizlerinde kaybolur, kendimizi dağın başka bir yerinden çıkarken bulurduk. Çocuk oyunlarımıza bir tek Antakya’nın çılgın rüzgârı katılırdı.

1963 yılında, yani ben henüz dünyaya gönderilmeden, Papa IV. Paul bu mağara-kiliseyi Hıristiyanların “Hac merkezi” olarak ilân etmiş. Her geçen yıl ziyaretçi sayısındaki artış, çocukluğumdaki o terkedilmiş mağara-kilisesinin çok değiştiğinin de bir kanıtı. Müzeleştirildikten sonra da ziyaret etme fırsatı buldum. O bir müze artık ve bir kapısı bile var.

Habibi Neccar

Hafızamda yer etmiş olan annemin anlattığı hikâyeler de az değil. Babaannem kadar iyidir onun hikâyeciliği de. Habibi Neccar’ın başına gelenlerin Yasin Suresi’nde anlatıldığını ilk ondan duydum örneğin. Antakya’ya gelen Hz. İsa’nın havarilerine ilk inanan ve bu uğurda canını veren bir Antakyalıdır Habibi Neccar. Şehir, 638 yılında Müslüman Arapların eline geçtikten sonra inşa edilmiş olan camiye de onun adı verilmiş. Denir ki bu cami, Türkiye sınırları içerisinde inşa edilen camilerin ilkidir. Kurtuluş Caddesi’nde bulunan cami son depremde yıkıldı.

Rivayete göre, M.S. 40’lı yıllarda Hz. İsa’nın havarileri Antakya’ya gelirler ve halka tanrının tek olduğunu anlatmaya çalışırlar. Havarilere inananların başında bir marangoz (neccar) gelir. Neccar, pagan inanışından vazgeçip onlara katılır. Her yeni inanışa her zaman verilen tepki gibi, bu yeni inanışı yaymak için çabalayan havarilerin vaazları da halkı öfkelendirir. Toplum huzurunu bozdukları gerekçesiyle kral da havarileri hapse attırır. Antakya’ya gelen Şem’un Safa adında bir elçi sergilediği mucizelerle kralı ikna eder ve arkadaşlarını hapisten kurtarır, ama halk havarilere inanmamakta diretmeye devam eder. Aralarından bazıları onların uğursuzluk getirdiklerini düşünerek taşlanarak öldürülmeleri gerektiğini söylerler ve bunun planını yaparlar. İşte Neccar, bu öfkeli kalabalığı durdurmaya çalışırken öldürülür. Bugünkü adı Habibi Neccar olan dağda bulunan büyük kayanın yanına kadar onu taşırlar ve orada başını keserler. Kesilen baş, Habibi Neccar Camisi’nin bulunduğu yere kadar yuvarlanır ve orada durur. 

Caminin avlusundan girişi olan, yerin dört metre altında Habib Neccar’ın ve Şem’un Safa’nın, girişte ise Yuhanna ve Pavlos’un olduğu düşünülen türbeler yer alıyor. Avlunun etrafı da medrese odaları ile çevrili. Şimdi yıkıntılar altında kaldılar.

Benim ilgimi çeken, Antakya’da bulunun eski camilerin minareleri olmuştur hep. Kendilerine ait bir mimarisi vardır bu minarelerin. Eski Antakya’nın daracık sokaklarında birden karşınıza çıkarlar. Her karşılaştığımda oturur bir süre seyrederim minarelerini. Mahremiye, Yeni, İhsaniye, Meydan, Nakip Camileri bana bugünden olmadıklarını anlatırlar görünüşleriyle. Onlara bakmak, zamanda yolculuğa çıkmak gibidir benim için. Bu camilerin her birisinin kendine ait özellikleri var. Mahremiye Camisi’nin mihrabında bulunan dönen sütunlar örneğin. Bu sütunlar dönmezse caminin tabanında bir kayma ya da eğiklik oluştuğu anlamına geliyor. Son depremde cami tamamen yıkıldı.

Meclis Binası

1517 tarihinde Osmanlı Devleti’nin hakimiyeti altına giren Hatay, tarih boyunca yabancı devletlerin ilgisini çekmiş bir bölge. Fransa’nın 18. yüzyıldan bu yana bölgeyle çok yakından ilgilenmesi de ayrı bir önem kazandırmış bölgeye. Sıcak denizlere ulaşma hayaliyle yanıp tutuşan Rusya’yı da unutmamak lazım tabiî. Babaannem Fransız işgalinde neler yaşandığını anlatırdı. O dönemde köyde yaşayan babaannem, Antakya’ya yürüyerek gider gelirmiş. Köy, Habibi Neccar Dağı’nın arkasında yer alıyor. O dağı, omzunda zeytinyağı tenekesiyle aşarmış. Pazarda yağı satar, aynı gün köye aynı yoldan dönermiş. Bizim için bir hikâyeden ibaret olan, onun yaşanmışıydı. Atını elinden alan Fransız askerlerini, o askerlerden saklanmak için köyün arka tarafındaki mağaralarda yaşamak zorunda kaldıklarını, savaş nedeniyle köyde erkek kalmadığını, tüm yiyeceklerini Fransız askerlerinin aldığını anlatırdı bize. Hatay’ın 20 Ekim 1921 Ankara Antlaşması ile Türkiye sınırları dışında bırakılışını yaşamış biriydi o. Osmanlı’yı yaşamış, işgali yaşamış, Hatay Devleti’nin kuruluşunu yaşamış, Hatay’ın Türkiye’ye katılma kararını yaşamış ve Hatay’ın Türkiye toprağı olarak kabul edilişini yaşamıştı. Uzun ömrüne neler neler sığdırdı. Dedem, Hatay’ın Suriye’ye katılma ihtimalinden dolayı ailesini alıp Ceyhan’a taşınmış ve oradan izlemeye başlamış olacakları. Hatay’ın Türkiye’ye katılma kararından sonra da tekrar memleketine dönmüş.     

1938 yılında bağımsız devlet olan Hatay, 1939’da Türkiye’ye katılma kararı alır. Bir yıllık süre içinde Hatay, meclis olarak Antakya Köprübaşı’ndaki Mimar Leon Benju tarafından 1927 yılında inşa edilen binayı kullanır. 1939 yılında Hatay’ın anavatana katılma kararı da bu binada alınır. Bu tarihi binanın önünden her geçişimde duvarına dokunurdum. Dokunduğumda duvarda bir kapı açılacak ve beni geçmişe götürecekti sanki. Daha geçen yıl restorasyonu tamamlanmış ve yeniden halka açılmıştı kapıları. Son depremde o da yıkıldı.

Titus Tüneli ve Beşikli Mağara

Çevlik yakınındaki Titus Tüneli’ni, en son birkaç yıl önce babamla ziyaret etme fırsatı bulmuştum. Çevresinin güzelleştirilmiş olması, yürüyüş yolu yapılarak içlerde yer alan Beşikli Mağara’ya gidişin kolaylaştırılması nasıl da mutlu etmişti beni. Dağdan inerek limanı ve yaşamı tehdit eden sel ve taşkınlardan korumak için Roma İmparatoru Vespasian, şehrin etrafını dolanacak, böylece akıntıların yönünü değiştirecek bir tünelin yapımını emretmiş. Rivayete göre, inşası M.S. 69 yılında başlamış, M.S. 81 yılında halefi ve oğlu Titus tarafından tamamlanmış. Tünelin duvarlarına baktığımda kesici bir aletle oyulduğunu görebiliyorum. Bu kadar büyük bir yapının elle oyulduğunu düşünmek insanın aklını başından almaya yetiyor.

Sahilden Musa Dağ’ına doğru baktığımda sadece bir dağ görüyorum, içindeki zenginlikleri saklamada ne kadar başarılı olduğunu hayranlıkla kabul ederek. Denizden gelebilecek tehlikelere karşı da koruma altına alıp yerleşim yerlerini basit el aletlerini kullanarak elleriyle oyarak yapması insanın, akla zarar bir çaba gibi görünüyor gözüme. Şu modern hayat, nasıl da savunmasız hâle getirip gücünü ve yeteneklerini elinden alıp dönüştürmüş insanı.

Tünel inşasında Roma lejyonları ve köleleri çalıştırmışlar. Tümüyle dağ içine oyulan tünel, bin üç yüz seksen metre uzunluğunda, yedi metre yüksekliğinde ve altı metre genişliğinde. Bu bilgiyi verme nedenim, nasıl bir eser olduğunu anlatabilmek. Kalker kayaların oyulmasıyla ortaya çıkarılan bu mühendislik harikası tünelin yüz metre kadar içlerinde bulunan Beşikli Mağara, kaya mezarlarının en geniş ve en ünlülerinden. Asırlarca “Ölüler şehri” olarak da anılmış. İçinde bölümler halinde on iki adet mezar ve mezarları birbirlerinden ayıran duvarlar var. Dağın içine oyulmuş çok katlı bir bina gibi görünüyor gözüme. Oturup Seleucia Pieria Antik Kenti’nde yaşayan soylular için hazırlanmış, son derece zarif bu mezar alanını hayran hayran izlemekten başka bir şey gelmiyor elimden. Gözümü kapatıp burada nasıl bir hayat sürüldüğüne dair canlı bir görüntü oluşturmaya çalışıyorum ben de.

Oradan dorik sitilde tamamen beyaz mermerden inşa edilmiş olan Dor Mabedi’ne geçiyorum. Birkaç sütun ve dev beyaz taşlar kalmış bu mabetten geriye. Rivayete göre, I. Antiochus, Mısır’da hüküm süren Ptolemy’nin İskenderiye’de yaptırdığı Sema Tapınağı’na benzer bir tapınak yaptırıp babasının küllerini içine gömmek ister. Tapınağı, Nicatoreion tarzı yerine Olimpik tanrıların anıldığı bir bina şeklinde inşa ettirdiği anlatılır. “Yerle bir olma nedeni” diye düşünüyorum yine, “yıkıcı depremler miydi acaba?”

Saint Simon Manastırı

“Çilekeş Simon, seni buralara kadar getiren neydi?” diye soruyorum. Portakal bahçelerinin çevrelediği bir yoldan varıyorum manastırın bulunduğu tepeye. Çilekeş Simon’un üzerine oturup denizi seyrettiği dev kayaya oturuyorum ben de. Kimmiş bu Simon? Neden buraya kapatmış kendisini? Derdi neymiş?

Stilitler, Hıristiyanlık tarikatlarından birisi. Saint Simon Stilit’in, tarikatın kurucusu olduğuna inanılıyor. Denir ki Kilikya ile Suriye’nin birleştiği sınır bölgede doğan ve genç yaşta Antakya’da yaşamaya başlayan Simon bir manastırda aldığı temel din eğitiminden sonra kendisini kentin dışında bir hücreye kapatmış. Bu hücrede üç yıl yaşadıktan sonra Musa Dağı’na çıkarak kendisini zincirleyeceği kayanın etrafına bir çember çizmiş. Kayaya zincirlendikten sonra da çizdiği çemberin dışına çıkmadan yaşamaya başlamış. Sabrı, dayanıklılığı, inancı hakkındaki bilgiler kısa süre içinde kulaktan kulağa dolaşarak insanların merakını uyandırmış. Derken Hıristiyanlık dünyasından hastalar, dertliler, çaresizler bu inanmış Hıristiyan’ı ziyaret etmek için zahmetli yolculuklara çıkmaya başlamışlar. “İnsanın olduğu yerde, hangi asır olursa olsun, hikâyeler hep aynı,” diye düşünüyorum. Birilerinin mistik güçlere sahip olduğuna inanmak istiyor insan ve onu bulup sahip olduğu o güçle derdine çare olsun istiyor. Bir dokunuş, bir bakış, bir dua… Hangi dine inanıyor olursa olsun hep aynı çemberin içine sıkışıp kalmış gibiler. “O da sadece bir insandı,” demek geçiyor içimden o taşa bakarken. “Kendi derdine çare olabilmiş mi acaba? Olamamış ki kendisini bu taşa zincirlemiş.” Akın akın ziyaretine gelenlerin kaçı iyileşti, kaçı refaha erdi, kaçı sevdiğine kavuştu? Bugün de türbe ziyareti yapanlar aynı inançta değil mi? Bir insandan, bir ölüden, hatta bir ağaçtan keramet beklemek ne kadar sağlıklı? Nasıl bir kaybolmuşluk bu?

Manastırdan geriye kalmış taşlara dokunarak nelere şahit olduklarını hayal etmeye çalışıyorum. Şimdi gece gündüz onun tek sadık ziyaretçisi çılgınca esen rüzgâr.

Musa Ağacı

İnanışa göre, Samandağ Sahili’nde buluşan Hızır Aleyhisselam ile Hz. Musa birlikte dağa çıkarlar. Bu ağacın bulunduğu noktaya geldiklerinde Hz. Musa elindeki asayı toprağa saplar ve sapladığı yerden su çıkmaya başlayınca da eğilip sudan içer. Doğrulup asaya baktığında da asanın yeşerip fidana dönüştüğünü görür. Hıdırbey Köyü’nde bulunan üç bin yıllık çınar ağacı, halkın inanışına göre o asadır işte. “Ab-ı hayat suyunda can bulmuş, gelişerek bugünkü hâlini almış” derler. Ağacın dalları yaklaşık bin metrekarelik alanı kaplıyor. Gölgesinde oturup suyundan içiyorum. Rüzgâr yine benimle ve yaşlı çınarın yapraklarıyla oynaşıyor.

Payas Kalesi

Doğduğum şehir Payas, tarihte Bias olarak geçmiş kayıtlara. Portakal bahçelerinin arasında serpilmiş, sırtını dağa yaslamış, Akdeniz’in engin maviliğini seyrediyor Demir-Çelik’in isi altında. Haçlılar döneminde de Kudüs’e giden “mukaddes yol” üzerinde menzil yeri olması nedeniyle bir kale yerleşimi haline dönüşmüş. 1516’da Osmanlı’nın eline geçince, Ridâniye seferiyle de Mısır ve Hicaz, Osmanlı yönetimine girince bölge üzerine yeni planlar oluşturulmuş ve İstanbul’u; Anadolu, Doğu Akdeniz ve Suriye üzerinden Hicaz’a bağlayacak yolun ana konaklama merkezlerinden biri olarak belirlenmiş. Zamanla “Anadolu sağ yolu, hac yolu, Şâm-ı şerif yolu” gibi isimlerle bilinir olmuş. Yeni bir askerî ve ticarî üs merkezine uygun bir yapılanma ile külliye, iskele-gümrük, iki kale, köprü, tersane, değirmenler, hizmet mekânları ve su kemerleri yaklaşık on yılda tamamlanmış. Tüm bunlar da Sokullu Mehmet Paşa’nın gayretiyle gerçekleştirilmiş. Külliyeye Sokullu Mehmet Paşa adı verilmesi de bundan olsa gerek.

Çocukluğumda kendi haline terkedilmiş olan kalenin sadece külliye bölümü kullanılıyordu. Surların üzerine dik merdivenlerinden tırmanır ve kendimizi Akdeniz’in üzerinde uçmak için kanatlanmaya hazır bir martı olarak hayal ederdik. Yakın geçmişte restore edilip kullanıma açılmıştı. Ne zaman Payas’a yolum düşse ziyaret ederim. Son depremde sadece minaresinde hasar oluşmuş olması sevindirici.

Sonuç

Anlatılacak daha pek çok yeri var Hatay’ın. Ermeni Köyü Vakıflı, Harbiye Şelaleleri, Tell Tayinat (Atçana Höyüğü) Hitit Saray Harabeleri, Eski Antakya Evleri, Erzin Başlamış İçmeleri, Kırıkhan Kaplıcası, Trajan Su Kemeri, Affan Kahvesi, Antakya Mozaik Müzesi, Bakras Kalesi, Cam müzesi, Aromatik Bitkiler Müzesi; Arsuz, Burnaz, Karaağaç Plajları; Kurtuluş Caddesi, Gölleri, Parkları, Yaylaları, Kapılı Değirmenli Şelalesi, Sarıseki Mağarası, Antakya Surları, Şeyh Ahmet Kuseyri Camisi, Bayezid-i Bestami Türbesi, Darb-ı Sak Kalesi, Koz Kalesi, Camileri, Kiliseleri, Havrası, Arsuz Koyu, Cin Kulesi, Antakya Seyir Tepesi, İssos Harabeleri, Kurşunlu Han, Antakya Valilik Binası, Haron Cehennem Kayıkçısı, kaya mezarları ve daha pek çok tarihi ve tabiî güzelliği Hatay’ın her köşesini kaplamış durumda.

Gezip gördükçe ince ayrıntılarıyla hayrete düşüren kadim medeniyetlerin beşiği Hatay. Eski evlerin kapılarına takılan tokmaklarının bile ayrı bir öyküsü bulunan, her taşın ayrı bir hikâyeye dönüştüğü, Antik Yunan Mitolojik öykülerinin anlatıldığı, göçlerin ve yıkımların ve işgallerin yaşandığı, yeniden ve yeniden tekrar tekrar inşa edilen Hatay. Yine yıkıldı Hatay. Tarih tekerrür edecek ve yeniden ayağa kalkacak.

Tüm bunlara ek olarak benim hafızamda yer etmiş ve sık sık dönüp okuduğum Ayla Kutlu’nun “Sen de Gitme Triyandafilis”i…

Paylaş

Bu Sayının Diğer Yazıları

Muavenet / Şeref Akbaba
Büyük Acılar Dilsiz ve Sessizdir… / Ay Vakti
6 Şubat 2023 / Ali Yaşar Bolat
Yüzler / Şakir Kurtulmuş
6 Şubat 2023 Saat 4: 17 / Suat Tekin
Tümünü Göster