Sezai KARAKOÇ’u Yazmak İsterken – II

BAYAN YAZAR – Tuhaf, yeterli bir açıklama mı sence?
BAY ŞAİR – Değil tabii.
BAYAN YAZAR – Biraz daha açıklamak istemez misin?
BAY ŞAİR – Nasıl desem… sonuçta bir mezar. Ölümünden yalnız dört gün sonra Lazarus da
çıksa topraktan, geri döndüğü bu hayatta, yine de garip ve yabancı kalır gibi geliyor bana.
BAYAN YAZAR – Galiba yan yana aynı pencereden bakmıyoruz. Belki şimdi, karşılıklı iki ayrı pencereden bakıyoruz, açı değişiyor. Dolayısıyla da dirilişin açısı değişiyor.
BAY ŞAİR – Diriliş her zaman her yerde var, ama yenilenerek, yenileyerek…(Durur) Yani şöyle demek istedim: Ölü kimliğinden hiçbir iz taşımayarak. Mesela baharda, hiçbir çiçek ve hiçbir ağaç yaprağı, ölü toprağından silkine silkine, yüzü gözü toz toprak içinde çıkmıyor. Eski sararmış solmuşluğundan, kurumuş ölmüşlüğünden hiçbir iz taşımıyor. Aksine, gonca ve filizlerinden -belki de üstünde şebnemlerle- pırıl pırıl, yeni, yepyeni gülümsüyor. (Bir an) Gerçi bahar, çimeniyle, yaprağıyla, çiçeğiyle yeni bir yaratılış… Kışın, faaliyetleri dondurulmuş gibi durdurulmuş olan ağaç gövdeleriyse ölü değil… İkisi de, Lazarus gibi bir ölüye, yeniden soluk verip yaşama döndürmek gibi değil. Belki de bu yüzden Lazarus soğuk, yaşamını bir kez ölümün gölgesi tümüyle kapladığından.
BAYAN YAZAR – Neyse ki hastalığımla falan ilgisi yokmuş. Ve neyse ki ben senin gibi
görmüyorum. Sen, Lazar’ın dirilişinde bile ölümünü unutamıyorsun. Bense mezardakinde bile -bir
müddet daha- hayatı görmeye devam ediyorum. Her zaman, her yeni toprakta, yani her yeni mezarda hayatı görüyorum. Bu yeni toprak, iki dünya arasına gerilmiş bir ağ gibi. Bu ağ, aslında, saklı pencere önündeki tül perde. Saklı pencereyi birden şiddetle görünür kılan, tül perde dediğim bu yeni toprak. Bu tül perdeden, -ölümün dokunuşuyla incelmiş duyuş ve düşüncelerle- biraz dikkatli baksak, burayı gördüğümüz gibi tülün arkasını da göreceğiz. Öte dünyayı. Böyle bakınca, ölmüşlerin toprakları bile, ne güzel bir pencere oluyor. Öte dünyayı nasıl yakına getiriyorlar!
BAY ŞAİR – Baktığın pencere neyse göreceğin manzara da odur elbet. Ama hatırlatayım, uzaktakini yakın, hayır uzak demek yetmez, öteyi burada görüyorsun.
BAYAN YAZAR – Fena mı?
BAY ŞAİR – Değil ama… Senin bu bakışınla bakarsak, sonra hangi dünyada yaşadığımızı
karıştıracağız.
BAYAN YAZAR – Belki bir süreliğine. Çünkü zaman geçip toprak katılaştıkça, algı değişir ve tekrar gözü kapatan kalın perdelere dönüşür. O zaman, çok daha latif bir kalbin delici, hatta eritici derin bakışı gerekir görebilmek için. Bu da her zaman olmaz.
BAY ŞAİR – Yani gözlerin mucizesi… o vakit gözlerin mucizesine ihtiyaç var. (Okur:)
“Kötülüğü görmeyen gözlerin mucizesi
Meleklere define olağanüstü kalbin
Paçavrayı ipeğe çevirmesini bilir
Bakırı altın yapar ölüleri diriltir’’ (Bir an susar) Sen, Sezai Karakoç’u yazmayacak mıydın?
BAYAN YAZAR – Evet.
BAY ŞAİR – Öyleyse?
BAYAN YAZAR – Onun, bu son resminin vesilesiyle, tüm yeni ölüleri anmış oldum.
BAY ŞAİR – İyi ki eskileri anmadın. Çünkü her yerleşim yerinde, mesela yaşayan her şehrin
yanı başında bir de ölü şehir var. İki üç nesil de değil, onlarca neslin bir arada gömülü olduğu.
BAYAN YAZAR – Yok yok, korkma. Âdem’le Havva’ya dek gidip de “Kent bir tabuttur
artık çivisi insan’’ deyip de, dünya tabutunun çivilerini söküp içindekileri dökmeyeceğim ortaya.
BAY ŞAİR – Şu ölüm ağırlığını bıraksak artık.
BAYAN YAZAR – Bak, dediğinin tam zıddı olarak görmüş şairimiz, şöyle diyor:
“Ölenlerdir incelten hafifleten oysa
Uçacakmış gibi yapan şehirleri’’
BAY ŞAİR – (İşaret eder gibi elini kaldırır, işaret parmağı dik diğer parmakları yarı aralıktır.) İşte, ağırlık bu uçuştadır. Şehrin uçacakmış gibi oluşunda, evin uçacakmış gibi oluşunda, evdekilerin uçacakmış gibi oluşunda. Ayakların yere sağlam basamayışında. Bu göçte, bu göçü her sezinleyişte ve onun kaçınılmaz oluşunu her görüş ve duyuşta. Bu hafiflik öyle bir ağırlıktır ki, bütün boşluğuyla çöker dünya insanın başına. Boşluğun ağırlığı, sessizliğin ağırlığı, cesedin ağırlığı, küllerin ağırlığı; bunlardan daha ağır ne vardır? Öyle ağırlardır ki, hiçbir ölçü birimi gösteremez bunların ağırlıklarını. Salkım saçak, meyve yüklü, yeşil bir ağaç ağır değildir, bir yangın yerindeki ağacın külü ağırdır. Sevenlerin, dostların sohbet ettiği bir meclis ağır değildir. Birbirine dargınların, gözlerini kaçırıp, suspus olup kaldıkları bir odadaki sessizlikleri ağırdır. Koşup, oynayan, gülen bir çocuk ağır değildir, bir çocuk cesedi ağırdır. Hayat ağır değildir, Hayy isminin el çekişindedir ağırlık. Onların hafiflikleri böyle gösterilemeyen bir ağırlıktır işte, ölümleri ise gösterilebilir bir hafiflik. Bilindik ömürdür ve ölümdür işte, çok kısa zamanda yenileri de eskilere karışır. Toprakları gibi süratle anıları da eskir. İşte o zaman bir çiçek gibi anıların da suyu çekilir ve solarlar, kuru kuru, toprak gözlerle bakarlar. Yeniyken anmak dediğin gibi, fakat…
BAYAN YAZAR – Evet, toprakları yeni olanları andım.
BAY ŞAİR – Anmasan olmazdı yani?
BAYAN YAZAR – Olmazdı. (Gözlerini, Şair’den resme çevirir.) Oysa bunun üstünde güller
var. (Bir şey söylemesini bekler gibi tekrar Şair’e bakar.) Demeyecek misin, başka taze
mezarlarda da var?
BAY ŞAİR – (İsteksiz) Benim yerime demiş oldun. Evet, cevabı alalım lütfen.
BAYAN YAZAR – (Resme bakarak) Bunlar, şairin üstündekiler yani, ayrı ayrı ellerin,
yabancı ellerin ektiği çiçekler. Karakoç onları şahsen tanımıyordu ama, onların ellerine güller
tutuşturabildi. Hatta sonraki nesillerin ellerine de. Bak, Üstat, Mecnun’un ölümünden sonrası
için ne demiş:

“Seni saf aşkın
Örneği diye gösterecekler
Kaybolmuş mezarından
Ölümsüz çiçekler
Güller menekşeler derecekler
Ve onları serecekler umutsuz gönüllerin önüne
Onlarla ölmüş ruhlara
Diriliş sunup can verecekler’’ …

BAY ŞAİR – Tabii şiirleriyle.
BAYAN YAZAR – E yani… Mecnun aşkıyla anılır, şairse şiiriyle.
BAY ŞAİR – Sanki sen, başka bir şeyle anmak için uğraşıyorsun.
BAYAN YAZAR – Neymiş, o başka şey?
BAY ŞAİR – (Resme bakmasından hâlâ rahatsız) Şu resim mesela.
BAYAN YAZAR – (Mırıldanır gibi) Evet, resim. Bu resim de ondan.
BAY ŞAİR – Ne kadar ondan? Bir şiir okuyor değil. Masasının başında yazıyor değil, düşünüyor değil, uzaklara bakıyor değil. Yürüyor değil, oturuyor değil, konuşuyor değil… (bir an) Şimdi sen konuşuyor diyeceksin.
BAYAN YAZAR – Demeyeceğim.
BAY ŞAİR – Hayret! Nasıl oldu da demiyorsun? İstesen kaç çeşit konuşuyor demenin yolunu bulursun.
BAYAN YAZAR – Bir mezar resminde yalnız ölümün konuşması yeterli. Bu resimle, saydıklarının hepsi ve görüntüsü algı alanımızdan çıktı.
BAY ŞAİR – Ama başka bir resmi olsaydı (kaldı ki ben bunu Şair’in resmi olarak kabul etmiyorum) görüntüsü algı alanımızdan çıkmamış olacaktı.
BAYAN YAZAR – Öyle.
BAY ŞAİR – Öyle demene rağmen, yine de bu resim mi olacak?
BAYAN YAZAR – Evet. Yeni algı yoksa da hafızamızdakiler var. Kitapları var.
BAY ŞAİR – Sezai Karakoç’un sağlığında yazdığın bir yazı yok mu? Nihayetinde seksen sekiz yıllık bir ömür.
BAYAN YAZAR – Yok.
BAY ŞAİR – Keşke diyorum, (Keşke demek yasaktı değil mi?) sağlığında bir yazı yazmış olsaydın da, şimdi hasta hasta yazmaya kalkmasaydın.
BAYAN YAZAR – Bilmiyor musun, biz yaşayanlardan çok ölenleri sahipleniriz ve onları anarız. Bu kadar da olsun vefalıyız!
BAY ŞAİR – Maalesef! (Düşünceli) Maalesef, öyle!
BAYAN YAZAR – Gerçi “Ben yaşamıyor gibi yaşamıyor gibi yaşıyorum.’’ demiştir şairimiz. Karakoç’un hâlinin özeti budur.
BAY ŞAİR – Seviyor musun bu mısraı?
BAYAN YAZAR – Evet.
BAY ŞAİR – Dizeyi mi seviyorsun, manasını mı?
BAYAN YAZAR – Manasını… (bir an duraklar) yani mısraı, yani her ikisini de.
BAY ŞAİR – Bu mısra sana çok benziyor, ondan bile çok sana benziyor. Bir gün otobiyografini ya da hatıralarını falan yazmak istersen, epigraf olarak alabilirsin bu mısraı.
BAYAN YAZAR – Öyle bir şey yazmayı düşünmüyorum.
BAY ŞAİR – İstersen dedim. Belki de bir gün istersin.
BAYAN YAZAR – Kim bilir, belki de isterim.
BAY ŞAİR – (Yeni bir şey keşfetmiş gibi yazara bakarak, düşünceli ve vurgulamalı bir tonla)
Sen, yaşamıyor gibi yaşamıyor gibi yaşıyorsun. (Bir an durur) Bu dizeyi ben, senin için
yazmak isterdim.
BAYAN YAZAR – Peki, kendin için?
BAY ŞAİR – “Ben aşkı göğsümde kurşun gibi taşıyorum’’
BAYAN YAZAR –Çiçek gibi taşısaydın daha güzel olmaz mıydı? Latif ve hafif.
BAY ŞAİR – “Ben çiçek gibi taşımıyorum göğsümde aşkı / Ben aşkı göğsümde kurşun gibi taşıyorum’’ (Bir an) Var mı öyle bir seçeneğim?

(Bayan Yazar, usulca bakışlarını masaya indirir. Öyle kalır.)

BAY ŞAİR – Evet? Bir şey demeyecek misin?
BAYAN YAZAR – Diyecek bir şeyim yok.
BAY ŞAİR – Bir kelime olsun, olsaydı…
BAYAN YAZAR – Yok.

(Kısa bir sessizlik. Bu arada Ay Işığı Sonatı’nın sesi yükselir. Birbirlerine bakarlar.)

BAY ŞAİR – Müziğin sesi mi yükseldi bana mı öyle geldi?
BAYAN YAZAR – Sesinde sorun var galiba. Arada bir yükseliyor böyle.
BAY ŞAİR – Ve bitmiyor.
BAYAN YAZAR – Bir saatlik ayarlı da ondan.
BAY ŞAİR – Ben, Farid Farjad’ın kemanını dinlerken bulacağımı sanıyordum seni.
BAYAN YAZAR – Bundan önce onu dinliyordum.
BAY ŞAİR – Hangisini?

(Bayan Yazar, Ay Işığı’nı durdurur Golha’yı (Güller) açar. Sessizce dinlerler. Bitince,
durduğu Sonat’ı tekrar açar.)

BAYAN YAZAR – Biliyor musun?
BAY ŞAİR – Neyi?
BAYAN YAZAR – Ben hep yanlış işlerle uğraşmışım. Asıl yapmak istediğim işi, uzun zaman bulamamış ve ona geç kalmışım.
BAY ŞAİR – Evet, yazarlığa çok geç başlaman bunu gösteriyor.
BAYAN YAZAR – Bunu yazarlık için demedim.
BAY ŞAİR – Niçin dedin? Gökbilimci olmak için mi dedin?
BAYAN YAZAR – (Şaşırır) Gökbilimci mi! O da nereden çıktı?
BAY ŞAİR – Uzaya merakın fazla da o yüzden… (Bir an) Yoksa… Yoksa kır, dağ, dere, tepe gezen bir gezgin mi olmak isterdin? Evet, şimdiden görür gibi oluyorum; durursun bir çiçeğin başında, onun belirli sanatsal döngüde gelişimini izlersin. Sonra nasıl ayrılırsın başından bilemiyorum ama, herhâlde istemeye istemeye, sonunda ayrılman gerektiği için ayrılırsın. Hem doğayı seviyorsun hem arayışı… Kendini arayışını doğada da sürdürürsün. Evet, gezgin olmalı. Buldum değil mi?
BAYAN YAZAR – Gezgincilik bir iş midir?
BAY ŞAİR – Şairlik ne kadar işse, o da, o kadar iştir. E, hangisi?
BAYAN YAZAR – Öyle, onları da olmak isterdim, fakat ben müzik için dedim. Bestekâr
olmalıymışım. Çünkü ne zaman müzik aklıma gelse veya öyle bir konu geçse içim burkulur,
kendimde bir eksiklik ve koskoca bir pişmanlık duyarım.
BAY ŞAİR – Belki de manevi miras olduğundan çekiyor seni. Mevlana’nın ifadesiyle elest bezminin avazesi olan musiki, insanoğlunun ruhlar âlemindeki sergüzeşti ile başlamış. Ve Allah Teâlâ ile kullar arasındaki mükâlemeden doğmuş insandaki musiki aşkı. İlahi hitaba ve o sesteki letafete aşk. Tüm insanların ruhları bu hitabı işitmiş, ruhlarında ve bilinçaltlarında o aşkla yeryüzüne indiklerindeyse, yeryüzünde sesin en güzel şekli musiki ile dile geldiğinden ona tutulup, ona yönelmişlerdir ki, belki sendeki de bu aşktır.
Ya da belki de, her şeyde bir ahenk olduğundan sanat çekiyordur seni, hayattaki sanat. Her yerde gördüğün, müzikte de zirvesine vararak, varlıktaki birliği onaylayan ahenk çekiyordur. Kâinatta, atom altı parçacıklarından gök cisimlerine dek, yaşamın nabzının atışı gibi her varlıkta bir tını, bir ritim olduğu; kuşların, okyanusların, ağaçların, rüzgârların, gecenin bile bir sedası olup, koskoca bir orkestra oluşuyor. Ve o kadar farklı sesle seslendirilmesine rağmen, tıpkı farklı notalardan oluşan bir armoni gibi uyumlu… Ayrıca bütün sanatlar da, gizli bir müziğin eşliğindedir diyebilirim. Şiir zaten nesirden ziyade müzik, “Yarı yoldan ziyâde yerden uzak, / Yarı yoldan ziyâde mâha yakın.’’ deyişi gibi Haşim’in. Bir resimde uçar gibi dans eden renkler var mesela. Birisinin dediği gibi, gizli müziği duyanların ettiği veya ettirdiği dans. Ya da mimaride donmuş gibi tekrarlanan aynı notalar ki aşkla göğe yükselen ruhlara dalıp gitmek gibi. Burayla, başkalarıyla ve öteyle buğulanıp birleşen ve bir olan ahenk… Tabii bir de sazın, neyin, kemanın, piyanonun vs. şekil kazandırdığı sanat boyutuna geçen ses var.
BAYAN YAZAR – Kemanda bir doğruyu çizen tel var. Çizdiğini duyuyorsun, ister bir inilti
olsun ister bir gülümseyiş, her ikisi de çiziliyor. Çizgiyi de görüyorsun, çizildiğini de. Piyanonun tuşlarıysa bir su damlası, ister sert düşüş veya yumuşak kayış, ister ardı ardına veya aralıklarla vs. Kısaca hangi sürat ve hâlde olursa olsun mahiyeti damla damla.
BAY ŞAİR – Çizgi çizgi acı, damla damla acı…
BAYAN YAZAR – Sadece acı mı?
BAY ŞAİR – Hayır canım! İnsan ruhunu dalgalandıran tüm duyuşların, düşlerin, düşünce, olgu ve olayların, durum ve izlenimlerin, kısaca tele dokunur gibi cana dokunan varoluşların hepsi… İnsanlığı ilgilendiren ne varsa hepsi… Gerçi müzik neden söylemez ama… ama sende, varoluşun çözümsüzlüğünün acısı baskın çıkar.
BAYAN YAZAR – Herkeste bir şey baskın çıkabilir. Tutkusu neyse ya da sorunsalı neyse, işte o, öne çıkabilir. Hatta sanatı tamamen o çerçevede şekillenebilir.
BAY ŞAİR – O zaman herkes, herkes olmaktan çıkar. Hem neden genelledin şimdi bunu?
BAYAN YAZAR – Haklısın, herkes biraz fazla oldu. (Bir an) Ama nasıl genellemeden edebilirdim ki? Hiçbir sanat, müzik kadar çabucak sirayet edip, yayılıp, umumu kaplama özelliğine sahip değildir. Onun, yer yer çölleşmiş ruhlara bile kolayca ulaşımı vardır, kumları okşayıp vahayı akıllarına düşürüşü vardır. Bu kadar süratle ve çok etkin bir şekilde ruhları ele geçiren sanat yok… duyuşla ruh cereyanına kapılmak gibi bir şey… Belki notalar kadar maddesi ruh olduğundan (ruh ne kadar maddeyse artık!). Bazen bir şelale gibi ruhtan döküldüğünden, bazen bir yağmur gibi ruhtan yağdığından, bazen ruhun gözesi gözde ağladığından… Böyle büyüler gibi sarıp sarmalayan, duyanı görünmeyen âlemlere bile taşıyabilen, kapsayıcı, kaçınılmaz etki…
BAY ŞAİR – Biz de etkisine kapıldık galiba. Müzik fonunda senden bahsediyorduk ki, müzik öne geçti. Şimdi “A nâzik çalgıcı, bu gazelin geri kalanını, istediğim gibi sen say-dök artık.’’ (Mevlana, Divan-ı Kebir, VII,604, b. 8018.)
BAYAN YAZAR – (Duraklar) Henüz müzisyen falan olmadığıma göre, bunu (geri kalanını) geçelim mi?
BAY ŞAİR – (Belli belirsiz gülümseyerek) Şimdi nasıl geçeceğiz? “Kadınlar sansa da yaşadığını, / Şarkısız kaldıkça yaşamayacak.’’diyor şair.
BAYAN YAZAR – Fonda var ya, onunla yetinelim.
BAY ŞAİR – Peki, yetinelim. (Dikkatle bakar, sanki önüne müzik aletleri dağ gibi yığılmıştır da onu görmekte zorlanıyordur. Ayağı kalkar) Sahne uzaklığında kalmış gibisin ve ulaşamıyormuşum gibi… Yalnız, keman ve diğerlerinin arkasından bakabilirim ve yalnız icra ettiklerin hakkında konuşabilirim o kadar, senin değil. (Tekrar oturur)
BAYAN YAZAR – Yetmez mi bu kadarı?
BAY ŞAİR – Sen yeter diyorsan…
BAYAN YAZAR – Sen demiyor musun?
BAY ŞAİR – O sen olursan, demiyorum.
BAYAN YAZAR – Başkaları olursa?
BAY ŞAİR – Hangi sanat eseri olursa olsun, sanata daha iyi odaklanabilmek için sanatçıyı tanımadan, onun inişli çıkışlı hayatının gölgesi düşmeden üstüne, ondan bağımsız olarak yalnız sanatı, önce salt kendi gözümle, kendi gözümün güneşiyle görmek isterim. Ta ki mutlak olarak bakabileyim ve o eserle bütünleşebileyim. Ve o şekilde yorumlayayım, anlayayım, anlamlandırayım. Daha sonra, o sanatı üretip ortaya çıkaranı tanısam da fark etmez artık.
BAYAN YAZAR – Yaşamını bilmenin getireceği ön yargıdan mı kaçmak istiyorsun?
BAY ŞAİR – Değil, değil. Yalnız ipuçlarına tutunmak istemiyorum. Hiçbir iz ve işaretin hazır kolaylığında yürümek istemiyor ve sanatçının yaşamının izlerini eserinde aramak istemiyorum.
BAYAN YAZAR – Yolları kendimce ve kendim bulmalıyım rehber istemiyorum, diyorsun. Kaybolacaksam da kaybolmalıyım, bulmak için uzun saatler harcayacaksam da harcamalıyım.
BAY ŞAİR – Evet, ilk görüşüm öyle olmalı.
BAYAN YAZAR – Ee, bende sandım itiraz edip farklı görüş ileri süreceksin. Bu hususta benim gibi düşünüyormuşsun.
BAY ŞAİR – Ayrıldığımız yer şurası: Sen hiç tanımak istemiyorsun. Sadece eser diyorsun. Bense önce eser diyorum. İtirazım da var tabii, o da sana. O, sen olursan, sanatçı kimliğinden ötede, belki biraz daha fazla, yani çok fazla tanımak isteyebilirim.
BAYAN YAZAR – Belki?
BAY ŞAİR – Evet, belki. (Bir an susar.) Şaşırdın mı, bu cevap sana göreydi. (Yazar, soran
gözlerle bakar) Çünkü senin kesinliğe tahammülün olamayabilir.
BAYAN YAZAR – (Başını hafifçe sallar) Hı hı, olamayabilir.
BAY ŞAİR – (Gülümseyerek) Bak, yine seni düşünüyorum.
BAYAN YAZAR – (O da gülümser) Sağ ol.
BAY ŞAİR – (Aynı şekilde) Ve bestekâr olduğun gün, tekrar düşüneceğim bu konuyu.
BAYAN YAZAR – Tamam, olursam, o zaman düşünürsün. Şimdi dönelim mi önceki konumuza?

                (Devam edecek)
Paylaş

Bu Sayının Diğer Yazıları

Hangi Kitabı Yakıyorsunuz ?  / Şeref Akbaba
Deprem… / Ay Vakti
Taşlar Taş Üstündeyken / Yavuz Selim Yaylacı
Fahri TUNA’nın Gönlünden Kırklanmış Portreler... / Süheyla Karaca Hanönü
Sezai KARAKOÇ’u Yazmak İsterken – II / Semra Saraç
Tümünü Göster