Göğe Yazılan Mektup

“İbrahim,
Gönlümü put sanıp da kıran kim?”
Asaf Halet Çelebi

Bir çoban varmış.
Herkesler onu çoban bellermiş ama o, pek sevgili kuluymuş Allah’ın. Anlayacağın ermiş bir zatmış. Kayabaşı derler yüksekçe bir tepede köylünün ineklerini, koyunlarını yaylatırmış. Rezil düşman her bir yanına dağılmış ya memleketin bir gün bizim çobanın köyüne kadar gelmiş. Düşman bakmış akça pakça koyunlar meleşir, memeleri süt dolu koca koca inekler yayılıp durur çayırlarda. Hiç durur mı kafir? Komutanları seslenmiş:
“Tez zamanda öldürün şu hayvanları; sonra da yakın yıkın dört bir yanı.”
Bizim ermiş çoban ta ırak yerlerden duymuş bu konuşulanları. Hemen abdest almış, iki rekât namaz kılmış, Rabbine niyaz etmiş:
“Ey Rabbim! Düşman dayandı kapıya. Senden gayri kimim kimsem yok benim. Şu Müslüman ahalinin rızkını keferenin boğazından geçirme.” diye hem ağlamış hem dua etmiş.
Düşman atlarını tepeye sürmüş dört nala. Bunu gören çoban, sırtında kepeneği, elinde bastonu tekbir getirip bastonu çalmış koyunların sırtına. O pamuk gibi koyunlar top top kara çalı olmasın mı? Sonra bir daha tekbir getirip ineklere çalmış bastonunu. O koca koca inekler ulu çınarlara, meşelere, gürgenlere, ahlat ağaçlarına dönüvermesin mi? Düşman neye elini uzatsa, ağaca, çalıya çırpıya dönüyor ya, bu sefer tir tir titremeye başlamış. Bakmışlar sırtında kepeneği, elinde bastonu genç bir çoban… “Öldürelim şunu!” diye üstüne yürümüşler. Bir de ne görsünler? Çoban tekbir getirip bastonu kendi üzerine çalınca bir anda dalları ta göğe varan ulu bir çınara dönüşüvermiş. Düşmanı bir görsen… Çil yavrusu gibi dağılıvermişler. Kimi bayır aşağı sürmüş atını, kimi yayan koşmaya başlamış. Kimi attan yuvarlanıp, kimi korkusundan çatlayıp da ölmüş.
İşte böyle İbrahim. Allah’ın işine akıl sır erdirilemez. Şu Alamancıların Hüseyin Emmi var ya, onların Helga diye bi gelini var. İşte o gelin “Bunlar uydurma masal!” demiş de sağ eliyle o ağaçlardan bir dal parçası koparıvermiş. Valla daha yolun yarısında kadının sağ kolu, sağ eli, ağzının sağ tarafı bööyle Şam şeytanı gibi yamuluvermiş. “Anam bacım demişler. Sen n’aptın?” Getirmişler kopardığı dal parçasını, ağacın dibine bırakıvermişler. İşte o vakit düzelmiş kadının yamulmuş yerleri.”
Hişşşt İbrahim! Uyudun mu yoksa?
Uyumuş…

Anamın hikâyeleriyle büyüdüm ben. Siz benim büyüdüm dediğime bakmayın. Anamın gözünde daha on sekiz yaşında çocuğum. Hem tekne kazıntısıyım anamın, can yoldaşıyım. Ablalarım birer birer uçunca yuvadan, babam da rahmeti Rahman’a kavuşunca anamla kaldık mı baş başa. Liseyi yeni bitirdim. Üniversite sınavlarına bile girmedim. Kafam zehir gibiymiş, öyle der hocalar. Zehir olsa kaç yazar? Anamı bu köyde bir başına bırakıp nereye gideyim? Ben de çoban oldum köye. Koyunlarla, ineklerle dağ bayır gezerim.
Öyle boş boş gezmem ama. Çok okurum. Şehirdeki bacılarım “Sana kitap yetiştiremiyoruz” diye çıkışır durur bana. Çocukken de çok meraklıydım, şimdi de öyle…. Dağla taşla, uçan kuşla konuşurum; dertlenirim, dert dinlerim. Katıp sürüyü önüme her gün yeni yerler keşfederim. Hatta bazen köylü kızar bana:
“Ülen İbraam! Yine tee nerelere götürmüşsün davarları. Köyün çayırının canı mı çıktı yoksa?”
Diyemem ki köylüye, gördüğüm her yeni ağaçta, otta, börtü böcekte yeni bir mucize görürüm. Hem desem n’olcak? “Allah’ın otu işte.” diye dalga geçerler benimle.
Aramak benim için bir sevdadır. Küçücük köyde dön dolaş neyi mi ararım? Her bir zerrede kâinatı ararım. Ondan da öte aslını ararım. Zaten şu Dünya’da yeryüzünü, gökyüzünü güzelce temaşa etsen, üstüne tefekkür etsen, kendini arasan, hakikati arasan ömrün şu küçücük köyü anlamaya yetmez bile.
Gerçi anam kızar bana. “İbrahim” der. “Niye öyle kaval gibi uzatırsın başını göğe? Niye melül melül bakarsın yıldızlara, aya? Deli diyecekler oğlum sana.”
Anama demem, diyemem. Yalnız gönlüm bir çağlayan gibi konuşur.
Ey ana, ben İbrahim olmayı babamdan öğrendim.
Evvel babamdan öğrendim her şeyin bir kalbi olduğunu:
“Yalnız senin mi kalbin var sanırsın? Şu ağacın, dalda kuşun, gölde balığın…”
Evvel babamdan öğrendim rüzgârda unutulan mumun söneceğini:
“Öyleyse al mumu, koy gönlüne. İyice muhafaza et ki rüzgâr almasın. İman ateşi de öyledir İbrahim. Muhafaza etmezsen sönüverir.”
Evvel babamdan öğrendim batanın güneş değil, ömürden geçen gün olduğunu.
Evvel babamdan öğrendim göğü seyretmeyi. Babam, geceleri yıldızlara baka baka bana peygamber kıssaları anlatırdı. Yıldızlara baktım, aya baktım, güneşe baktım. Sönen, yitip giden, kaybolan, batan şeyler olamazdı benim Rabbim.
Babam elinde âsâsıyla putları kırışını anlatıyordu İbrahim’in. Ben İbrahim olup bütün putlarımı kırıyordum. Babam, Nemrut’un ateşinde bir gül goncası gibi taptaze duran İbrahim’i anlatıyordu, ben ateş bahçelerinde gül topluyordum. Hacer’ini Mekke çöllerine bırakıp gidiyordu, ben korkuyordum küçücük İsmail’in yerine. Rüyasında oğlunu kurban edişini görüyor, bu sefer de İsmail teslimiyetiyle bileniyordum. Tam da İbrahim’le İsmail, Kabe’nin duvarlarını yükseltirken ömrümün duvarı, dayanağı babamın sustu sesi.
Kabe’nin duvarları kaldı ellerimde. Babamın sesi, İbrahim’in nefesi kaldı. Ben de babamın ördüğü duvarlara dayadım kendimi. Nereye gitsem, nereye varsam, nereden yola çıksam İbrahimî bir bakışla baktım, İbrahimî bir duruşla durdum hep.
Anam merhametle çarpan bir yürek olduysa bana, babam da hikmetle bakan bir göz oldu. Bir insan daha ne ister ki şu hayatta? Daha neyi arzular?

Hayvanları yayladıktan sonra öğlen vakti pınara götürdüm. Baktım köyün delisi Memiş, oturmuş pınarın başına bir şeyler yazıyor.
Selamün aleyküm Memiş, ne yazarsın öyle?
“Mektuuup…”
“Kime yazarsın?”
“Söylemem.”
Adresin var mı peki elinde?
Adres ne ola ki?”
Tam da durmuş akıllı akıllı Memiş’e adresin ne olduğunu anlatacaktım ki Memiş benden hızlı davrandı.
“İbraam, söyliyim mi kime yazıyom?”
“Söyle bakalım Memiş.”
“Göğe yazarım, göğe…”
“E nasıl göndereceksin?”
“Ondan kolay ne var ki, tabi ki kuşlarla.”
Babam derdi ki, “Bir delinin görebildiğini görseydik olur muyduk bunca gaflet içinde? Akıllı insan dünya diye dolanıp durur kara çarşafa. Dolandıkça kat kat olur da yine de doymaz dolanmaya.
Memiş’e hiç ses etmeden ayrıldım oradan.
Ertesi gün ağılda koyunların, kuzuların içinde Memiş’e yine rastladım.
“Ne oldu Memiş, gönderdin mi mektubunu?”
“He ya verdim kuşlara.”
“Peki sordun mu onlara, iletmişler mi göğe?”
“Sen ne dersin İbraam, cevabı geldi bile.”
Bu kez tuhaf bir korku kapladı içimi nedense. Cevap neymiş soramadım. Memiş de bana sırtını dönüp konuşa konuşa uzaklaştı:
“Güneş bir mektup, ay ve yıldızlar mektup, üstünü örten gök kubbe mektup… Okuma bilmiyorsan ben ne yapayım?”

Paylaş

Bu Sayının Diğer Yazıları

Hangi Kitabı Yakıyorsunuz ?  / Şeref Akbaba
Deprem… / Ay Vakti
Taşlar Taş Üstündeyken / Yavuz Selim Yaylacı
Fahri TUNA’nın Gönlünden Kırklanmış Portreler... / Süheyla Karaca Hanönü
Sezai KARAKOÇ’u Yazmak İsterken – II / Semra Saraç
Tümünü Göster