Tövbekâr

     Üzerlerinde mavi çiçekli basma elbise, başlarında kırmızı kurdeleli tokalarla, iki küçük kız, ellerini çenelerine dayamış, pencereden dışarıya bakıyordu. Dışarda ilkbahar koskoca bir sofra açmış, rengarenk çiçekleri ortalığa salıvermişti. Çimenler bahçeleri yeşile boyuyor, ekinler boy veriyordu. Çocuklar gözlerini uzayıp giden ve gittikçe daralan demir raylardan ayırmıyordu. Evlerinin az ilerisindeki tren yolu ile yeni asfalt dökülmüş dar bir yol yan yanaydı. Önceki hali perişandı bu yolun. Adım başı çukurlar, irili ufaklı bir sürü taş, insanların da arabaların da ömründen ömür götürürdü. Arabaların ardında bıraktığı toz bulutu ciğerlere dolar ve neredeyse nefes almayı imkânsız hale getirirdi. Hele bir de yaz sonunda yakılan anızın kalıntısı küller ve kömürleşmiş otlar olur ve uçuşup yola savrulur, her yer siyaha keserdi. Neyse ki yeni belediye buralara bir el atmış ve yolu yenilemişti.

     İki küçük kız elleri çenelerinde treni beklerken dua ediyorlardı. “Ne olur babamız bir daha hasta olmasın, yine nöbet geçirmesin Allah’ım.”

    Baba, işyerine alınacak bir makine için birkaç gün önce bir yolculuğa çıkmıştı ve bugün dönüyordu. Çocuklar bugünü iple çekmişlerdi ama bir yandan da babayla geçen zamanlarda yaşadıkları  hayal kırıklıklarını hatırlayıp korkuyorlardı. Çünkü adam bitip geçmeyen bir hastalığın pençesindeydi. Doktor “panik bozukluk” gibi bir şey söylemiş, ilaçlarla birlikte bir sürü tavsiyede bulunmuştu. Ama her defasında bu tavsiyeler de tedaviler de havada kalmış ve adam bu ilaçları kullanmamıştı. İyileşmek istemiyor gibiydi ya da buna cesareti yoktu. Bir de üstüne üstlük son zamanlarda kalp hastalığı çıkmış, ara ara kendini yoklar olmuştu. Karısı, bir anda olmadık bir yerde yığılıp kalmasından korkardı. Evde sık sık ataklar geçirir, hırçınlaşır, kendisini de etrafındakileri de yer bitirirdi. Göğsü daraldıkça daralır, ölecekmiş gibi olur ve o anlarda bir kasvet dolanır dururdu evde.  Birbirinden kaçan korkulu ve yıkılmış, minik bakışları fark ettiğinde çok geç olur; bu durumu derleyip toparlamak da anneye düşerdi. Sonra baba kendine gelince  kavurucu pişmanlığı yorgun kollarına alır, kocaman bir  ölüm korkusu ağarmış saçlarından yüzüne doğru akar, ağlaya ağlaya ,dövüne dövüne odasına geçer ve uyumadan önce yine tutamayacağı bir söz verip tedaviye başlama kararı alırdı. Ertesi gün her şey unutulmuş gibi yapılır, baba, kızlarını mutlu etmeye bakardı. Onları çarşıya götürüp istediği şeyleri alırdı.

   Mavi gözlü bir kentin şirin bir ilçesiydi yaşadıkları yer. Bahçeleri alçak duvarlarla birbirinden ayrılmış evlerden çocuk sesleri gelirdi. İki kız o duvarlara tırmanıp şen çocukları izlemek isterlerdi hep. Sonra bundan vazgeçip hızlıca oradan uzaklaşır ve birden görünmez olmayı dilerlerdi.

   Pencereye tünemiş iki güvercin gibi, iki küçük kız oyuncak saati getirip koydular karşılarına. Yine bir krizden sonra, babanın gönül almaları sırasında eve gelen bir oyuncaktı bu. Saat gerçekmiş gibi “tik-tak” sesleri çıkarıyor ve beraber geçirdikleri en kıymetli zamanları ölçüyordu. Küçük kız düğmesine basıp zili öttürmeyi çok seviyordu. Ablayla kararlaştırdılar; trenin sesini duyar duymaz düğmeye basıp istasyona koşacaklardı.

   Arka vagonların birinde bir koltukta oturuyordu baba. Küçük istasyonlar bir bir arkada kalırken yolcular inip biniyordu. Yüksek basamaklı taş merdivenle çıkılan iki odalı evi aklına geldi. Küçük meleklerini ve onların sorumluluğunu omuzlarına yüklediği karısını düşündü. Nasıl ödeyecekti haklarını? Kendisini affettirebilmenin yolu neydi ve eşinin ailesine kendisini nasıl sevdirebilirdi? Kendince bir şeyler düşünmüş ve hem karısına hem de kızlarına birer altın bilezik almıştı. Belki işe yarar diye ümit ediyordu. Birkaç saatlik yolu vardı, biraz uyumayı düşündü. Anne babasının nasihatleri kulağında çınladı birden. Her defasında yeni ümitlerle girdiği işlerden bir bir çıkışı ve tutarsızlıkları geldi gözünün önüne. Kendi kendisiyle hesaplaşmaya girişti

   Nedendi bu inadı bilinmez; sanki rahatlığa ve sükûnete karşı elle tutulur gözle görülür bir direnç içerisine girmişti şu hayatta. O yüzden mi her defasında tedaviyi yarıda bırakıyor, o yüzden mi edilen nasihatleri bir bir tepeliyor ve kendine bir türlü çekidüzen vermiyordu? Geçen yıl karısının, çocukları alıp babasının evine gidişiyle işler büsbütün sarpa sarmış kendisi de evde yalnızken üst üste nöbetler geçirmişti. Karısı verilen sözlerin havada kaldığını bildiği için eve gitmek istememiş, hatta çocukları da salmamıştı. Adam bin bir rica minnet ve büyüklerin araya girmesiyle çocukları almaya ikna edebilmiş, travma üstüne travma yaşayan çocuklar da oraya gitseler annesiz, burada kalsalar babasız olmanın vereceği çaresizliği yüklenerek babayla birlikte eve dönmüşlerdi. Çocuklar ağladıkça baba onları avutmakta zorlanıyor ve yeni alınan okul eşyalarıyla oyalamaya çalışıyordu. Abla o yıl okula başlayacaktı. Anne ta uzaklardan kızının okul heyecanına ortak olmuş bir iki beden büyük siyah önlüğü dikip göndermişti. Biraz para, biraz hasret, çokça öpücük ve hayata dair ne kadar umudu varsa hepsini önlüğün iki büyük cebine doldurmuştu. Ördüğü beyaz dantel yakayı da ütüleyip düğmelemiş, bir de mektup yazmıştı. Kendisi mutlu olunca kızların da mutlu, mutsuz olunca kızların da mutsuz olacağını bilen anne mektubunda, (doğru olmasa da)  ne kadar rahat olduğunu, sadece kendilerini çok özlediğini yazmıştı.

   Baba trendeki koltuğunda şöyle bir toparlandı. Uyumayı düşünmüştü ama kimi zehir kimi tatlı hatıralar uyutmuyordu bir türlü. Eli kolu karıncalanmaya başladı ve midesinde bulantı duydu; adam hatalarından iğreniyordu adeta.

   Tren dumanını tüttüre tüttüre giderken babanın yüreğine, hatırladığı her sahneyle birlikte bir şeyler saplanıyordu sanki.

    Neyse ki anne daha fazla diretmemiş bir süre sonra yeni bir ümitle evine dönmüştü. Evdeki heyecanlı buluşmanın ardından gelen huzur fazla sürmedi; adam yine aynı adamdı.

   Yokladı zihnini, kalbini, bu zamana kadar yaşadıklarını ve yaşamadıklarını hep yokladı adam. Ya şu yolculuk sırasında bir atak gelse göğsü daralsa, o dehşet anını bir daha yaşasa ne yapacaktı? Soranlara, o anları tarif ederken “ölecekmişim gibi oluyor ,tüm vücudumdan bir ter söküyor ,bir titreme alıyor ,bildiğin gibi değil”, diyor sonra da korkulu bir bekleyiş içine giriyordu . Her defasında yarım bıraktığı o ilaçları kullanmamanın verdiği büyük pişmanlığı en çok şimdi hissediyordu.

   Bu tren vagonunda hataları, kederleri ve bir hayli  tedirginliğiyle baş başaydı işte. Zararın neresinden dönse kârdı . Esaslı bir tedaviye başlamalı, sebep olduğu huzursuzlukları bitirmeliydi artık. Bu defa kararlıydı, tedaviyi yarım bırakmayacaktı. Bu güzel haberi ve aldığı altın bilezikleri vermek için sabırsızlandı, kalbi pır pır oldu. Yüzüne bir gülümseme yayıldı, heyecanlandı. “İyileşeceğim inşallah ve meleklerimi kanatlarımın altına alacağım” dedi kendi kendine. “Annelerini de hiç kırmayacağım, doktor ne derse onu yapacağım harfiyen”.  Heyecanı giderek artıyordu. “Rabbim tüm yapıp ettiklerime tövbeler olsun, pişmanım beni affet…” Dili duadaydı, kalbi ise son çırpınışta.

   Dışarıda bir bahar vardı. Efil efil sallanan mor sümbüller ve nergislerin kokusu, ikindi rüzgarlarıyla bahçeleri dolanıyordu. Uzun kavak dallarının arasından sızan güneş yavaş yavaş yere inerken tren menziline varmıştı. Yolcular bir bir indi ama kimse, beyaz, gür saçlı adamın hareketsizce koltukta kalakaldığını fark etmedi.  Son kez meleklerini göremeden, pişmanlık dolu sözleri ile tövbekâr adam en son nefesini iki istasyon geride bırakmıştı.

     Pencere önünde iki küçük kız, treni görür görmez oyuncak saatin düğmesine basıp istasyona koştular. Kırmızı kurdelelerini rüzgâr savuruyor, sevinç çığlıkları, havaya karışıyordu. Anne beyaz baş örtüsünü düzeltip mutluluk hayallerini tazeledi. “Her şeye yeni baştan…Belki…” diye ümitlendirdi kendini. Yolcular sevimli meleklerin başını okşadı ve onlara birer gülücük verdi. Onlarsa babalarının trenden inmesini bekliyordu. Gözleriyle vagonları indirdiler tek tek. Ama baba inmedi…  

-Uyuyakalmış, dedi birisi. Çocuklar ellerinden tutup çektiler, öptüler uyanmadı. Seslendiler, bağırıştılar gözlerini bile açmadı.

   Trenle birlikte gelen rüzgâr kavakları, servileri salladı, bademlerin çiçeklerini döküp saçtı etrafa. Asfalt yol toz içinde kaldı. Tren doldu boşaldı, babadan geriye bir bavul ve iki yetim kaldı. Bir de omuzlarındaki dağ gibi yükün üstüne dökülen, oyalı beyaz başörtüsüyle kenarda ağlayan bir anne. Kanatlarını alabildiğine açıp, iki küçük kızı sarıp sarmalayıp, gözyaşlarını silen bu kadın durduğu yerde bir dağ oluverdi sanki. Kızlar da bu dağın yamacında yetişmeye bakan iki fidandı. Ama onlar da sanki birdenbire büyüyüp, kantarların tartamadığı yükü anneyle bölüşüp sırtlandılar. Küçük kızı babanın çalıştığı iş yerine işçi olarak aldıklarında kız bir anda, evin küçük babası olup çıkıverdi. Ablayı da dikiş kursuna yazdırdılar. Eli bu işlere yatkın ve pek maharetliydi. Anne yüksek basamaklı taş merdivenle çıkılan bu küçük evi adeta bir tamirhaneye çevirmişti: İşi geçmişi onarmaktı. Abla zaman zaman eskilere gidip, dolar, taşar istemeden de olsa “keşke güzel bir anım olsa da anlatsam” dediğinde anne; odalarda yankılanan rutubetli, paslı, ciğeri kesen hatıraları silmeye, unutturmaya, eksiltmeye çalışır, nerede bir mutlu anı kırıntısı, nerede bir huzurlu hatıra varsa bulup çıkarır, onu bir güzel parlatıp anlatmayı pek güzel becerirdi. Seçtiği hikmetli ve yer yer coşkulu sözlerle konuşmanın hakkını vererek tane tane anlatır ve bilgeliğini tel tel dokurdu iki yetimin hafızasına. Dünyada kendilerinden başka kimse yok gibi hissettiren, yalnızlığın duvar diye örüldüğü bu ev, üçünü de bir okul gibi eğitmiş, bir dervişin çilehanesi gibi pişirmişti.

   Kızlar yaşıtlarından çok önce büyüdüler. Sırtlarını dayadıkları dağdan kaynayıp, coşup aktılar birer ırmak gibi.

   Zaman geldi bir düğün kuruldu. Abla telli duvaklı gelin olurken hiç tanımadıkları bir adam çıkageldi. Gelinin avucuna bir not ve bir küçük kutu tutuşturup uzaklaştı. Kutudan üç altın bilezik çıktı. Notta da şunlar yazılıydı: “Falanca zamanda falanca trende beyaz, gür saçlı bir adamın cebinden, o uyurken üç altın bilezik çalmıştım. Şeytana uydum, ama çok pişmanım. Size babanızın hediyelerini getirdim, affedin beni”.

Paylaş

Bu Sayının Diğer Yazıları

Hangi Kitabı Yakıyorsunuz ?  / Şeref Akbaba
Deprem… / Ay Vakti
Taşlar Taş Üstündeyken / Yavuz Selim Yaylacı
Fahri TUNA’nın Gönlünden Kırklanmış Portreler... / Süheyla Karaca Hanönü
Sezai KARAKOÇ’u Yazmak İsterken – II / Semra Saraç
Tümünü Göster