Kuyudan Miraca

Yalçın dağları aşan sabah, ovaya yeni bir günü müjdeledi. Sabah yeli dar kapıyı araladı, kuyu açıldı. Köpük köpük sırlar saçıldı etrafa. Küçük Hasan ayakkabılarını çıkardı, bildiği duaları okudu, iri gövdesini kuyuya bıraktı, şelaleden düşer gibi kuyuya indi. Kuyunun duvarları Arif’in yüzüyle karşıladı Küçük Hasan’ı. Tüfek patlayınca al, salâ verilince ak olan yüzüyle… Ne çok severdi Arif’i, Çerkez Arif’i, Hafız Arif’i! Sütkardeşiydi, yedikleri içtikleri ayrı gitmezdi. Küçük Hasan da anlamamıştı; elindeki av tüfeği birden patlamış, domdom kurşunu Arif’i bulmuştu. Küçük Hasan kucağına alıp Arif’i, yoldan geçen arabayı durdurmuş, doğru hastaneye götürmüştü. Doktorlar kara haberi verince Küçük Hasan’ın dünyası başına yıkılmıştı. İki jandarmanın arasında zanlı, hâkim karşısında mahkûm, cezaevinde Küçük Hasan…
Kazmanın sesi dindirebilirdi vicdanının hıçkırıklarını. “Ben cezamı çektim, diyetimi ödedim, peşimi bırak vicdan!” diye ünledi Küçük Hasan. Kuyu sesleri çoğaltmaz; yutardı. Küçük Hasan bunu bildiği halde yine de bağırmıştı. Lületaşı arayan gözleri, kazma tutan ellerine takıldı, katil parmaklarına… “Bilerek yapmadım, kazayla oldu.” diye Küçük Hasan savunmaya başladı. Kazma sesi, lületaşını gösterince Küçük Hasan sustu ve taşı topraktan ayırdı. Şu taş kadar yumuşak, beyaz ve zarif olabilmek… Cevherine rağmen susabilmek, birilerinin bulmasını yıllarca beklemek…
Kuyu kıvamına getirirdi adamı. Nice kanun kaçakları bile evliya olarak çıkmıştı kuyudan. Kuyu sessizliğinde döver, pişmanlık ateşlerine sokar, yakar, kavurur, susturur, yumuşatırdı. O bir gayya kuyusudur; yakıtı taşlar ve insanlardı. Günahın ahlarından tövbenin aflarına götürürdü. Onun içi “Öldürür” derlerdi ama önce oldururdu; olmayan da ölmezdi hani.
Küçük Hasan kuyuya şöyle bir göz attı, cezaevini hatırlattı, Eskişehir Cezaevi… Müdürü, gardiyanları, koğuşları, mahkûmları ile tam bir rahle-i tedrisattı. Kendinden başka kimseyle uğraşmamayı öğretirdi ilkin. Kendi suçundan başka büyük suç görmemeliydi. Küçük Hasan, cezaevinden çıkarken bu melekelere sahipti. Kendisini vahşi, başkalarını yahşi görürdü. Daha kazanacağı çok özellikler vardı Küçük Hasan’ın. Kuyu bu yüzden cezp etmişti. İşte bu sebepten Başören Köyü’ne gelmişti. Zümrüt ağaçları, billur suları, mis gibi havası ile cennet bahçelerinden bir bahçeydi adeta. Her sabah çam kokularının zindeliğiyle uyanmak, ciğerlerini dağ havasıyla doldurmak, kuyuya gidip taş çıkarmak, akşam domuzlar yolunu kesmeden eve dönmek… Küçük Hasan’ın Başören’deki bir günü böyleydi. Ama kuyuda zaman, mekânın esiri oluyor; kuyunun istediği ânı duvarlarına getiriyordu. Zaman kuyunun elinde bir ipti; bazen yılan bazen asa oluyordu. Kuyu sihirbaz da değildi. Apaçık bir mürşitti. Yusuf’a ne gösterdiyse, Ashab-ı Kehf’e ne buldurduysa kuyuya ve mağaraya gelenlere kabiliyetleri nispetinde belletecekti. Küçük Hasan Yusuf’u düşündü kör kuyuda. Yakup’un kör gözlerini Yusuf’un gömleğinde… Saray’daki Züleyha kuyusunu, saltanat uykusunu da…
Küçük Hasan, lületaşını evire çevire inceledi. Taş denilemeyecek kadar yumuşaktı. Taşa bile bu narinliği veren Yaradan, insana kim bilir ne hassasiyetler bahşetmişti? Aktaşı, tırnaklarıyla çizmekten korktu. “Taş altı” deniliyordu bu büyüklüktekilere. Kolye, ağızlık yapılırdı. Ustası taşın dilinden anlar, gün görüp sertleşen taşı tekrar eski haline getirir, yontar, şekil verirdi. İnsan da öyle değil miydi? Güneşi görünce başlardı karanlıkları…
Zaman, duvarlara Musa’nın ellerini resmetti. Yanlışlıkla bir insanı öldüren eller… Göğsünden beyaz çıkan eller… Sina Dağı’nda dua dua eller… Yalvaran, yakaran eller… Nalınları çıkaran, kavmini uyaran eller… Ne de çok benziyordu Küçük Hasan’ın elleri… Celal ismiyle açılan, Settar ismiyle kapanan, ruh ağacının dalları eller… Kuyunun bağrında ağaran eller… Nura batan eller… Kelimeleri eksilten eller… Elleri ağartan taşlar… Nura boyanan taşlar… Sessizliği çoğaltan taşlar… Eller ve taşlar, kuyunun Allah’la rabıtasıydı…
Küçük Hasan elinde taşla yüreği geçmişti. Nur yüzlü pir-i fâninin etrafında halka oluşmuş, Küçük Hasan da halkaya dâhil olmuştu. “Orta yolu takip et!” diyordu Küçük Hasan’a. “Ortaya gel, ortadan git!” diye sıkı sıkı tembih ediyordu. Etrafındaki halkadan, ihtiyar zatın Hacı Hilmi Efendi olduğunu işitiyordu. Lületaşı elinden düştü ve uyandı. Akşam köy kahvesindekilere soracaktı, “Hacı Hilmi Efendi kimdir, nerededir?” diye. Sabırsızlıkla güneşin batmasını, kahve önünün dolmasını bekledi. Köyün ileri gelenleri masalarda yerlerini alınca Küçük Hasan damdan düşer gibi:
“Hacı Hilmi Efendi kimdir, bilen var mı ağalar?” diye sordu. Hatırı sayılır kişiler birbirlerine baktılar, fısıltıyla konuştular:
“Kutbu azamdır, Muttalip’te, sen ne yapacaksın?” dedi bir ihtiyar.
“Yarından tezi yok” dedi Küçük Hasan, “Muttalip’e gidip Hacı Hilmi Efendi’yi bulmalıyım, bu rüya bir işaret bana.”
Küçük Hasan ayı iniltileri, domuz homurtularıyla sabahı zor etti. Doğru Muttalip’e gidecek, Hacı Hilmi Efendi’nin eteğine kapanacak, remzini soracaktı rüyanın. Nihayet güneş Başören’e doğdu, Küçük Hasan yola koyuldu. Önce şehre oradan da Muttalip’e geçti. Dolmuşların son durağından ağaçlı yola saptı. Okulun yanındaki kahveye vardı, selam verdi ve Hacı Hilmi Efendi’nin nerede olduğunu sordu. Camii gösterdiler, yolun ortasında kalan, Orta Camii… Küçük Hasan, “Ortaya gel, ortadan git!” sözünü tekrarladı, “Orta Camii mi kastetmişti mübarek?” diye sormadan da edemedi. Ceviz ağacının gölgesinde camii buldu, cevizin yeşili girişteki mezarlığa da vurmuştu. Küçük Hasan, rüyasında gördüğü nur yüzlü ihtiyarın kendisine el ettiğini gördü, kalbi yerinden çıkacaktı sanki. Hızlı adımlarla yanına vardı, eteğine kapandı. Hacı Hilmi Efendi, Küçük Hasan’ın başını okşadı, ötelerden gelen sesiyle:
“Bir hafızımız göçtüyse yerine bin hafızımız yetişir Allah’ın izniyle…” dedi.
Küçük Hasan hıçkırıklarla ağlamaya başladı. Hacı Hilmi Efendi’den gözlerini kaçırdı:
“Hafızların yetişmesi için ne gerekirse yapmaya hazırım, Arif’in yerine niyet edeceğim.” dedi.
“O vakit gelen talebeleri karşıla, onları odalarına yerleştir ve ihtiyaçlarını karşıla!” diye buyurdu Hacı Hilmi Efendi.
O gün bu gündür Küçük Hasan, hayatını Kuran’a ve onun talebelerine adadı, onlarla mesut oldu. Her hafız namzedini karşılarken aklına Arif geldi, ağaçlı yol boyunca kuyudan öğrendiği sessizlikle içindeki yaşları söndürdü.

Paylaş

Bu Sayının Diğer Yazıları

Hangi Kitabı Yakıyorsunuz ?  / Şeref Akbaba
Deprem… / Ay Vakti
Taşlar Taş Üstündeyken / Yavuz Selim Yaylacı
Fahri TUNA’nın Gönlünden Kırklanmış Portreler... / Süheyla Karaca Hanönü
Sezai KARAKOÇ’u Yazmak İsterken – II / Semra Saraç
Tümünü Göster