Hakkı Bey’in Odası

Biz Hakkı Bey’le aynı apartmanda otururuz. O, benim bir üst katımda yaşar yıllardır. O da ben de yalnızız. Evlendi mi evlenmedi mi bilmem, ha ben mi? Ben evlenmedim canım.
Şimdi size üst katımdaki bu evin bir odasını anlatacağım. Orayı gören tek kişi olduğumu tahmin ediyorum. Hiç kimsenin uğradığını görmedim Hakkı Bey’e. Çok da ihtiyaç duymadım “Abi, sana gelen giden var mı?” diye sormaya. Ben gidiyorum, görüyorum işte. Bu bahsi geçen odanın bir fotoğrafını gösteremem size, zaten göstersem de “Vay be ne odaymış!” demezsiniz. Hepimizin evinde var olan odalardan biri. İşte bu odayı bu kadar önemseyip anlatmamın sebebi de bu. Olağanüstü bir yanının olmaması.
Girer girmez kapının tam karşısında bir pencere. Yazları kuş konduğunu anlatır durur. Sohbetimizin bir kısmını odasına ayırmaktan keyif duyar Hakkı Bey. Benim ilgimi çektiğinden mi anlatır, yoksa o hep anlattığı için mi bu oda benim ilgimi çeker oldu bilmiyorum. Sanırım üçüncüsü.
Aynı cephede olmadığımızdan geldiğimde mutlaka bir kere pencereden dışarı bakarım, farklı ne var diye. Bahsettiği kuşları bir defa olsun görmüş değilim, ama inanırım. Genelde yazları çağırmaz zaten. “Pek sevmiyorum yazları be Mustafa” der.
“Ben de abi” derim. Bilmem sever miyim? Hiç düşünmedim.
Odanın sağ duvarına yaslı koca bir gardırop vardır, beyaz. Sürgülü. Sakince durur. “Eşyalar çok sakin değil mi Mustafa?” der bana. Önceleri Hakkı Bey derdi bunu, artık eşyaların kendisi diyor. “Baksana ne telaşsızlar, bizi beklerler, durup dururken evham yapmazlar, bizi de sükûnete davet eder gibi bir halleri var.”
“Yok, abi” derim. “Benim çamaşır makinesinin bir derdi var; arada banyodan oturma odasına geliyor.” Güler buna bayağı, “İyi de Mustafa o, seni işe yetiştirecek; ertesi güne yıkaması lazım her şeyi.”
Bu beyaz dolabın içinde muhtemelen kıyafetleri, üstünde her an kıyafetlerini derleyip toplayıp içine sığdıracak, arkasına bakmadan yollara çıkacak lacivert bavulu durur. Yanda da tekvando madalyaları sarkar Hakkı Bey’in; dolabın üstünden. “Abi, sen gençken tekvando mu vardı?” derim sırıtarak.
-Ben gençken her şey gençti Mustafa, daha yeni soluk almaya başlamıştı kâinat. Ağaçlar yeni kondurulmuştu dünyaya, yemekler yeni icat edilmişti. Meteoroloji diye bir bilim olduğunu ilk biz keşfettik göğe baka baka.
İlkin dünya düzdür dedik, sonra aramızdan biri yuvarlak dedi, dövdük onu iyice. Peygamberler çıktı aramızdan, mucizeler gösterdi. Yusuf, kuyudan çıkarıldı, birkaç yüzyıl sonra fener icat edildi. Bak, ilk feneri ben aldım. İlk sanat filmi çekildi, ilk ben gittim. Bir resim müzesi var ya şehirde, orayı hiç kimse gezmeden ben gezdim. Bu dünyaya ilk ben geldim, son ben gideceğim. Sen de gelmiş bana abi tekvando var mıydı, bilmem ne…
-Abi, derim gülerek, Afrodit güzel miydi, onu da görmüşsündür sen.
-Afrodit’i bilmem de Neriman güzeldi Mustafa.
-Abi Neriman kim, gençliğinde mi aşıktın?
-Mustafa hadi çayını iç, soğutacaksın.
Beyaz dolabın tam karşısında bir kanepe bulunur, ben geldiğimde onun ucuna otururum. O da bazen kanepenin bana en uzak köşesine, bazen de pencere yanına koyduğu tabureye oturur. “Abi o kadar uzak gitmeseydin,” derim. “Odayı da misafir ediyorum Mustafa, alınmasın sehpalar, kapı, duvarlar. Herkese eşit mesafedeyim.”
-Aman diyim Hakkı Bey, herkese eşit yakınlıkta olma. O biraz tehlikeli, mesafen değişkenlik göstersin kitlelere. He illa eşit olacaksan eşit uzaklıkta ol herkese. Neden o an “bey” derim acaba Hakkı Bey’e. Abi, efendi. Kayınbirader olsun hadi.
-Bey bizi biraz uzaklaştırmıyor mu Mustafacığım?”
Yok Hakkı Bey, ne uzaklaşması, herkese eşit mesafede. Bey işte.
İçerden kedisi gelir Hakkı Bey’in. Tam konuşmanın burasında.
-İnsanın öyküsüne isim koyması gibisi yoktur Mustafa. Okuyunca ben koymadım sanırsın. Öyle eve yeni bir şey almış da ilk kendin fark etmiş gibi. Anladın mı?
-Abi, kedinin adı ne?
-İrma.
-Abi İrma ne Allah aşkına? Genç kız mısın sen?
-İrma’dan ne anladığına bağlı Mustafa. Neriman koymadığıma şükret.
İrma-namı değer Neriman- koca kıçlı, sarı-kahverengi tüylü, haddinden fazla neşeli bir kedidir. Durmadan kendini sevdirir, durmadan. Hakkı Bey de durmadan sever.
Abi Allah aşkına dur, durmadan sever mi insan? Hiç demez mi ara vereyim, soluklanayım? Sevmeden önce nasıl biriydim?
“Kindar, aksi, nalet biriydim Mustafa. Sevince kendimi büyük meydanlarda yendim. Göstere göstere dövdüm kendimi. Varlığımı kenarlarından kıra kıra kabına yerleştirdim, bir biçim aldım. Bir an dursam bir yerim eksik kalırdı. Olmaz öyle, severken duramazsın.”
Boşluğun kenarlarından birine hizalı bir masa vardır. Solda, ilerde. O da beyaz, marketin aktüel ürünlerinden almış. Bir hasırdan örme sepet masanın üstünde, içinde market kekleri. Limonlu. Gelenlere anında ikram etmek için.
-Maşallah abi derim, evi iyice otobüse benzetmişsin, muavinlik mi yapacaksın bana? Hem kimler geliyor ki sana başka?
-Sen geliyorsun ya.
Doğru, ben severim limonlu keki, gerçekten tek ben geliyorum demek ki bu eve. Sevincim, gururum pekişir. “Öyle uzun yolda hâli hissi iyi geliyor bana, evden çıkmadan şehir şehir geziyorum. Bak şuradaki fotoğraf albümüne bakıyorum, öyle mazota para da vermiyorum.”
Abi sen nasıl böyle güncel bir adamsın? İyice sevesim kucaklayasım geliyor burada Hakkı abiyi. Öyle ki Hakkı abi diyorum, varın siz düşünün. Hakkı abi köşe yazarı olmayı düşündün mü hiç?
“Yağmur geliyor Mustafa bak! Akşam oluyor, karanlığa kalacağız. Hem yağmur hem karanlık. Kaldırabilecek misin? Hadi benim pencerem var, sen ne yapacaksın Mustafa?”
Daldı gitti bu adam yine.
-Abi çamaşırlar yok değil mi askıda?
-Olsa da izleyeceğim bu yağmuru Mustafa. Olsa da izleyeceğim.
Susar, yağmuru izleriz. İlk sevgilisiyle ilk yağmura yakalanan birileri gibi. Hep münasebetsiz bir şaka yapasım gelir böyle sessiz, anlamlı anlarda. Bu adamın hisli durumu bende hem ağlamak hem de dalga geçmek arzusunu ateşliyor. Bazen o kadar uzun tutuyor ki hissetmeyi…Onun, görmemi istemeyeceği yerlerini çırılçıplak görmüş gibi hissediyorum. Ben böyle olsam bu kadar duyguyu vücuttan bir şekilde atmak gerekir diyip kusarım herhalde.
Odadaki tek ışık; duvarda asılı, çerçeve içindeki işlemeli kumaşın beyazı. Bir çiçek elle dikilmiş üstüne. Pek bir göz alıcılığı yok ama gözümü alıyor. Çiçeği mor, sapı yeşil. Baklava desenli çizgiler var tüm kenarlarına paralel. Bu çiçeği sorsam Allah bilir neler anlatır bana. Sormayacağım. Bunu da ben hayal edeceğim. Bu adamın bu hisli hâline bakıp olmuş olacakları tahmin etmeye çalışacağım. Neyi umacağımı, neye cevap vereceğimi, neyi kutsayıp neyi çiğneyeceğimi şaşırıyorum. Odanın ruhu beni de avcuna aldı sanki. Bu adam bundan mı böyle acaba? Eskiden yağmur yağınca bir kendi böyle olurdu. Artık ben de hisli, ele geçirilmiş, az evvel boğulmaktan kurtulmuş gibi bir hâldeyim. Ben böyle işin Erdal kere…
Saatin tik takı da evin sahibi gibi sakin, anlamlı ama azarlayan bir yanı da var. Tüm zamanları biliyor gibi. Kıskıvrak yakalanıp saat yuvarlağının içine atılmış gibi hissediyorum. Saatin de senin gibi hiç durmuyor maşallah, ona da mı anlattın bu durmadan sevme işleri seminerini? Bunları içimden diyorum. Saat, mahalledeki müteahhitten alınmış, üstünde amblemi… Yuvarlak, çerçevesi mavi, alnı geniş. Avurtları çökmüş. Yaşlanmış saat mi olur diyorum? Ne hayal ediyorum? Hem neden bir yüz bulmaya çalışıyorum ki ben bu odadaki her şeye? Her şeyin bir anlamı olmak zorunda mı?
-Mustafa, ben her şeyde derin bir hikmet aradığım için her şeyde derin bir hikmet buluyorum.
-Abi, ben gidiyorum. Işık bile açmıyorsun.
-Sen burayı terk edince her şeyi burada bırakacağını mı sanıyorsun Mustafa?
-Abi… Ne diyorsun? Ben gidiyorum. Bunaldım biraz, hem benim askıda çamaşırlarım var.
Hakkı Bey; -hiç unutmuyorum- gözlerini gözlerime dikip sanki onun bu pek gizli hikâyesini size anlatacağımı bilir gibi, bir de sesine gizem katmaya çalışarak “Hakkı Bey hangi odadaysa Hakkı Bey’in odası orasıdır.” diyor. Abi git işine sen benimle alay mı ediyorsun? Gülüşe bak. İzin vermiyorum odanı peşime takmana, al bak gidiyorum.
Bana rahatsızlığın yanında başka neler hissettirdiğinden emin olamadığım için ertesi gün yine bu odanın yolunu tutarım. Bin defa gidip duvar boyasını ezberlediğim bu odanın bana ya kendisi ya sahibi mutlaka bir şey anlatır. “Oğlum, Mustafa, bağımlı olduğumuz şeyler hep sevinçli olduğumuz yerler değildir inan ki. Seni çağıran yer, her şeyden önce seninle konuşacak. Öldüğünde ardından bakmayacak, o da seninle girecek mezara. O yüzden geldin buraya.”
-Tamam abi, tamam. Ben bu savaşı kazanamam. Sen bana bir limonlu kek sarsana oradan!

Paylaş

Bu Sayının Diğer Yazıları

Mevlânâ Ne’miz Olur / Enes Güllü
Heveskar / Şeref Akbaba
Nuri Pakdil “Çiçeklerden Bir Bazuka” / Suat Savur
Doç. Dr. Salih Uçak ile Söyleşi / Ali Yaşar Bolat
Erzurum Şehrine Sevdalı Ağabey / Selami Şimşek
Tümünü Göster