Çekmece

Mavi tükenmez kalem söylenip duruyordu:

-Sahip beni ne zaman kullanacak ya hu?

Üzerine iliştirildiği mavi ajanda sükûnetle karşılık verdi:

-Bekle kardeşim, elbet sıra sana da gelecek. Bak şu kutuya, senin gibi bekleyen bir sürü kalem var.

 Gerçekten de bal peteği desenli metal kutuda bir sürü kurşun kalem, tükenmez kalem, silgi ve kalemtıraş vardı. Hepsi itaatkâr biçimde bekliyorlardı. İki küçük makas sakarlıkları, dijital ateş ölçer de tüm dikkati ile metal kutudaki yerlerini almıştı. Sahibin en çok kullandığı ağrı kesiciler de bu kutudaydı.  Pembe bir ataçsa neyi nereye tutturacağını kestirmeye çalışıyor, aynı zamanda yanındaki yara bandının endişesine ortak oluyordu. Öyle ya, yara bandı acaba hangi mikroba göğüs gerecek, hangi kanı emecek ya da hangi yaranın kabuğu olacaktı kim bilir?

Sahibin çekmecesinde sıradan bir gündü o gün. Ara ara sesler azalıp çoğalıyor, ilgili ilgisiz nesneler birbirine sataşıyordu. Kimisi çekmeceden atlamak ister gibi sarkıyor, kimisi arkalara saklanıyordu. Bak şu nereyi açtığı bilinmeyen tek başına kalmış anahtara! Unutulmuşluğun üzüntüsü içinde defterlerin altına saklanmış, uzun bir süredir uyuyordu. Sorsan kendisi de bilmezdi hangi kapıyı açtığını. Bir de içinde eski gazetelerin olduğu mavi kırmızı dosyalar vardı. Vaktizamanında büyük bir heyecanla aylık olarak çıkarılan bu okul gazetelerinin sararmış sayfaları şimdi kat yerlerinden yırtılmaya gelmişti. Ya şu, doğum gününde kardeşinin sahibe gönderdiği, üstünde adı yazılı siyah deri bloknota ne demeli? Çekmecenin sağ üst köşesindeki yerinde gururla duruyor, boş kalan sayfalarının dolması için gün sayıyordu. Ajandalar ve küçüklü büyüklü not kağıtları gıpta ile bakıyordu siyah deri bloknota. Defterlerin, dosyaların arasından çıkan bu kağıtların her birinde mühim bir şey yazılıydı. Kimisinde bir ayet meali, kimisinde okumayı aklına koyup, almak istediği kitap isimleri, kimisinde ise ara ara zihnine gelen güzel cümleler… Ayrıca sahip, çocuklarının her birine ait özel anılarını ve tarihlerini de yazardı bunlara. Mesela ufaklığın ilk dişini fark ettikleri akşam saati bir küçük kâğıtta, diğerinin emeklemeye başladığı tarih başka bir kâğıtta yazılıydı. Bu notların hareketliliği ve enerjisi tüm çekmeceye yansımıştı. Ama koparılmış takvim yapraklarının mahzunluğunu hiçbir şey gideremiyordu. Kimisi sararmış ve yıpranmış, kimisi taze ve temiz yapraklar ömürden gidenleri bir defterin sayfaları arasında saklıyor; kenarına düşülmüş notlarla, doğum veya ölüm günlerini vaktin sırlı ellerine bırakıyordu. Sahibin çekmecesi bu sırlı ellerden bir eldi âdeta. Her gün defalarca dokunurdu bu ele. Çekmece defalarca açılıp kapanırdı. Sanki her şey buradaydı. Belki de sahibin kafasının içiydi bu çekmece. Şiir defterinden sızan mısralar, onlarca yıl öncesine ait hatıra defterlerinin temiz sayfalarında kalmış masum temenniler, yirmili yaşlarda Eyüp Sultan’da gülümseyerek çekilmiş bir fotoğraf … Hepsi sahibin bugüne dek biriktirdiği anılardı ve hepsi kalbinde, aklında hatırlanmayı bekleyenlerdi. Tıpkı şu kol saati gibi. Babası, sahibin koluna o uyurken takmıştı. Onun bu ilk saati zamana değil, coşkunca yaşanan bir çocukluğa ayarlanmıştı sanki. Çekmecenin asil üyelerinden biri de mağrur bakışlı, Beyoğlu taşından yapılma bir bileklikti. Bunun da unutulmayan bir hatırası vardı. Zira Kur’an okumaya geçtiği yıl annesinin sahibe aldığı, onun da değerli bir taş gibi sakladığı bu bileklik ara ara çıkarılıp anılar tazelenirdi. Hatta hatırasıyla birlikte çocuklara anlatılıp gösterilir; bileklere takılır, bir hayranlık ve tebessümle  yerine bırakılırdı. Bu saygıdeğer bilekliğin yeri küçük kadife bir keseydi. Kesenin yanında ise süslü bir ayraç duruyordu. İçine yazma boncuğu doldurulmuş ilaç şişesi:

-Şu kitap ayracının havasını görüyor musun? dedi çakmağa. Çakmak uyuşuk uyuşuk gülümsedi. Sahiden de ayraç pek süslü pek havalıydı. Tumturaklı bir firmanın reklamını yapıyor, arkasındaki mıknatıs da çekiciliğini artırıyordu. Üstünde romantik bir yaz akşamında çizilmiş Kız Kulesi’nin resmi, tepesinde de gösterişli bir püskül vardı. Bal peteği desenli kutunun içinde, kenarda duruyordu.

-Sahip, okuduğu kitabın arasına neden koymuyor ki?

 İçine yazma boncuğu doldurulmuş ilaç şişesinin bu sorusunu sahip duydu ve cevapladı:

-Kaldığım sayfayı aklımda tutuyorum, ayraca gerek yok, hem belki küçük kızımın koleksiyonuna dahil ederim kendisini.

Çakmak havalı bir ayraç olamadığına içten içe yandı durdu. Gerçi evin küçük oğlunun da çakmak koleksiyonu vardı. Belki sahip kendisini de ona hediye eder ve değerine değer katardı. Ama bu çekmecede kalıp işe yaramak ve sahibin eli altında olmak varken, neden gazı bitmiş bir gezegen gibi sönüp gitsindi ki? Çakmağın bu sesli düşüncelerini ilaç şişesi duydu, ona hak vererek tatlı tatlı gülümsedi. İçi renkli boncuklarla dolu şişe cıvıl cıvıl, kıpır kıpırdı. Boncuklar hangi yazmayı süsleyecek, hangi gelinin çeyizi olacaklardı? Çekmecenin bu hâli, zeytin ve narenciye ağaçlarıyla çevrili, çiçek tarhlarında karanfiller, laleler dikili muntazam ayarlanmış bir bahçeyi izlemenin zevkini verirdi.  Bazen de tam tersi olurdu. Şehrin ortasında kurulup, akşam yorgun argın yerinden kaldırılan bir semt pazarından arta kalan karmaşayı hatırlatırdı. Yine de tüm nesneler kendi görevini bilir ve karmaşa bile olsa bir düzen içinde kalabilirlerdi.  Hiçbiri yok yere kendini öne atıp sahibi sık boğaz etmezdi. Sahip kendisine ne lazımsa kolaylıkla bulup çıkarırdı oradan.  Mesela şu hediyelik olarak ayrılan çeşitli figürlü anahtarlıklar, siyah ve kırmızı küçük kadife kesecikler… Bunlar çekmecenin alt köşesinde bir yerde aylardır sakince duruyordu. Bir de çekmecenin sürekli yenilenen bir üyesi vardı ki o da sahibin takip ettiği edebiyat dergisiydi. Okunan sayılar başka yere kaldırılır, yeni gelen son sayı, mavi kırmızı dosyaların üstündeki yerini alıp tatlı tatlı konuşurdu. Kâh inceden bir yağmur şiiri dile gelip seslenir -sahip bulutlanır, dolar-  kâh usta yazarların öyküleriyle yeni yetmelerinkiler birbiriyle yarışırdı. Denemeler ve inceleme yazıları derginin kapağından usul usul süzülür, editörün önsözde yazdığı satırlarsa ileriki sayfalara taze biçilmiş çim kokusu gibi sinerdi. Evin en güzel köşesine bir fincan kahve ile çekilir, derginin anlattıklarını neşeyle, istekle, merakla ve uçarı bir çocuk sevinciyle dinlerdi. Dergi bazen yüksek sesle “Ağlayın insanlar bir şair dünya sürgününü tamamladı,” der, ağlar ve ağlatırdı.  Bazen de fısıltıyla konuşur, nasihat eder “Ya yaralanmayacak kadar sıyrıl tenden ya da yaralarını saracak kadar hekim ol” derdi. Çekmecenin en heyecanlısı en bilgesi olan dergi konuşur, anlatır, sorar, sorgular ama hiçbir zaman sesi ve sözüyle, şuracıkta duran yüce kitabın önüne geçmezdi. Kahverengi iki deri kapak arasında, aharlı kâğıda sülüs hattıyla yazılmış Mushaf bazen çekmecenin üzerinde bazen içinde durur, durduğu yerden de karanlık gecelerin sayısız yıldızlarına ışık dağıtırdı.

Evin ablası ve abisiyle başlayan, “okul hayatının ilk defterini saklama” geleneği ile renkli ciltlerle ciltlenmiş, sayfaları yamru yumru şekiller ve eğik bükük harflerle dolu defterler, çekmecede gün gün sararırken, sayfaların yüzündeki çizgiler ve kırışıklıklar derinleşirdi. Hangi güzden kaldığı bilinmeyen kızarmış bir çınar yaprağı, bükülmüş belini sayfa çizgilerine yaslar, hüzün işlemiş damarlarını eğik bükük harflerle sağaltmaya çalışırdı.

            Çekmecenin düzeni veya karmaşası sahibin hâllerinden birer haldi. Bazen takıntılı, sıkıntılı, bazen tembel, korkak, bazen ümitli, hevesli, bazen utangaç ya da alıngan… Bunları hep o çok bilmiş “Kişilik Testi Kitapçığı” kafasına sokuyordu sahibin. Nereden gelip girmiştiyse bu dosyaların içine? Tel zımba ile tutturulmuş birkaç A4 kağıdından oluşan kitapçık söylenip dururdu hep. Üzerine vazifeymiş gibi önüne gelenin duygu analizini yapar, kendince ruh hâllerini çözümlerdi.

Yorgundu ve kırılmıştı o gün sahip, biraz da üzgündü, uyuyakalmıştı kanepede. Eşinin, “Çorabımın tekini gördün mü?” sorusunu duymadı.

-Çekmece…Semt pazarı… Mavi ajanda…

Sayıklıyordu sahip ve bir tükenmez kalemle konuşuyordu:

-Bekle, elbet sıra sana da gelecek…

Paylaş

Bu Sayının Diğer Yazıları

BİR-İKİ ERZURUM –II- / Şeref Akbaba
Kutlu Telaş / Mehmet Aksu
Aşkın Gölgesinde Dile Gelenler / İsmail Bingöl
Aforizmalar / Naz
Perde ve Hakikat : Sinema Felsefesi / Abdullah Ömer Yavuz
Tümünü Göster