Günümüzde modern insanın hayal kurması adeta hayal olmuştur. Maalesef hız ve haz çağında; durup düşünmeye, akletmeye, vicdanların sesine kulak vermeye fırsat bulamıyoruz. Şairin dediği gibi birçok sayfasını atlayarak bitirdiğimiz kitabın başından başlayamıyoruz. Okumaya meraklı olanlarımız ise hızlı okuma moduna geçtik. Orada çokça vakit geçiriyoruz. Her şey küçürek, her şey minimal bir durumda. Sadece paragraf okuma var, öteki paragrafa bir türlü geçemiyoruz.
Edebiyatımız, sanatımız, düşüncemiz, felsefemiz, kültür dünyamız adeta “nano teknololik” bir akıntıya kapılmış gidiyor. Bu yıkılmışlık ve tükenmişlik hali karşısında sabredenlerimiz de oluyor. Onlar da sabır adına “Allah’ım sabır ver ama çabuk olsun.” diyorlar.
Maarif hayatımız, “hayali” tamamen hayatımızdan çıkarmış durumda. Arife tarif kalmadı artık. Hayal kurmak; güya eğitim ve öğrenimde dikkat dağınıklığını ve odaklanma sorunlarını beraberinde getiriyormuş. Bu yargıdan-algıdan dolayı hayalin boş ve gereksiz olduğuna inanmış-inandırılmış durumdayız. Duygular harap olunca düşünce sistemi de hayal kuramıyor. Duygularımız adeta düşüncelerimizle savaşta. Ya duygu kazanacak ya da düşüncelerimiz.
Oysa dünyaca ünlü Fizikçi –izafiyet teorisinin sahibi Albert Einstein, hayal için
“Mantık, sizi A noktasından B noktasına götürür. Hayal gücü ise her yere.”
Sözünü söylemekten çekinmemiştir. Düşünün hayal ile yok denecek kadar alışverişi olan bir bilim insanının ağzından bu sözleri duymak hayalin ya da hayal kurmanın ne kadar önemli olduğunu vurgulamak bakımından önemlidir.
Yazar-şair ve mütefekkir İsmet Özel’in hayal ile ilgili şöyle bir tespiti var.
“Hayal, ipleri elden kaçırmaktır. Oysa öyle bir dünyada yaşıyoruz ki, o ipin ucu sizin elinizden bir kaçtı mı, hemen bir başkasının eline geçiveriyor. Ondan sonra siz hayal ediyorsunuz, ama bir başkası sizin hayal ettiğinizi yaşıyor.”
İsmet Özel, burada zannımca uydurulmuş hayallerin üstüne bina kurmağa çalışanlara meydan okuyor. Sahip olduğun değerler, şimdi başkalarının elinde demek istiyor. Bir zamanlar elinde olan eşyanın değersiz olduğunu düşünüyordun ama başkasının eline geçince bu eşya bak nasıl değerleniyor. Başkası bu eşyaya değer katıyor. Bir şey, normalde hayali kurulmadan elde edilemez. Yoksa sürekli tefekkür halinde olan bir şairin ilham perilerini küstürmesi düşünülemez.
İsmet Özel’in hayaline dair bende taze ve ince bir çağrışım doğdu. Şair İsmet Özel “Sen hayal kuramıyorsun, senin hayallerini başkaları yaşıyor.” demek istemiş olabilir mi acaba. Eğer bu yargı söz konusu ise hayalimdeki taşları yerine koymuşum, demektir. Entelektüel çevrelerce “beyin fırtınası” diye bir kavram vardır. Bu kavramı ortaya atan şahıs Amerikalı (ABD) işadamı ve reklam yöneticisi Alex Faikcney Osborne’a ait. Beyin fırtınası, hayal kurma yöntemine dayanıyor. Osborne, kendi şirketinde çalışanların yaratıcı yeni fikirler üretememesi nedeniyle çok sinirlenir ve yeni bir karar alır. Bundan sonra kendine yeni bir ekip kurarak ekip tabanlı bir çalışmaya odaklanır. Beyin fırtınasına dair yeni yöntemler geliştirmek için çalışmalar yaptı.
Osborne, beyin fırtınası oturumları düzenledi. Bu oturumlara bir birinden ilginç meslek gruplarından insanları çağırdı. Hatta herhangi bir mesleği olmayan işsiz sıradan insanların da bu oturumlarda yer almasını sağladı. Bu saydığımız ikinci gruptaki insanların hayallerine değer verdi, notlar aldı. Kendince Elbert Einstein’in belirttiği gibi mantık sistemini takip etmedi. O da Einstein gibi A noktasından kalkarken B noktasına gitme zorunluluğunun ortadan kalkmasını istiyordu. Şayet A’dan B’ye ya da B’den A’ya bir gidip gelme söz konusu olsaydı, eski personeliyle çalışırdı. Ama Osborne, yeni ufuklara yelken açmıştı.
Osborne’nin “beyin fırtınası” çalışması modern işletmeler tarafından süreci hızlandırmak, inceleme aşamalarını daha hızlı ve daha verimli hale getirmek için dijital platformlar hazırlandı. Bir sonraki aşamada zihin haritası oluşturuldu.
Beyin fırtınası, mümkün olduğunca çok sayıda yeni öneri üretmek ilk etapta fikrin kalitesinden daha önemlidir. Bu sayede sayısız fikir ortaya koyulabilir. Tüm fikirler toplandıktan sonra ekip her birini değerlendirir ve sorunu çözme olasılığı en yüksek olanlara odaklanırdı.
Beyin fırtınası tekniği yıllar içinde gelişirken, Osborne de kapitalizm adı altında “bizler farkına varmadan” şunu yapmıştı. Biz, hayal ederken birileri bizim hayal ettiklerimizi yaşamışlardı. Kim bilir belki İsmet Özel haklıydı. Batılılar, kendi eğitim ve öğretim sistemini bize dayatırken kendileri de hayale dayalı eğitim-öğretim çalışması yapıyor. Maalesef bu eğitim-öğretim sistemleri de insan merkezli bir sistem değil tüketim ve israf ekonomisine hizmet eden bir sistem. Modernist ve pragmatist bir düzlem içinde biz farkında olmadan hayallerimize de ümitlerimize de gem vurulmuştur. Bizim baktığımız yerden hayal kurmanın Batı’da serbest olduğu hatta Batı’nın bunu teşvik ettiğini gözlemledik. Fakat Batı ki sömürü düzeni üzerinden insanların hayallerine tuzak içinde tuzaklar kurmaktan vazgeçmiyor.
Sadettin Ökten Hoca bir sohbetinde “sabit referanslardan” bahsetmişti. Nedir bu referanslar? İslam Medeniyeti ölçeğinde sabit referanslarınız yoksa rüyanızda hayallerinizi kuracaksınız, demektir. Önemli olan yaptığımız işin hangi değerlere göre yapılmasıdır. Eğer Batı’ya karşı bir referansınız varsa Ökten Hocanın bahsettiği sabit referansları kullanmanız gerekiyor.
Esasında insanlar, mutlu olacakları ve kendilerini mutlu edecekleri konular üzerinde hayal kurarken şunu öğrenmiş olacaklar. Düşünceler silsilesinin koridorlarında seyahat edecekler, üretkenliği artıracaklar, yaratıcılığı desteklediği ve duyguları bir düzene koymak anlamında da bir fayda sağlayacaklar. Zihnimizin kıvrımlarını bir jimnastik edasıyla tefekküre harcamalıyız. Burada fikir yormakla hayal kurmak eş değerdedir.
Maarife ve entelektüel camiaya da kısaca şunu dememiz gerekiyor. Bir hayalimiz olsun. Ama bu hayalimiz ideal seviyede olsun. Nasıl ki daha önce yıllarca hayalini kurduğumuz ve yakın zamanda Ayasofya Müzesinin tekrar camiye dönüştüğünü gördüysek bizim hayallerimiz de bu yönde olsun.
Hayallerimizi Ayasofya Camisi ile mahdut tutmayalım. Bağdat’ta bin yıl önce yaşayan bir marangozun yaptığı bir minberden ve bu minberi yapan marangozun hayalinden de bahsedelim. Marangoz, ömrünün ahir zamanında çok güzel bir minber oymuş. Ama çok güzel. Sedef kakmalı, ceviz ağacından… Alımlı mı alımlı. Her gören bu minberin güzelliğiyle büyüleniyormuş. Güzel minberin nâmı almış yürümüş. Öyle ki Bağdat’a her gelen marangoza gidip ‘Şu minberi bize sat, falanca camiye götürelim’ diyormuş. Onun cevabı hep aynı, “Bu minber Mescid-i Aksa’da duracak.” Ahali şaşırıyor tabii, “İyi de Kudüs Haçlı işgali altında.” Marangoz yüksünmeden hep aynı cevabı veriyormuş;
“Benim elimden gelen bu. Ben zanaatkârım. Minber yontarım. Bir babayiğit de çıksın, Kudüs’ü yeniden İslam topraklarına katsın, bu minberi de yerine oturtsun.” Derken bu minber hikayesinin konuşulmadığı hiçbir yer, hiçbir şehir kalmamış. Herkes minberin güzelliğini bire beş katarak birbirine anlatırken, aynı hikâyeyi o zamanlar yedi yaşında bir çocuk da işitmiş. Bu çocuk Salahaddin Eyyubî imiş. Salahhadin, eserin güzelliğinden ziyade, müessirin vasiyetine kulak vermiş. Aradan kırk yıl geçmiş ve o minberi durması gereken yere, Mescid-i Aksa’ya yerleştirmiş. Sonraki nesiller onu Selahaddin-i Eyyubi diye anmış…”
Bizim de var bir hayalimiz. Bakalım, görelim…