Hengâme

Üç-iki-bir./Perde.
Yekindi ama kalkamadı. Olduğu yere çöktü. İyi bir karardı bu. İçinde garip bir burukluk vardı. Aradığını bulamıyor, baktığını göremiyordu. Sağını solunu şaşırıyordu. Eli ayağına dolaşıyor, dizlerinin bağı çözülüyordu âdeta. Beyni zonkluyordu ara sıra. Zihni karışıyordu. Ne yapacağını, nereye gideceğini bilemiyordu. Rüzgârın oyuncağı olmuş bir yaprak gibi oraya buraya savruluyordu. Dipsiz bir kuyudaydı. Her şey muamma, her şey olduğu yerde asılıydı.
Bir zaman sürdü bu.
Meydanın ortasındaki bankta öylece kaldı. Dalıp dalıp gidiyordu. İstikametini şaşırmış, dolambaçlı yollara girmişti. Olur olmaz zamanlarda akla hayale gelmedik ortamlarda buluyordu kendini. Ya cennet bahçelerinde dolaşıyor ya da cehennem çukuruna düşüyordu. Bazen hayatın tam ortasında, bazen uçurumun kenarındaydı. Aydınlığın zirvesinde çocuklar gibi şendi arada, karanlığın dibinde çaresiz çırpındığı da oluyordu. Bir gün kendi içinde yitiyor, öbür gün kalabalıklar arasında kayboluyordu. İki ileri, bir geri; üç aşağı, beş yukarı…
Ortası yoktu.
Sorular üst üsteyken cevaplar Yusuf’un kuyusundaydı. Yakup’un gözü yaşlıydı. Nuh’un gemisi yolcusunu alıp çoktan kalkmıştı. Musa ve arkadaşı yola düşmüştü. İbrahim ateşe atılmıştı. Fırat’ın sularına kan bulaşmıştı.
Ne oldu, ne zaman oldu? Niye oldu ki böyle şeyler. Kim yaptı bu kötülüğü. Kim kafa tuttu. Kim kesti yolları. Kim engel oldu tatlı dile, güzel söze. Hiç hesapta olmayan, aklın ucundan bile geçmeyenlerin neydi bu acelesi? Her şey yerli yerindeyken, iyiden ve güzelden yana olanlar niye gözden kayboldu? İyiler hangi yolculuğa çıktı, nereye gittiler. Köşe başlarını tutmuş bu kötüler kim, nereden geldiler bu şehre.
Bu şehrin kaderi hep bu mu?
Biliyorum, başımıza gelenler hep elimizle yaptıklarımız yüzünden. Ne ektiysek onu biçiyoruz. Ne bekliyorduk ki zaten. Körle yatan şaşı kalkmaz mıydı?
Yolumuzu şaşırdık, hedefleri ıskalar olduk. Düz yolda yürümeyi bırakıp kendimizi dağlara taşlara vurduk. Hoş rüzgârlarla serinlemek varken fırtınaların ortasında bulduk kendimizi. Sığ sularda yüzmek tercihlerimizin arasına giremedi, derinlere dalıp vurgun yedik.
Her şey geçiciydi.
Doğru.
Hiçbir şey sonsuza dek sürmezdi.
Evet.
Her gecenin bir sabahı yok muydu? Her zorlukla beraber bir kolaylık…
Vardı.
Yükü ağır olurdu devin, başından duman eksik olmazdı yüce dağların. Yıkamayan şey daha güçlü kılardı. Yiğit düştüğü yerden kalkmasını bilendi.
Hımmm!
Ulaşmak bu kadar zor muydu güzel şeylere? Kötülükler nasıl da peş peşe geliyordu. Kıymetini bilmediğimiz ömür, koklamadan attığımız çiçekler, suyunu içmeden geçtiğimiz çeşmeler, bakmadan gözümüzü çevirdiğimiz manzaralar, bir tebessümü bile esirgediğimiz insanlar bize küsmüş müdür?
Belki de.
Niye hep uzaklarda aradık, Allah şahdamarımızdan daha yakın değil miydi bize? İnsana ancak çalıştığının karşılığı yok muydu? Neden hep uçlarda ve uçurumlarda geziniyorduk. Ne arıyorduk. Aradığımızı biliyor muyduk? Ağzımızdaki ıslığı kim kesti, elimizdeki tespihi kim aldı? Yol biter miydi? Yolculuk nereye kadardı? Yoldaşlar nereye kaybolmuştu?
Hakikatin karşısına kabadayıca dikilen bunca yalan dolan kimin eseriydi? Uzak ihtimaller kesin hesapları nasıl alt üst ediyordu. Bildiğimiz bütün doğrular nasıl yanlış oluyordu? Gün içinde planladıklarımız akşam olunca niçin z raporunda çıkmıyordu? Yazar kasaları kim kaldırdı depolara.
Güzel koku satan, bal arısına benzeyen güzel insanlar niye çıkmıyor karşımıza artık? Nerede sokaklardaki çöp tenekelerini karıştıran kediler? Güvercinler, serçeler niye uçmuyor gökyüzünde? Neden yerin altına girdi trenler? Kimin eseri bu yüksek binalar? Balkonları kim yıktı? Ağaçları kim kesti hiç acımadan, bahçelere ne oldu?
Gönüllerdeki dost evleri nasıl böyle viran oldu. Hani sevgiyleydi her şey, bakışlardaki bu kin niye? Nasipse olur, kısmetse ayağına gelirdiyse bunca telaş niyeydi? Kim adınaydı bunca tereddüt? Kime güvenecek, kimden bekleyecektik?
Vazgeçmek bu kadar kolay mıydı? Aynı et ve kemiktenken müteşekkil insandan insana fark, niye bu kadar fazlaydı? Hayallerimize ipotek koyan kimdi? Hep mi matrahsız yazacak vergi levhası? Naylon faturaları kim kesiyor? Bu dünya ve bütün nimetler ortakken niye aç giriyordu bebekler yatağa? Suyu kaynağından kurutanlar kimlerdi? Havayı da mı damacanalarda satacaklar bize yoksa?
Temiz kalpliler, iyi niyetliler niye kin tutar oldu? Tahammül sınırları çok mu zorlandı ki karardı onların da kalbi? Zenginler, yoksul ve aç insanlara nasihat etmeyi ne zaman kesecekti? Ne zaman azlar çok, çoklar az olacaktı? Bardağın dolu tarafı dururken boş tarafına takılıp kaldık. Hep dikene odaklanıp gülü fark edemedik. Sîretleri bir kenara bıraktık sûretlere aldandık. Gönlün makamı kalbimiz niye bu kadar hüzünlüydü? Kervanlar iyileri almadan nereye göçtü?
Develeri kim ürküttü?
Etrafta bu kadar acı varken niye hiç kimse tepki vermiyor? Niyeydi kafaları kuma gömmek? Güzel atlar niye gelmiyor artık. Güzel insan mı kalmadı dünyada. Ne yapılırsa yapılsın, ne edilirse edilsin burada işler hep yüzüstü kalırdı. Bu çok iyi biliniyordu. Şahitliydi. Örneği pek çoktu. Akıl yanıltırdı da insanı kalp gözüyle bakan bunu kolayca idrak edebilirdi. O zaman niyeydi bu vurdumduymazlık, adamsendecilik. Ne senindi ne benim, sen de yoktun ben de. Her şey kocaman bir hiçti.
Geçmişte de şimdi de gelecekte de.
Ekim zamanı geldi geçti. Tarlalar boş kaldı. Hasat zamanı ne olacak şimdi. Hani dünya ahiretin tarlasıydı. Tarlayı ekmekten kim alıkoydu? Kim oyaladı boş işlerle. Kim yanılttı. Karınca nerede, ağustos böceği niye kayıp?
Tohumları kim kuruttu?
Boşa koyduk dolduramadık, doluya koyduk aldıramadık. Akıl alacak iş değildi. Hesaplar tutmuyor, yollar hep çıkmaz sokaklarda bitiyordu. Her neyse. Boş ver. Sonu yoktu bu hengâmenin.
Üç-iki-bir./Kestik. Ne demek, boş ver.

Çekingen bakışları karşı kıyılara uzandı. Her taraf ışıl ışıl, hayat doluydu. Meydanlar insan kaynıyordu, caddeler araçtan geçilmiyordu. Keyifler yerinde, işler tıkırındaydı. Hiç umursamadı. Gözü yorgun, gönlü kırgın önüne döndü.
Mübarek gece… Selalar, ezanlar birbirine karışıyor, öyle ki etrafta uhrevî bir hava estiriyordu. Kara bulutlar gökyüzünü kaplamıştı. Neredeydi, ne yapıyordu burada? Ne zamandan beridir buradaydı? Ayırdına bir türlü varamadı. Görünmez bir el omzuna dokundu sanki. Belki de yoktu. Tüyleri diken diken oldu, içi titredi. “Allah kuluna yetmez mi?” ifadeleri döküldü dilinden belli belirsiz.
“Allah kuluna yetmez mi?”
Kalktı. Yürüdü. Ve sonra günün şehrin üzerine doğacağı tarafa doğru olanca gücüyle koştu. Kaçtı mı yoksa? Gözden kayboldu. Hafif, tatlı bir rüzgâr esmeye başladı. Bulutlar hareketlendi. Belki birazdan yağmur da yağardı.
Perde kapandı. Oyun bitti. Işıklar söndü.
Aydınlık/Karanlık.

Paylaş

Bu Sayının Diğer Yazıları

BİR-İKİ ERZURUM –II- / Şeref Akbaba
Kutlu Telaş / Mehmet Aksu
Aşkın Gölgesinde Dile Gelenler / İsmail Bingöl
Aforizmalar / Naz
Perde ve Hakikat : Sinema Felsefesi / Abdullah Ömer Yavuz
Tümünü Göster