Herkes en ağır yükü sırtında taşıdığını düşünürken o en ağır yükü içinde taşıyordu…
Umutları ıslak, dalları kırılmış gül yüzlü adamın yüreği üşüyordu. Yükünü ne bırakabilecek ne de taşıyabilecek durumdaydı. Yalnızdı, ruhu alevler arasında feryat figandı. Hasta olan sevdiğinin bedeninden önce ruhunu iyileştirmek istiyordu. Kendi ruhu da o kadar yorgundu ki bedeninin yorgunluğunu hissetmiyordu bile.
Son bir umutla beyin ve sinir cerrahisinin odasına girdi. Altmışlı yaşlardaki profesör, umursamaz ve soğuk bir ses tonuyla;
“Kötü huylu tümör beyin sapını esir almış, metastaz yaptığı için çok hızlı yayılım gösteriyor. Görme merkezini tamamen kaplamış. Görmesi imkânsız! Her geçen gün hareket kabiliyeti azalacak, işitme kaybı yaşayabilir…”
Biraz duraksadıktan sonra, kısa sürede yaşlanan genç adamın gözlerine baktı.
“İyisi; eşini al ve eve git. En fazla altı aylık bir ömrü var! Daha fazla ona eziyet vermenin bir anlamı yok…”
Kalbinin derinliklerinden bir şey koptu, bir nehir! Kanata kanata akıyordu. Küçük çene gamzesi üzerine sarkan dudaklarından oylumlu kıvrımlar çizerek akan hüzün, kadının isminin yazılı olduğu doktorun önünde duran boş reçeteye damladı. Adam, bir şeyler söylemeye çalıştı. Sesi gittikçe çatallaştı. Önce gözlerini saran kalın kenarlı gözlükleri, sonra profesörün kendi dönmeye başladı. Ona masa eşlik etti. Sonra duvarlar… Her şey dönüyordu. Elini alnına koydu, gözlerini kısarak ayağa kalktı, kapıyı seçmeye çalıştı. Koridorda sırasını bekleyen hastalar yörüngesinden çıkmış birer dünya gibi dönüyorlardı.
Daha fazla ilerleyemedi. Uzun koridorun ortasında sessizce yıkıldı. Uğultu, uğultu, uğultu… Vakit artık hüzne ayarlıydı. Kalbine kederin acı kırbacı oturmuştu.
Uzun zaman sonra etrafını saran meraklı kalabalık ortasında; yığıldığı yerden mavi kod alarmıyla kendisi için getirilen tekerlekli sandalyeye tutunarak ayağa kalktı. Kalkması için hiç kimse destek olmadı. İnsan denilen kalabalıkların yüreği kötürümdü. Kalktığı yerde sendeledi. Yalpalaya yalpalaya tedirgin bir şekilde kapıya yöneldi. Telaş içinde yanından bir şeyleri yetiştirmek için koşuşturanlar, sesler, bakışlar, aldığı nefes… Her şey ona yabancıydı, her şey ona siyah! Siyah, siyahın içinde yürüyordu.
Yaşanan her dakika hüzne çıkıyordu. Zamanın zembereği hüzne mıhlanmış, kalbinin tik takları hüzne ayarlı… Geceyi onaran mimardan bir inşirah indi kalbinin süveydasına! “Rabbine dayan, rabbine dayan…”
“Gözyaşlarımı sen sil Allah’ım” diyebildi.
Günlerce tek bir lokma geçmeyen boğazına, oturmuş bir yumruk gibi taşıdı o dayanılmaz, tarifsiz acıyı. Yıllardır huzura erdiği, sükûn bulduğu insana baktı. Pencereye yöneldi, kolunu yukarı çevirdi. Önemli bir şey hatırlamış birinin edasıyla döndü, hayatı avuçlar gibi eşinin ellerini avuçlarına aldı. Bir yandan zemheri zürafası gibi titrerken diğer yandan boncuk boncuk terliyordu. İçindeki fırtına dışındaki fırtınadan daha şiddetli olduğu için açık unuttuğu pencereden içeriye hışımla hücum eden dondurucu havanın etkisini hissetmedi bile. Tekrar pencereye yöneldi. Orta parmağıyla işaret parmağını destekleyerek, başparmak ve işaret parmağının uçlarıyla alnını ovdu, sessizce yol alan birilerinin ardında bakar gibi iri, siyah gözlerini kıstı. Gözleri nemli, siyah ufka baktı uzun uzun!
Uzak sayılmayan evlerin birinden tanıdık bir melodi okşadı kulaklarını…
“Artık demir almak günü gelmişse zamandan
Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan.”
Gecenin karanlığını delen eşsiz melodi onu düştüğü kuyudan çıkarmanın aksine biraz daha derinine çekti. Hiç durmadan düşünceler kafasının duvarına çarpıyordu. Günleri saymaya başlamıştı. “Ha bugün ha yarın!” diyerek. Günler haftaları, haftalar ayları, zaman katlanarak zamanları kovaladı. Hayatı, oynadığı hiçbir perdeye benzemeyen kusursuz bir tiyatro oyuncusunun hayatı gibiydi. Eşine karşı ipeklere yumuşaklık bağışlayan merhametin kalbinden bir ev, hep huzur… Çocuklarına karşı sıcak, içten; sevgi ve şefkat dolu bir yansıma. Çevresine karşı sorumluluk duygusu kusursuz duyarlı bir ayna. Kendine karşı hapishane gibiydi, içi duvarlarla dolu bir yalnızlık! Yüreği yanarken bütün tutsaklığının içinde özgür olan sadece gözyaşlarıydı.
Örseleyici bir hayat. Kayıp ve yas. Bitmeyen ruhsal bir çatışma. Yediğinden içtiğinden zevk alamayan, arkadaş çevresinden kopuk ve odasından dışarı çıkmayı istemeyen yoğun bir çaresizlik.
Hiç kimse onun ne yaşadığının farkında değildi. Oysa kırıldığı yerden büyüyordu adam.
Acı acı çalan telefonunu aldı. Hıçkırarak ağlayan ses;
“Hocam ne iyi ettin izne ayrılmakla… Birbirinize sarılın öpün. Biliyorum çare değil. Ama bu size iyi gelecektir. Sizi düşündükçe ablam geliyor aklıma. Biz doyamadık. İsteğimizce öpüp koklayamadık.”
Yaşamayı unutmuş olan adam en kırılgan nefesinde bile gelene umut gidene umut dağıtıyordu, tiyatro oynamaya devam ederek. Delik deşik yüreği hıçkıra hıçkıra ağlarken sesine kırılganlığı yansıtmadan güçlü durmaya çalıştı. Metin davranarak telefondaki sesi teskin ediyordu.
İki cihanın tam ortasındaydı. Mücadeleyi seviyorsa yaşamaya devam edeceğini, eğer mücadeleyi bırakırsa emaneti teslim edeceğini düşünüyordu. Kapı çaldı. Çocukları okuldan dönmüş olmalıydı.
Recâya yürür gibi meyus adımlarla kapıya yürüdü, sürgüyü çekti. Yıldızlara açmış kucağını bekleyen sema gibi kollarını açmış çocuklarını kucaklamayı bekledi.
Kapı açıldı, birinci sınıfa giden oğlu nefes nefese içeri girdi. Babası açık olan kollarını birleştirerek ona sımsıkı sarıldı.
“ Hani, hani nerde baba?” diyerek sağa sola bakındı. Bir haftadır sipariş verdiği numaralı gözlüklerini sabırsızlıkla bekliyordu çocuk.
Adam:
“Oğlum acele etme, ihtiyaçtan olmazsa gözlük takmak çok iyi bir şey değil.”
Çocuğun suratı düştü, sesi kırıldı.
“Baba almadın değil mi? Ne zaman gözlüklerimi alacağız?”
Babası çekmecenin gözündeki lacivert çerçeveli gözlükleri çıkardı, tebessümle oğluna uzattı.
“Aldım oğlum, al da tatlı heyecanın yatışsın biraz.”
Çocuk sevinçle babasının elinden gözlüklerini kaptı. Takmadan odada bekleyen hasta annesine koştu. Babasının şaşkın bakışları arasında yeni alığı gözlüklerini kutusundan çıkarıp annesine uzattı.
“ Bak anne bunlar benim gözlüklerim!”
Hasta kadın görüyormuş gibi davranarak;
“Aaa ne güzelmiş benim oğlumun gözlükleri…”
Çocuk annesinin gözlerine takmaya çalışarak;
“Anne, önce sen tak gözlüklerimi.”
“Ama oğlum, onlar senin gözlüklerin.”
“Olsun anne, tak belki sen de görürsün!”
Yüreği yanarken soğuk soğuk öksürdü kadın. Yorgun gözlerindeki incecik akıntı usul usul sızdı. Dışarıya yağmur, yüreğine hasret, fikrine, fikrine… Nasıl yağıyordu üçü birden!
Çocuk yere çömeldi, bir annesine bir babasına baktı. Derisi dökülmüş annesinin ellerine sarıldı, küçük dudaklarına götürdü; bir daha, bir daha öptü.
“İlacını söyle gidip alayım, sen de artık ağlama. Başkalarının anneleri gibi ağlamadığın günleri çok özlüyorum!” dedi.
Allah, bir kapı açana kadar sabretmesi gerektiğini bilen vefanın en güzel örneği olan adam, imtihanda olduğunu ve her şeyin bir gün biteceğini unutmadan başına gelenleri öyle bir karşılıyordu ki derdi sabrına hayrandı. Duyduklarıyla savruldu, savruldukça yandı. Yandıkça, merhamet ateşi vicdanını çepeçevre sardı.
Kadın adamdan son defa bir şey istedi.
“Ört üstüme sevgini, üşüyorum!”
Bu defa adam gözlerini kaçırmadan kadının görmeyen gözlerine sonsuz bir fedakârlık duygusu ve sarsılmaz bir sadakatle uzun uzun baktı.
“Yalnız bırakma beni, sen üşürsen içim yanık buğday tarlasına döner.”
Kadın, kupkuru ve solgun dudaklarından sızan mahzun ve titrek bir tebessümle;
“Daha güzel kavuşmak için ayrılıyoruz…” diyebildi.