Şekerler Ah Şekerler…

Güneş ikindiye devrilmiş, meraklı turist kafileleri Kemere Köprüsü’nde bir miktar soluklanıp Boztepe’ye doğru tırmanmaya başlamışlardı. Tepedeki çay bahçesi böyle soluk soluğa kalanların, dilleri damaklarına yapışanların bir de keskin bir uçurumun kenarından denizi ve Tavşan Adası’nı izlemek isteyenlerin oturup dinlenecekleri yegâne mekândı. Burada yazın en sıcak günlerinde bile tatlı bir esinti olur,  denizin yüzünde oynaşan yunuslar ile gezi tekneleri eşsiz bir ahenk oluştururlardı. Tek bir sorun vardı, yer bulmak müşkül olduğundan azıcık fazla otursan muhakkak tepende bir yorgun dikilir “Ne zaman kalkacaksın kardeşim” der gibi dik dik bakardı. Böyle bir mekânda yapılacak en son işi yapmış muhteşem manzarayı ve terli insan kalabalığını hiçe sayıp arkadaşımın hediye ettiği kitabı okumaya dalmıştım. Oltaya yakalanmış lüfer gibi o sayfadan ayrılamıyor tekrar tekrar başa dönüyordum:

Yıllardır çayımı şekersiz içerim. Kahve acı oluyor diye cesaret edemiyordum ama onu da şekersiz içiyorum artık.  Hoş bir tat bırakıyor damakta. Hakikaten şeker neden katılır ki? Tadı güzelleşsin diye mi yoksa acısı kaybolsun diye mi? Ya da şekerin kendine has tadına olan iştahtan mıdır bu merak?  Ne bileyim işte çok seviliyor şekerli nesneler. Zevkle yeniliyor ve yüz buruşturmadan içilebiliyor. Hatta öyle tesirli bir tat ki ne yediğini bile unutturabilecek gıda üstü sihirli bir toz adeta. Kahve içeceksem eğer, kahve çarpsın beni, acı tadını hissedeyim damağımda. Çarpsın ki gözlerim fal taşı gibi açılsın, yüzüm muşmula gibi buruşsun.  Çok sert gelirse, belki biraz süt ama şeker değil asla. Yoksa çay nedir, kahve nedir, süt nedir ne anlasın şekerli içen. Yoksa ölüm nedir, hayat nedir yolculuk nereyedir ne bilsin tatlı yaşayan.

Şeker katılmamış şeyleri tercih etmek lazım azizim. Gerçek tatları gizleyip her nesnede kendini hâkim kılan şekerden türüyor pek çok hastalık. Babalarının öldüğü gece ekran karşısında maç izleyen akrabalarını anlattı birisi. Vefat acı gelince, şekere batırıp yutmaya çalışmışlar sanki. “Hakikatin kendine has aromasını gizleyen” demektir şeker.  Acıyı ve ekşiyi yok saymak, hayatın bin bir anlamına karşı cazibeli tek bir anlamı dayatmaktır.

Hep zehirli ballar değil midir bizi kandıran? Zehir mi daha şeytanidir yoksa bal mı? Zehrin zehir olmaktan öte bir suçu var mıdır?  Acıdır, korkutucudur. Neyse odur yani. Asıl şeytanlık baldadır. Tatlı göstermekte, masum hissettirmektedir. Tatlı şeylerden kaç azizim, hele suniyse fersah fersah uzaklaş. Zehir değildir bizi öldüren, balın cazibesi bitirir işimizi. Peki, azıcık katsak, birazcık tatlandırsak ne olur ki.  Tatlıdır zaten arkadaşım. Kavun tatlıdır, çilek tatlıdır, nar tatlıdır. Asıl gariplik çileğe, kavuna şeker katmaktadır. Hayat tatlıdır zaten arkadaşım. Yaşamak, var olmak başlı başına mucizedir. Görmek, koklamak düşünmek ve sevmek… Bunlara tat mı katar sanki şeker katan. Yoksa binler tadı öldürüp yalnız şekeri mi var eder?  “Lezzetleri acılaştıran ölümü çokça zikrediniz” demiş peygamberimiz.  Eğer acıysa, bırak acı kasın; İlaçlar acıdır zaten. İyi şeyler hep acı gelir insana. Doğmak da acı verir, ölmek de. Yolcunun döşeği dikenli olsun ki gaflet uykusuna dalmasın, yolunu unutup şekerci handa kalmasın. Aldanmayalım tatlı sözlere ve gülüşlere. Bu iş böyle azizim, dost acı söylermiş.”

Çay ve şeker küplerinden oluşan bu metaforla zihnimde yeni fikirler demlenirken kısa boylu ve çilli bir çocuğun benimle konuştuğunu fark ettim.

 -Çay vereyim mi?

-Hı? Ver. Açık, tek şekerli.

O esnada boş masa bulamadıklarından dürbünlerin yanında dikilerek manzarayı izleyen bir baba ve iki çocuğuna ilişti gözüm. Kitaptan başımı kaldırıp onları izlemeye koyuldum. Görmeyen bir adama rehberlik eden altı-yedi yaşındaki bir çocuk pek de alışıldık manzaralardan değildi. Adam ufak kızın elini sıkı sıkı tutmuş çocuğun çevredeki basit nesneleri olağanüstü şeylermiş gibi anlatışını dinliyordu. Çocuk Boztepe’yi değil de hayalindeki masal dünyasını anlatıyordu adeta.  Martılar tavşanların komşularıymış, tavşanlar uçamadıklarından onlara yemek taşıyorlarmış. Yunuslar da adanın mızraklı muhafızlarıymış, anneleri yiyecek ararken tavşan yavrularını korurlarmış.  Onun kayaları, denizi ve karşıdaki küçük adayı anlatırken kurduğu sihirli ama basit cümleler çok hoşuma gitmişti. Kendimi o adamın yerine koymak istedim. Bir küçük kızın gözlerinden o masal dünyasını seyretmeyi. Fakat adamın o kızdan birkaç yaş daha ufak olan oğlu soru sormaya başlayınca irkildim: “Baba, balıklar suyun altında nasıl nefes alıyorlar? Nasıl o kadar hızlı yüzüyorlar? Denizler neden tuzlu? Kuşlar nasıl uçuyor?”  Çocuğu şöyle bir süzdüm. Meraktan gözleri ardına kadar açılmış, heves heyecandan kıpır kıpır. Şu gözümün önündeki dünyayı soruyordu çocuk ve bu dünya en az ablasının anlattığı kadar masalsıydı. Bunu görmüştü. “Gözlerim!” diye haykırasım geldi. Gözlerim bu çocukların gördüklerini neden görmüyor? Onların baktıklarına ben de bakıyordum ama ne hayret ne de heyecan hissediyorum. Kim bilir kaç yıl olmuştu meraklı bakışlarla bir çekirgeyi izlemeyeli ya da yağmur damlaları nereden geliyor diye kafamı kaldırıp bakmayalı. Ne hilali takip ediyordum artık ne de kiraz ağaçlarının giydiği pembe gelinliği.

O esnada yan masada sohbet eden ihtiyarlardan işittiğim bir cümleyle çay boğazımda kaldı. Elimdeki bardağı düşürüyordum neredeyse.

-…Şekerden olurmuş hocam. Şeker önce gözlere vuruyormuş.

Paylaş

Bu Sayının Diğer Yazıları

BİR-İKİ ERZURUM –II- / Şeref Akbaba
Kutlu Telaş / Mehmet Aksu
Aşkın Gölgesinde Dile Gelenler / İsmail Bingöl
Aforizmalar / Naz
Perde ve Hakikat : Sinema Felsefesi / Abdullah Ömer Yavuz
Tümünü Göster