Mevlid; doğma, doğum yeri, doğum zamanı, anlamlarına gelen bir kelimedir. Edebiyatta ise, Hz. Peygamber’in doğumu başta olmak üzere hayatı, mucizeleri, gazâları, ahlâkı, vefatı ve hilyesini anlatan eserler demektir.
Türk Edebiyatı’nda mevlid türüne, İslâmî bütün edebiyatlardan daha fazla önem verilmiştir. Bunun başta gelen nedeni, Türkçe ilk mevlid metni olarak kabul edilen Süleyman Çelebi’nin Kurtuluş Sebebi anlamına gelen Vesîletü’n-Necât isimli eserinin çok beğenilmiş olması ve sevilmesidir. Süleyman Çelebi’nin Hz. Peygamber’in diğer peygamberlerden üstün olduğunu ispat etmek amacıyla yazdığı bu mevlid baştan sona bir “sehl-i mümteni”dir. Süleyman Çelebi’nin yazdığı mevlidin sâde bir dili, etkili bir üslûbu vardır. Bu nedenledir ki, ondan sonra pek çok mevlid metni kaleme alınmış olmakla birlikte, bu mevlid metinlerinden hiç biri Süleyman Çelebi’nin Mevlid’inin önüne geçememiş ve onun kadar meşhur olamamıştır.
Mevlid türündeki eserlerin yazılışının en önemli sebeplerinden biri Hâtemü’l-enbiyâ ve Resûlü’s-sakaleyn olan Efendimiz (as)’ın şefaatine ve yakınlığına mazhar olmaktır.
Mevlid aslında Hz. Peygamber’in doğumu konusunu işleyen eser olmasına rağmen hem Süleyman Çelebi’nin söz konusu eserinde hem de bu eserden etkilenilerek yazılan diğer mevlidlerde Efendimiz (as)’in çeşitli safhaları da ele alınarak anlatılmıştır.
Süleyman Çelebi konuyu anlatırken birçok konuya da değinmiştir. Bunlardan birisi de ölüm ve dolayısıyla ölümsüzlüktür. Ölümsüzlük edebiyatımızda “âb-ı hayat” çerçevesinde sıkça işlenen konulardan biri olmuştur.
Bu yazımızda Süleyman Çelebi’nin ölümle ilgili bir beytini ele alıp, beytin içeriğini anla/t/maya çalışacağız.
Her ne denlü çok yaşarsa bir kişi
Âkıbet ölmek dürür anın işi
Bir insan ne kadar çok yaşarsa yaşasın, onun son işi ölüm olacaktır.
Hayatın sonu ölümdür, ölmemek için doğmamak gerekir. Dünya, insanın doğduğunda kulağına okunan ezanla, öldüğünde kılınan cenaze namazı arası kadardır.
İnsanlar, asırlar boyunca ölümsüzlüğe erişmek için çareler aramışlardır. Burada “Âb-ı hayat” kavramı karşımıza çıkmaktadır. Âb-ı hayat; içenin ölümsüz olacağına inanılan efsanevî sudur. Dirilik suyu, bengisu, âb-ı Hızır, âb-ı İskender vb. gibi çeşitli isimlerle de anılan bu su, Kur’an-ı Kerim’de anlatılan Hz. Musa (as) ile Hızır (as) arasında geçen kıssaya dayanmaktadır.( Bkz. Kehf, 60-82.)
Hz. Musa (as) bir gün genç arkadaşıyla birlikte yolculuğa çıkar. Hedef, yolda Hızır (as) ile buluşmaktır. Buluşma yeri de “iki denizin birleştiği” yerdir. Hz Musa bu yeri tanıyabilmek için, yanına balık alır, bu balığın canlanıp denize atlaması, buluşma yerini belirleyen bir işaret olacaktır. Ancak Hz. Musa (as)’nın genç arkadaşı deniz sahilinde uğradıkları kayanın yanında, balığın canlanarak denize atladığını Hz. Musa’ya haber vermeyi unutur. Yolda yemek için durduklarında, arkadaşı durumu kendisine anlatır. Bunun üzerine Hz. Musa (as) tekrar döner ve gerçekten aradığı kişinin, orada bulunduğunu görür. Kendisine Allah tarafından “rahmet” ve “gizli ilim” verilen bu kulun Hızır adını taşıdığı, başta Buhari, Müslim olmak üzere Ebu Davud, Tirmizi ve el-Müstedrek’te yer alan bazı hadislerde bildirilmiştir. Kur’an-ı Kerim ve Buhari dışındaki hadis kaynaklarında, Hz. Musa (as) ile arkadaşının yanlarına azık olarak aldıkları balığın nasıl dirildiğine dair, herhangi bir açıklama yoktur. Sadece Buhari’de mevcut değişik bir rivayette, bu sebebin açıklandığı görülmektedir. Bu hadise göre, “Hızır’la buluşacakları kayanın dibinde bir ayn (kaynak) vardı ki, buna hayat kaynağı (aynü’l-hayat, ab-ı hayat) deniyordu. O suyun temas edip de diriltmediği hiç bir şey yoktu. Balığa işte bu sudan sıçramıştı.
Âb-ı hayat, Zülkarneyn (as) kıssasında da geçer: Nuh (as)’un torunu Yunan’ın soyundan gelen İskender-i Zülkarneyn, ebedî hayat veren ve insanüstü güçler kazandıran âb-ı hayattan bahsedildiğini duyar ve bu efsanevî suyu aramaya karar verir. Rivayete göre, Allah, bu suyu Şam’ın soyundan birine nasip edecektir. Zülkarneyn (as), halasının oğlu olup “Hızır” ismiyle anılan Elyesa (as) ile askerlerinin refakatinde yolculuğa başlar. Âb-ı hayat, zulumât (karanlıklar) ülkesindedir. Yolda, çıkan bir fırtına nedeniyle Zülkarneyn (as) ve Hızır (as) askerlerden ayrı düşerler. Bir müddet sonra karanlıklar ülkesine gelirler. Zülkarneyn (as) sağa, Hızır (as) sola giderek yollarını tayine çalışırlar. Günlerce yol aldıktan sonra Hızır (as) ilahi bir ses duyar ve bir nur görür. Bunların kendisini çektiği yere gidince de orada âb-ı hayatı bulur. Bu sudan içer ve yıkanır. Böylece hem ebedî hayata kavuşur, hem de insanüstü güçler ve kabiliyetler kazanır. Sonra Zülkarneyn (as) ile karşılaşırlar. Zülkarneyn (as) olanları öğrenip âb-ı hayatı aramaya koyulsa da bulamaz, kaderine razı olur. Bir müddet sonra ölür.
Hakkında bu tür bilgilerin olduğu efsanevî su âb-ı hayat, edebiyatımızda çokça işlenen motiflerden biri olmuştur. Yunus Emre bir şiirinde şöyle der:
Yûnus Emre bu dünyada iki kişi kalur derler
Meğer Hızır İlyas ola âb-ı hayât içmiş gibi
Bir rivayete göre peygamberler içinde en uzun ömürlüsü Hz. Nuh (as)’tur. Kendisine 350 yaşında vahiy gelmiş, 950 yıl kavmini davetle geçirmiş dolayısıyla 1300 yıl yaşamıştır. Uzun da olsa kısa da olsa Cenab-ı Allah’ın tüm canlılara biçmiş olduğu bir ömür vardır. Bu beytinde insan ömrünün bir gün son bulacağını bildiren Süleyman Çelebi, esasında “Her canlı ölümü tadacaktır…” âyet-i kerimesine telmih yapmaktadır. İlahî emirde de buyurulduğu üzere insan ne kadar çok yaşarsa yaşasın sonunda ölüm kendisini bulacaktır.
Ethem Cebecioğlu, age, s. 8.
Faruk Kadri Timurtaş, Yunus Emre Divanı, Babıali Kültür Yayınları, İstanbul 2009, s. 236.
Ömer Faruk Harman, “Nûh”, DİA, C. 33, İstanbul 2007, s. 224.