Taş Uykusu                     

İpsiz kuyu, karanlığına çekerdi dipsiz hayalleri. Bağrındaki aktaşla maden ocağını aydınlatırdı. Bekçilerin ellerini karartır, içlerini ağartırdı. Madencilere düştükçe uçmayı öğretirdi. İsli tavanı, killi duvarı saklardı ölümlü yanını. Kuyudan çıkan iyi yaşardı, kuyuda kalan kötü ölürdü. Ölümlülerden kaçanı örümcek ağıyla yaşatır, göçükten kurtulanı zehirli yağıyla gömerdi. Yine de Sepetçi Köyü’nden madencileri değil imamları kaçırırdı. Kuyuya kaçanlar çok olurdu o yıllarda. Suçlular, asker kaçakları, kan davalısından kaçanlar birer birer kuyuya girerdi. Çoğunlukla adlarını da değiştirirlerdi. Kaya da onlardan biriydi; asıl adının “Ökkeş” olduğunu kimse bilmezdi. Kaya, boğaz tokluğuna verimli damarlara geceleri bekçilik ediyordu. Ocak sahibi “Körecilik4 çok olur buralarda. Aman ha, kuyum kazılmasın!” dediğinde daha merak salmıştı kuyuya. Yaşamak için kuyuya girecek, Hacer için kuyudan çıkacaktı. Kan davalıları olmasa şimdiye çoktan almıştı yüzü ak bahtı kara kızı. Bu mağarada aktaşları bekleyeceğine Hacer’in yatağında olurdu. “Ah, taş kafam!” dedi Kaya, “Geceleri millet yatağa, ben mezara giriyorum.” Toprağın üstündeki katilleri unuttu ve aktaşlara “Âleme lüle, bize hece taşı mısınız?” diye bağırdı. Kaya’nın sesiyle mağaranın duvarlarında Hacer’in saçları dalgalandı, sevdalı gözleri parladı. Kaya birden yumuşadı. “Seviyorum seni kördüğüm gibi/Kördüğüm ilk günkü gibi” diye Hacer’in kulağına fısıldasa, ellerini tutup “Geleceğim, bekle!” dese ya da gözlerine bakacak kadar vakti olsa idi. “Gözleri ya…” dedi Kaya iç geçirdi, “Kuyu kadar derin, gece kadar serin…” Bu mağarada her cümlesi bir şiir oluyordu; aktaş kadar narin… Madencilerin anlattıkları aklına geldi. Bu köyde başkasının kuyusunu kazan çok olurmuş.  Kaya’nın kandili ve gölgesi titredi; kahkahası duvardan duvara çarptı ve büyüdü.

“Sepetçi’de herkes kendi kuyusunu kendi kazıyor.” diye çevirebildiği nefesiyle cümlesini tamamladı. “Her gün toprağın altına girer mi insan, hem de çıkıp çıkmayacağını bilmediği bir taş uğruna?” deyip tasdik edilmek istedi Kaya. Sadece kandil fitili başını eğdi ve yılan gibi tısladı. “Zehirli yılan!” diye çıkıştı Kaya kandile. “Taş yürekli patronlar madenciler yağı içmesin diye zehir koyuyormuş sana.” dedi ve boğazından göğsüne kadar eliyle bir kavis çizdi. “Taşı ölçeyim, buraları yaka yaka öldürüyormuşsun.” diyerek eliyle gösterdi. Dudaklarını büzdü, elini ağzına götürdü. “Madenciler de bir tuhaf, insan hiç yağ içer mi?” diye sordu hemen. “Burada acıkan adam ne yapar, erzakı bitince yağı içecek.” diyerek madencilere hak verdi.

Uyku, sıcak kan gibi dolaştı Kaya’nın damarlarında. Önce gözleri sonra elleri uyuştu.  “Uykuya ölümün kardeşi derler, ölüm böyle tatlı tatlı gelir mi, gelse bile geldiği gibi gider mi?” diye kendine sormadan edemedi. Güzelce bir gerindi, bütün kasları gerildi ve gevşedi. Duvara parmaklarında kazmayla bir el gölgesi düştü ve toprağın altından avucunda taşla bir el çıktı. Kaya gözlerini ovuşturdu, gölgelerin oyunuydu ama gülünç değildi. “Herkes bir kere ölecekse bu telaş, bu endişe niye?” deyince korkusu geçecek sandı. Gölgeler, uykunun mühürlediği gözlerine ölüm perdesini geriyor, sahne sahne eceli gösteriyordu. Mağara duvarları rüya sineması… Kanlıları asker karşılamaya giderken kaza geçiriyor, geride bir tek kanlı bile kalmıyor. Eskişehir veda ediyor otobüs camına başını yaslamış Kaya’ya, “Hoş geldin Ökkeş!” diyor Mardin sokakları. Sokaklar akıyor Hacer’in evine. Hacer’in gözleri akıyor. “Özledim…” diyebiliyor, yanağındaki yaşları silerken.

Kaya, bu rüyayı daha fazla seyretmek istemedi. “Birilerinin yaşaması için illâ birilerinin ölmesi mi lâzım?” diye sitem etti. Başkalarının ölümü üzerine yaşama hayali kurmak ona hiç hoş gelmedi. Madencilerin kazdığı taşları elledi. Kara topraktan biten aktaşlar yumuşacıktı. Hacer’in tenine dokunur gibi oldu. Daha da meraklandı. Öğrenmek, bu taşla ilgili her şeyi bilmek istiyordu. Bir eliyle Hacer’in yanağından süzülen yaşları silerken diğer eliyle de kendi yonttuğu aktaşı Hacer’e veriyordu. Yarıda kestiği rüya işte böyle bitmeliydi. Hacer’in yanına gidene kadar bu taşı çıkarmaktan işlemeye kadar her aşamayı öğrenecekti. Yarından tezi yok, madencilerle kuyuda taş arayacaktı. Heyecan kapladı içini. Bir an önce sabah olmasını istiyordu. Kuyu güneşten sabahı çaldı ve mağaraya hapsetti. Madenciler ellerinde kandillerle kuyuya indiler. Kaya, mağaradaki aydınlıkla karşıladı onları. Hemen işe koyulmalarını, öğrenecek çok şeyi olduğunu söyledi. Kaya söylemeden de kazmalar hazırlanmıştı. Kuyunun kıyısında Kaya…

“Yolağa denk geldin dimi…”, “Yine mi dökmeye vurduk…”, “Al sana kuzu karnı kadar sırmalı…”, “Akşama çocuklara şerbetlik çıktı desene…” gibi Kaya’nın anlamadığı birçok lakırdı döndü ortalıkta. Şarkılar, türküler, atışmalar, kazmanın böldüğü kahkahalar… Kaya, kazma sesini takip ediyordu. Taşa göre değişen vuruşları hafızasına hapsediyordu. Zamanla kazmanın madencinin gözü olduğunu öğrenecek, taşa vurgun nazarlarını görecek, güneşi görene dek pamuk, ustasının eline düşene dek mermer gibi taşları bilecekti. Kuyu karanlığını göğe saldı ve akşam oldu. Madenciler evlerine döndüler. Eşlerine ve çocuklarına kavuştular. Kuyu üfledi sırlarını, yıldızlar geceye dağıldı. Kaya dün geceden bu geceye geçen zamanı düşündü. Yirmi dört saat olamazdı; Kaya’ya bir yıl kadar uzun gelmişti.

Güz rüzgârları esti kuyunun başında. Kuru yaprakların hışırtısını kazma sesleri bastırdı… Kar yağdı bozkıra. Madenciler tünelde bıraktı kar sularını… Kuş cıvıltıları sardı köyü bucağı. Kuyudan kanat sesleri yükseldi… Güneşin elleri topraktan mahsulü topladı, gecenin elleri kuyudan cevheri… Bir yıl bu kadar çabuk geçmişti. Kaya’ya bir gün gibi gelmişti. Kaya artık yolağın taşın damarı olduğunu, tespih tanesi büyüklüğündekilere dökme denildiğini, futbol topundan büyük taşların sırmalı olarak adlandırıldığını, aktaş alan tüccarların taş bedeli dışında çoluk çocuğa verdiği paraya şerbetlik ismi verildiğini öğrenmişti; birimbirlik, kapak, budama, yamak ve tabanın kaç pamuklu ettiğini de,.. Madencinin bulan değil arayan, konuşan değil susan, ölen değil yaşatan olduğunu da anlamıştı. Kuyunun inilen değil çıkılan, açılan değil sırlanan, kör değil gösteren, dilsiz değil avaz olduğunu da…

Kuyu, ayaklarını almadan kanatlarını takmazdı hiçbir madencinin. İşte bu yüzden dar tünellerden gelirdi madenciler kuyuya, ayakları uyuşurdu çoğu zaman. Kaya’nın da omuzları kaşındı ve ayakları yerden kesildi.  Kuyudan çıkma vakti gelip çatmıştı. Kaya, yüreğinde Hacer, elinde aktaşla kuyudan bozkıra ulaştı. Bozkır, tek bedende taşın beyazını, karasını, Kaya’sını gördü. Kaya’yı Eskişehir uğurladı, Mardin karşıladı. Kaya, bu taş sokaklara bulmaya değil aramaya, konuşmaya değil susmaya, ölmeye değil yaşatmaya gelmişti. Dar sokakların karanlık kapılarında Hacer’i aradı, taş evlerinde sustu ve uykularında aktaşı yaşattı.

Paylaş

Bu Sayının Diğer Yazıları

BİR-İKİ ERZURUM –II- / Şeref Akbaba
Kutlu Telaş / Mehmet Aksu
Aşkın Gölgesinde Dile Gelenler / İsmail Bingöl
Aforizmalar / Naz
Perde ve Hakikat : Sinema Felsefesi / Abdullah Ömer Yavuz
Tümünü Göster