Umut gibi ışı/ Ezan gibi uzan her sabah
Ve rüyasına sız/ Uyuyan o çocuğun.”
Sabah, incecik bir tülü andırıyor. Şeffaf, hafif, beyaz.
Serinlik, çekingen bir edayla süzülüyor pencere aralıklarından.
Yaz tenhalığı dağılıp gidiyor, güz serinliği iniyor sokaklara.
Diriltici bir rüzgâr esiyor. Cama yaslanan incir ağacının enli yaprakları, kımıldanıp duruyor.
Mevsimler dönüyor, günler birbirini kovalıyor.
Şairin dediği gibi; “Yaşamak, alıştığımız bir şey olup çıkıyor.”
Pencerenin kenarındaki divanda uyuyakalmış.
Elinde tespihi, gözleri kapalı, dudakları aralık.
İyice ufalan bedeni, minderden ayırt edilemeyen bir eşya gibi görünüyor.
Her mevsimde tazelediği şükrü, her yeni günde tutunduğu umudu, yüzünün çizgilerine huzur olarak yapışıp kalıyor.
“Nine!”diye sesleniyorum. “Üşümüşsün burada.”
Uyanıyor, hemen tespihini yokluyor.
“İçim geçmiş öyle.” Perdeyi aralıyor.
Güz rengine boyanan caddelere, son çiçeklerini döken ağaca bakıyor. Göç etmeye hazırlanan kuşların telaşını seyrediyor bir süre.
Az sonra, mutfak damında yuva yapan güvercinler de kımıldanıyor. Güvercinlerin uğultusu, sokağın sesine karışıyor.
Büfede duran radyonun kanaviçe örtüsünü kaldırıyorum. Düğmesini çeviriyorum. Kısa bir cızırtıdan sonra tok bir ses duyuluyor.
”Şimdi uzaklardasın/ Gönül hicranla doldu.” Ninem uzaklara dalıyor.
Annem, mutfakta kımıldandıkça, ocağın mavi alevi titreyip duruyor.
Bakır çaydanlıktaki su kaynıyor.
Birazdan, sabahın huzuru, tertemiz çay bardaklarında, sıcacık ışıldıyor.
Simitçi çocuk, yine aynı saatte geçiyor sokaktan. Ufak tefek, kavruk yüzlü, kızıl saçlı.
Elleri kırmızı, yüzü sonbahar renginde.
“Oğlum, bize iki simit veriver.”
Çocuğun bal rengi gözlerinde uyku mahmurluğu, üzerinde susam kokusu.
Eski bir şarkı, sıcacık çay, tazecik simit.
Ağaçlardan dökülen son yapraklar, solan çiçekler, göç hazırlığı yapan kuşlar.
Annem, geceden ıslattığı nohudu ateşe koyuyor. Tuzu çıksın diye suya koyduğu yaprakları süzüyor. Sarma içini hazırlayıp bırakıyor.
Keskin nane kokusu sarıyor evi.
Öğleden sonra ince ince bir yağmur başlıyor. Kapının tokmağına vuruyor bir el. Pencereden bakıyorum.
“Anne, Aysel abla geldi.”
Kadının ıslanmış hırkası, naftalin kokuyor. Küçük, temiz, solgun yüzü, geçip giden baharın ardından bakakalmış gibi şaşkın ve hüzünlü.
Limon kolonyası sürünmüş. Kısacık saçlarına bir tülbent bağlıyor hemen. Ağzına bir akide şekeri atıyor. Annemle sarma yapmaya başlıyorlar.
Ninem, pencerenin başında. Birer ikişer yanmaya başlayan sokak lambalarına bakıyor. Huzursuzca kımıldanıyor yerinde.
“Akşam oldu, hala gelmedi bu çocuklar.”
O arada sokak kapısının zili çalıyor. Ninem, düşen tespihini fark etmeden, telaşla koşuyor kapıya.
Üniversiteden tatile gelen ağabeyim, ablam. Onları görmeye gelen akrabalar.
İlerleyen saatlerde iyice soğuyor hava. Annem sobayı yakıyor. Üzerine yeni demlediğimiz çayı koyuyor.
Odun, kömür çıtırtıları, duvarlara, tavanlara yansıyan ateş yalımı.
Kestane, üzüm kurusu, çay kokusu…
Ev kalabalık, herkes bir arada.
Ninem birden duruluyor. Yüzü soluyor, yüzü son bahar oluyor.
Rahmetli babamın yokluğunun açtığı yara sızlıyor göğsünde, bir özlem rüzgârı esiyor yüreklerimizde.
Başörtüsünün ucuyla gözlerini siliyor annem.
Islak kirpikler altındaki bakışlarımız buğulanıyor.
Bir ürperti geçip gidiyor üzerimizden.
Az önceki cıvıltı, yerini boşluğa bırakıyor. Sessizlik dolduruyor odayı.
Son kuşlarda akşamın alaca renklerine doğru yorgun yorgun kanat çırpıyor.
Günler birbirini kovalarcasına geçiyor. Sokaklarda, evlerde bir telaş.
Sonbahar, uzak ve serin bahçelerden, sarı, ince yağmurlarla, hafif esintilerle şehre yürüyor.
Güz çiçekleri süslüyor toprağı.
Geceler uzuyor, erkenden yanıyor solgun ışıklı sokak lambaları.
Ezan sesleri, karanlığı bir bıçak gibi yarıp geçiyor,
Üşüyen ruhlarımızı sarıp sarmalıyor bu ses.
Cahit Sıtkı Tarancı’nın dediği gibi: “ Alıştığımız bir şey oluyor yaşamak.”
Her yeni günde umudumuzu yinelemeye alışmak.
Her mevsimde tazelemek şükrümüzü.