Dilsizleştirme Devrimi

-dil adına dili tahrif ve tahrip ettiler-

Dil devrimi üzerinden 90 yıl geçti. Neredeyse bir yüzyıl. Bu bir asırda dili değiştirmek, dönüştürmek, başkalaştırmak için çok çaba gösterildi. Kelimeler, anlamlar üzerinde hoyratça, sorumsuzca, saygısızca oynandı. Tabir caizse harfler, kelimeler, sesler, sözler üzerinde saygısızca, şuursuzca tepinip duruldu. İfadeler, deyişler bozuldu. Dili ritminden, şarkısından, estetiğinden, ruhundan, manasından, maneviyatından uzaklaştırıp, lafzı, manası veya manasızlığı ile yeni bir dil icat etmeye çalıştılar. Üstelik bunu dili güzelleştirmek, özgürleştirmek, arıtmak adına yaptılar. Bu yüz yıl içinde dile, dil üzerinden hayata, hakikate karşı tahammülü zor zulümler edildi.

Dil Devrimi! Söylenişi bile ürpertiyor. Devirilen, devirilmek için çaba gösterilen masadaki herhangi bir eşya, sehpadaki çiçek, tezgâhtaki bardak, bir canlı, bir bina, bir kurum hatta devlet değil. Böyle olsaydı bunları ‘çamlar devirmek’ kabilinden faillerinin kabalığına, anlayışsızlığına verip geçilirdi. Ne ki, dili devirmeye cüret etmek, bir milletin tarih içinde süzülerek, arınarak, eklenerek, ayrışarak, birleşerek, toplaşarak, akarak, coşarak oluşan aklını, duygusunu, dimağını, tasavvurunu, her şeyini değiştirmeye kalkışmak demektir; geçmişini, geleceğini, dünyasını devirmeye yeltenmek demektir. Bu nasıl olur, bu mümkün müdür? Bu kudrette insan, bu kudrette sistem var mıdır, olmuş mudur? Bu ölçü ve boyutta insan ve hayatı değiştirme hakkı ve cesareti bir çeşit tanrılık iddiasına tekabül etmez mi? Çünkü dil, tanrı yaratısı ve vergisidir.

Dil bütün zamanları, varlığı içine çeker. Varlığı elinden tutup kaldırır; besler, büyütür. Varlıkla, hayatla canlı kalır; varlığa, hayata canlılık verir. Dil varlığın ana unsurudur. Hepimizin üstünde, yükseğinde bir oluş ve işleyişle var olur, zenginleşir. Zenginleştikçe hayat güzelleşir, hayat güzelleştikçe dil zenginleşir. Akıl büyür, hayal büyür. Dil ve varlık birbirine bağlı büyür, gelişir. Cansız bir hayatın canlı bir dili olmaz. Dimağ ve düşünce gelişirse dil de gelişir. Dili zenginleştirmek, güçlü kılmak isteyenler hayatı, varlığı zenginleştirmeli, güçlü kılmalıdır. Evet dil sadece konuşulmaz, yaşanır. Hayatın anlaşılan, anlaşılmayan, bilinen bilinmeyen bütün kodlamaları, bütün karşılıkları dille var olur, dilde var olur. Severken, ümit ederken, hissederken, konuşurken, susarken, alırken, verirken hep dili yaşarsınız.

Dil ırmağını kurutanlar hayatı kuruturlar. Bu anlamda dil devrimi hayatı, varlığı geliştirmek, genişletmek için yapılıyorsa bu o dilin imkânlarını çoğaltmakla, yaymakla mümkün olur. Bu da ‘dili devirmek’ veya faillerinin yorumuyla ‘dilde devrim’ gibi korkunç manasızlıkla değil, onu daha derinlikli anlamakla olur. Dili anlama ve yaşama derinliğinizle hayatınızı anlamlı, önemli hale getirirsiniz. Bunun da en tartışmasız usulü okumak, yazmak, konuşmak; şiir, hikâye, roman, deneme ve diğer tür ve becerileri de ihtiva eden edebiyat eserleri vücuda getirmekle mümkündür. Ama bizde dil devrimi yaptıklarını söyleyenler, bu niyet ve iddialarla ortaya çıkmamışlardır. Sokak diline dönüş diye özetlenecek söylemlerinin dayanakları böyle bir iddiayı geçerli kılmaya zaten müsait değildir.

Dönemin keskinleşen uluslaşma rüzgârını da arkalarına alarak veya o rüzgâra kapılarak dilimizi yabancı kelimelerden arıtma yalan, gaflet (yoksa ihanet mi demeliydim?) ve zorlamasıyla dilde büyük bir tasfiyeye girişmişlerdir. Böyle diyorum, çünkü bin yıldır benimle var olan, beni var eden kelime ‘yabancı’ ve fakat hiç kimsenin anlamını bilmediği kelime ‘yerli’ veya ‘millî’ öyle mi? Doğrusu faillerinin fikrî seviye ve samimiyetlerine yakışan bir zekâ tezahürü. Hele bir de bu bin yıldır kullanılan yabancı kelime yerine Fransızca’dan alınıp dilimize yamalanıp, yapıştırılan kelimeler var ki, evlere şenlik. Dilde öze dönmeciler yani öztürkçeciler dil evimizin kapılarını batılı dillere özellikle de Fransızcaya ardına kadar açmışlardır. (Yeri gelmişken söyleyeyim: Bin yıldır bu millet öz Türkçe konuşmaktadır. Türkçenin özü de imandır, İslâm’dır, medeniyetimizdir.) Bu sözüm ona Türkçeci kesilen kesimin ilk marifeti, Fransız pozitivizminin, pozitif jakobenliğe dayalı laik sekülerizmin dine, kültüre, tarihe mesafeli hatta düşman ulusalcılığıdır. İşin tuhafı bunu çağdaşlaşma, modernleşme ve ilerleme adına yapmışlardır. Onların ilerlemeden anladıkları da bu boş benliklerle hayran oldukları Batıya hususen Fransa’ya kayıtsız koşulsuz teslim olmaktır. Bunların özgürlükten anladıkları, Avrupa’ya köleliktir. Bu büyülenme içinde kendini yitirenler elbette inandırıcı da olamayacaklar, uzun erimde amaçlarına da ulaşamayacaklardır.

Zamanının ulusalcı, ırkçı milliyetçi akımlarının etkisinde kalanlar dilimize girmiş Arapça ve Farsça kelimeleri sözlüklerden çıkarmak, dilimizden söküp atmak gibi manasız, mesnetsiz operasyonlarla dil ağacının kökünü kurutmaya, dallarını kesmeye, kırmaya çalışmışlardır. Dünyanın hemen hiçbir yerinde uluslaşma hareketleri kültür üzerinde bu kadar kıyıcı, yıkıcı olmamıştır. Hatta hemen hiçbir ülke diline bu ölçüde kör ve sağır kalma bedbahtlığı içine düşmemiştir. Bu ufunet, bu yozlaşma ancak beter bir aşağılık kompleksiyle, kendinden nefret etmekle açığa çıkan şeref ve haysiyet yoksunluğuyla açıklanabilir.  

Ülke yönetimleri, haritalar değişmiş, ama dil veya diller, tarih içinde kâh daralarak, kâh açılıp serpilerek gelişmesini sürdürmüş; akış içinde yeni yapılar oluşmuştur. Tarihî bir olgu olarak neşet eden dil yapıları kültürden, kültürel yapılar dilden bağımsız olmamıştır. Hâkimiyetlerini çok dilli, çok kültürlü coğrafyalar üzerinde tesis eden imparatorlukların dağılması ile yerel diller, temel iletişim ve anlaşma unsuru olarak tebarüz etmiş, bir ölçüde edebiyat, felsefe, siyaset gibi üst kurumları da etkilemiştir. Böyle olmakla beraber büyük kitlelerin dili daha çok gündelik hayatta ve dilin çarşı pazarda sokakta konuşulan en aşağı katında canlılık kazanmış ama hiçbir toplumda üst yapının dili olmamış, olamamıştır. Olmasına da imkân yoktur. Çünkü sanat, ilahiyat, hukuk, siyaset, edebiyat gibi milletlerin karakter ve kimliğini oluşturan kültür unsurları, dağarcığı üç yüz, beş yüz kelimeyle sınırlı bir dille var olamaz, varlığını sürdüremezler. O nedenle yeni biçimlenmelerle oluşan diller, ihtiyaç duymak zorunda kaldıkları daha geniş tasavvurlar, idrakler için imparatorluk dilinin köklü, geniş anlam dünyasından yararlanır, yararlanmak mecburiyetindedir. Birbirinden ayrı da gözükseler, Roma’nın dağılmasından sonra feodal dönemden başlayarak en son modern ulus devletlere kadar kendi dünyalarında var olan toplumların dilleri, bir şekilde Latinceyle irtibatlıdır. Bugün bütün batı dilleri içinde kökleri Latinceye dayanan binlerce kelime vardır. Hatta yaşayan karşılıklarıyla kullanılan bu kelimeler, o dillerin omurgasını oluşturur. O kelimeler çekilip alınsa, ortada ne Fransızca, ne İtalyanca, İngilizce ve Almanca kalır.

Dilin etkisi sadece kaynak dille değil, yakın, komşu kültür ve medeniyetlerle, uzak yakın milletlerin dilleriyle de ilişkilidir. O ilişki hayatın, tarihin, kültürün işleyişiyle sağlanır. Bu anlamda bütün diller başka dili, dilleri de besler. Bilginin, kültürün coşkulu, gümrah kaynaklarının başında, farklılıkların birbiriyle ilişkisi geliyorsa bundan daha doğru, daha doğal bir münasebet olamaz. Var oluşun yasasıdır bu. Kendilerini varlık içinde anlamlandıranlar, asgari nispette bu yasaya saygılı olmak durumundadır. Başka çare ve ihtimal de yoktur. Dilin varlık ve hayatla içkin işleyen yasasına saygılı olmayanlar, kendilerine değersiz bir konum takdir etmiş olurlar.

Avrupa’da ‘uluslaşma’, ideolojiye evirilen kırılmalarla gerçekleşmiş olsa da, diyalektik oluşum içinde kabul edecekleri bir vasatta anlaşma sağlandı.  En baskıcı, rejimlerde bile dil değişen yenidünya ve toplumun ihtiyacı olan kavram ve kelimeleri bünyesine katarak yoluna devam etmiştir. Dilin varlıkla, varlığın dille iç içe olması bir yönüyle tam da bu durumu izah eder. Bizde dil devrimini yapanlar, savaşlardan perişan, bitap düşmüş halkın bu çaresiz, çıkışsız durumunu da fırsat bilerek, insanımızın hususen düşünen insanımızın dilini bağlayarak onu kültüründen kopartacaklarını sanmışlardır. Esasen bu failleri cihetinden bütünüyle yanlış bir hesap da sayılmaz. Ne ki onca çabaya, sağırlaştırmaya, körleştirmeye rağmen hedeflenen neticeye gidilememiş olmasında, hem yapılanın varlığın ve dilin işleyişine ters olmasının hem de bu kadroların cahilden daha cahil, bilgisiz düşüncesizliklerinin payı az değildir.

Eğer dilde devrim yapılacaksa bunu yapanlar devirdikleri dünyanın daha fevkinde edebiyat eserleri ortaya koyma yolunu seçmeliydiler. Değilse kendileriyle beraber milletin aşağıya düşmesine öncülük yapmış olurlar. Nitekim en az bir asrı aşkın zamandır düştüğümüz yerden kalkmaya çalışıyoruz. Yoksa bu millet, Fuzuli’ye, Baki’ye, Nedim’e, Yahya Kemal’e, Ahmet Hamdi’ye kadar bidayetten nihayete seyreden birbirinden naif, birbirinden güzel, güzide sanatçı düşünürlerimizin müstesna kıymette eserlerine onların paşa gönülleri istedi diye kötü diyecek değildi. Dante yazdıkları ile nasıl İtalyancayı,  Shakspeare İngilizceyi temellendirdi ise diğer yandan meselâ Dostoyevski yazdıkları ile romanda, Goethe, Rimbaud şiirde bir devrim yaptılar ise, dilde devrim yapmak, duyguda, düşüncede, estetikte, anlayışta bir devrim yapmakla olur. Ama bunun yolu asla eline sopa alıp totaliter şiddetle bin yıldır ecdadımın konuşup yazdığı kelimeleri yasaklamak değildir. Bu işler bir hezeyan haliyle emir kulunuz sandığınız halka askeri bir mantıkla talimat vermekle olmaz: ‘Yürüyüş kararı sayılacak sayy..’ der gibi ‘Dilimizi değiştireceğiz, değiştir..’ demekle olmuyor. Buna senin de kimsenin de gücü yetmez. Ne var ki, heybede bir şey olmayınca bir türlü aidiyet bağıyla dâhil olmayı başaramadığı topluma da yeni değerler kazandırmanın zevkinden mahrum kaldılar. Bu mahrumiyetin farkında olamadıkları, olmak da istemedikleri için kaybettiklerinin de, kaybettirdiklerinin de acısını da duyamadılar. Ne ruhları ne benlikleri, acı duyacak kıvamda bir erdeme sahip gözükmüyordu. Onun için şüphesiz muhtevayı da etkileyen şekli dayatmalara rağmen ruhumuzun da duygumuzun da temellerini oynatmaya güçleri yetmedi. 

1932’de 26 Eylül-5 Ekim arasında birincisi yapılan Türk Dili Kurultayı ile başlayan devrim, kıyafet, şapka, takvim, rakamlar, tatil günlerinin düzenlenmesi ve en korkuncu harf inkılâbından bağımsız düşünülemez. Bütün bunlar bir milleti tepeden tırnağa değiştirmeyi baştan beri hesaplanarak tertip edilmiş, zamanı gelince sırayla ve birbiriyle bağlantılı olarak yapılmış devrimlerdir. Bana sorarsanız dil devriminin başlangıcı ve en öldürücü darbesi harf inkılâbıdır. Bu hamleyle birlikte dil devrimi okuma yazma bilen insanları bile yazı karşısında kör ve sağır hale getirmiştir. Mete Tunçay, içine itildiğimiz karanlığı şöyle özetler: “Alfabe değiştirmek, bir kuşak içinde o zamana kadar yazılmış bütün yapıtları okunmaz/ anlaşılmaz hale sokmuştur.”(1)

*

Dil hareketleri ve bizdeki özel karşılığıyla dil devrimiyle ilişkilendirilen uluslaşma hareketinin mantığını kısaca irdelemeyi yararlı görüyorum: Uluslaşma süreci standartlaşmayı ve buna bağlı olarak duyarsızlığı getirdi. Standart duyarsızlık veya duyarsız standartlar, insanın anlam dünyasıyla birlikte kültürü yok etti. Kuşkusuz bu tahribat daha çok dilde kelimeleri yok etmeye dayalı tasfiye hareketiyle gerçekleşti. Var oluşunu ne olduğu ile değil ne olmadığıyla, kim olduğuyla değil kim olmadığıyla izah eden ulusçuluk diğer milletleri (veya halkları, ulusları) ötekileştirerek yok saymaya yöneldi. Kendi kapalı dünyasına çekilen uluslar başkasını yok edilmesi gereken düşman olarak gördüler. Ulus devletler, kendi iktisat, kültür ve toplum politikalarını, ötekini düşmanlaştıran hatta şeytanlaştıran ideolojik programla planladılar. Oysa fazla değil daha yüz yıl önce ulus olma macerasına koyulan bu düşman halklar, bir ümmet veya topluluk olarak birlikte yaşıyorlardı. Kaygıları, korkuları, anlayışları, zevkleri, tarzları neredeyse aynıydı. Asgari müştereklerin ideali, en üst değer olarak onları bir ortak ve üst kimliğin şemsiyesi altında bir arada tutuyordu. Karakterini, kimliğini öteki olmamakla hatta ötekine düşman olmakla edinen uluslar, tek tipçi resmî kültür ve eğitim politikaları ile yetiştirildiler. İşte burada en temel işlevi görecek araç, dil olacaktı. Bu sebeple menşei başka kültür ve dillere üstelik düşmanlaştırılmış ötekine ait kelimeler, hayattan sürgün edilmeli, yasaklanmalıydı. İyi, kötü, güzel, çirkin, bundan böyle siyasal sınırlar içinde ideolojik karakteri baskın kimliklerin resmî politikalarca belirlenip benimsetilmiş beğenilerine göre tanımlanacaktı. Bize ait hiçbir şeyde onların izi olmamalıydı. Ona ait hiçbir şey hayatıma girmemeliydi. Bu mantıkla dilin de diğer etki ve karışımlardan arınması gerekiyordu. İşte facia bu noktada daha görünür, hissedilir oldu. Dil ona mı aitti? Oysa dil geniş, zengin kültürel ilişkilerle oluşan bir tasavvurdu.

Ulusalcı bahanelerle ve anlamsız düşmanlıklarla dil ve kelimeler peşinde başlayan sürek avı, hem bir kültürsüzlüğün sonucudur hem de kültürsüzlük ortaya çıkarmıştır. Esasen sevgi yerine nefreti, birlikte olmak yerine ayrılmayı, hısım olmak yerine hasım olmayı, yaşatmak yerine öldürmeyi, var etmek yerine yok etmeyi seçen katı, kaba yapı(lanma)nın kültürsüzlüğü seçmesine şaşmamalıdır. Şaşmamalı ama bir kelimenin dilimizden çıkarılmasının sadece lügatten bir kelimenin eksilmesi veya atılması anlamına gelmediğini bilmek insanı kahrediyor. O kelimeyle birlikte yüzyıllar belki binyıllar boyu hayatımızda, kolektif bilinçaltımızda, millet şuurunda, his dünyamızda, hafızamızda yer etmiş anılar, bağlanışlar, duygular, sesler, deyişler, tarzlar, incelikler, estetikler, kokular, nefesler, her şey yok olup gider. Türk diline emek vermiş bir ara Millî Eğitim Bakanlığı da yapmış Tahsin Banguoğlu, dilin hakikatini müdrik bir şahsiyet olarak dilin anlam evreni ve bağlarından mahrum kalmanın entelektüel kişilerde daha yıkıcı etkilerine işaret eder: “Yetişmiş bir aydının hele bir ilim adamının kafasındaki terim sistemini değiştirmek demek, onun, içine gömülü bulunduğu kavramlar dünyasını allak bullak etmek demektir. Bu değişiklik ne kadar süratli olursa şaşkınlık o kadar büyük olur.”(2)

Dilimizden itilen, ötelenen, unutulan, sözlükten silinen kelimelerle birlikte bir hayat bütün zenginliğiyle yitip gider ve bize çorak, kuru bir dünya kalır. Nitekim öyle oldu, öyle de oluyor. O kelimeyle birlikte hayatın büyüsü, tılsımı kaybolur, kayboluyor. Çünkü biz, varlıkla ilişkimizin anlamını, sınırlarını ve keyfiyetini bilemediğimiz bir işleyişle kelimelere yükleriz. Kelimeler de dönüp bize o anlamları yükler. Âdem’e isimlerin ve kelimelerin öğretilmiş olması, bu anlamı da ihtiva eder. Yani Âdeme sadece gösterilenlerle birlikte göstergeleri listelenmiş kelimeler ezberletilmiş veya öğretilmiş değildir. Eşyayla ünsiyet kurulacak her durumda insanda oluşan his ve anlamın kodlanması öğretilmiştir.

Modern dönemlerin kaçınılmaz olgusuna dönüştürülmüş uluslaşma sürecinde devlet toplum ilişkisi manevî boyutu önemsemeyen hatta zayıflatan bir yönde gelişti. Standartlaştırılmış dil, eğitim ve kültür politikaları marifetiyle insanı (vatandaşı) ideolojik koşullanmalara, maddî amaçlara göre biçimlendirdi. İşte bu hem insanla eşya arasında manevî rabıtanın kopması hem de bu bağın kopması sonucu yaşanan duyarsızlıktı. Ulusçu amaç ve saplantılarla yapılan dil hareketleri, bu yönde bir yenidünya ortaya çıkarmıştır. Bizim tarihî akışla uyumlu olmayan ulusçuluğumuz da benzer sonuçlar vermiştir. Vermiştir ama bu bir cendereye girmeyle ortaya çıkan hastalıklı, sıkıntılı bir durumdan başkası değildir.

Eğer sanayi ve kentleşme merkezli olarak Avrupa’dakine benzer bir uluslaşma süreci yaşamış olsaydık, kültür, eğitim, siyaset bu düzlemde daha çatışmasız, daha uyumlu bir çizgide tekâmül ederdi. Yani özellikle iktisat ve ticaretin, sokağın ve pazarın gerek duyduğu dil ve hayatla, üst yapının gerekli kıldığı dil ve hayat birbirine karışmaksızın ve birbirine saygı duyarak aynı dil evreni içinde var olacaklardı. Aynı dil evreni içinde var olan unsurlar kuşkusuz fert ve millet olarak seçeneğimizi artıracak, zenginliğimizi çoğaltacak, ufkumuzu genişletecek, aydınlatacaktı. Ne ki öyle olmadı. Varlığının özünü İslâm’dan alan kültür birikimimiz, geride korkunç travmalar bırakan engellemelerle yok edilmek istendi. Bence harf inkılâplarıyla başlayan dil devrimleri uluslaşmanın sosyolojik veya kültürel aşaması da, unsuru da değildir. Doğrudan doğruya hazır böyle bir imkân ve iklim varken dini ve imanı ortadan kaldırmak, olmuyorsa zayıflatmak ve önemsizleştirmek amaçlı art niyetli ameliyatlardır. Modernleşen Türkiye’nin tarihi adlı eserinde Zürcher, Mustafa Kemal ve arkadaşlarının bu değişimin çok enerjik şekilde zorla ve hızla gerçekleştirilmiş olmasının sebebini kuşku duymayarak bir şekilde ideolojiye bağlar: “Bu değişiklik Türk toplumunu Osmanlı ve Ortadoğu’nun İslâmi geleneklerinden koparmanın ve onu Batıya doğru yönlendirmenin bir başka yöntemi oldu.”(3)

Başka ülkelerde de harf ve dil devrimlerinin olduğunu söyleyerek yapılanı meşru açıklamadan yoksun psikolojiyle açıklamaya çalışanlar, cahilliklerinin başka yönünü oraya koymaktadır. 23 Nisan kutlaması seviyesiyle sınırlı dünyalarıyla bizim algılarımız üzerinde oynamaya çalışıyorlar. Nerede alfabe devrimi oldu? Çinde mi? Çin’i örnek göstermemizin sebebi öğrenilmesi en zor yazılardan biri belki ilki olmasıdır. Başka? İngilizler mi, Fransızlar mı, kim? Yine yalan söylüyorlar. Ben söyleyeyim; İmparatorluktan yani Shogunlar döneminden modern döneme geçince 1868’de bir ara Japonlar, alfabelerini değiştirmek istediler. Ama bunun korkunç yıkımlar getireceği mütalaasıyla vazgeçtiler.

Alfabesi değiştirilen, dilleri bozulmaya çalışılan ülkeler Yakut’ları saymazsak bütünüyle Müslüman ve hususen Osmanlı’nın varlık ve etki alanlarıdır. Bu bağlamda ilk değişiklik Arnavutluk’ta olmuştur. Böylece Arnavutluk’la aramıza sağır, masif bir duvar girmiştir. Sonra birkaç kez değişiklik yapan Azerbaycan’da bu devrim yapılmıştır. Vesika ve bilgilere bakıldığında, Sovyet Sosyalist iktidarı tarafından yapılan bu operasyonun Türk ve Müslüman varlığını bölmeyi, bir daha bir araya gelmelerini imkânsız kılmayı amaçladığı anlaşılmaktadır. Türkiye’de Latin harflerinin kabulü de bu ilişkiler ağından bağımsız görülmemiştir.

Bu konularda dosyalarımda yüzlerce doküman var. Onlardan sadece herkesin erişebileceği üçünü burada iktibas ettim. Dil devriminin 90’ıncı Harf inkılabının 94’ncü yılında, varoluşumuz açısından dilimizin önemine bir kez de bu vesileyle dikkat çekmek için yazdım. Konuyu daha geniş, daha derinlikli düşünmek, değerlendirmek dileğiyle.

_________________________

  1. Mete Tunçay, Eleştirel Tarih Yazıları, Liberte yay, s.175,3. bas, Ankara 2012.
  2. Tahsin Banguoğlu, Devlet Dili Türkçe, s.21, TDK yay, Ankara 1945.
  3. Erik Jan Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi,s.274, çev. Yasemin Saner Gönen, 7. bas,  İletişim yay, İst. 2000.
Paylaş

Bu Sayının Diğer Yazıları

BİR-İKİ ERZURUM –II- / Şeref Akbaba
Kutlu Telaş / Mehmet Aksu
Aşkın Gölgesinde Dile Gelenler / İsmail Bingöl
Aforizmalar / Naz
Perde ve Hakikat : Sinema Felsefesi / Abdullah Ömer Yavuz
Tümünü Göster