Hikmetinden Sual Olunmaz

Bizim köy yüksek bir dağın dibinde, gölgesi güneşinden çok bir yerdir. Gölgeden ötürü soğuktur bizim köy. Bahar en son bize gelir, erikler en son bizim köyde çiçeklenir. Soğuk yerin adamı çetin olur derler. Adamı değil de cevizi çetindir bizim oranın. Kolay kıramazsın. Pazarda para da etmez. “Kayadibi’nin mi bu?” derler, bir daha yüzüne bakmazlar. Yalnız son vakitte moda oldu, artık ziraat cevizi dikiyor ahali. Bağı, bostanı söktüler her yeri ziraat cevizi doldurdular. Anam hiç haz etmiyor bu cevizlerden. Geçen Saliha ablanın fidanlığında iki tek ceviz bitmiş, nispet olsun diye birini anama göndermiş. Ceviz bildiğin ördek yumurtası kadar, kabuğu da kâğıt gibi… Sıkmamla, iki parça oldu zaten. Ama tadı yavan, yerlisini tutması mümkün değil. “Yime oğlum” dedi anam “Cevüzüy bile sahtesini çıkardular.” Sahte, mahte hiç yoktan para ediyor. Biz Mustafa’yla karar verdik bahçedekileri aşılayıp eriklerin yerine de bu ziraat cevizlerinden dikeceğiz. Mustafa, benim amcaoğlu. Bilmediği iş yok. At görür aksar, su görür susar. Kafası her işe erer. Bilmediğini de uydurur. Ama öyle saf anlatır ki sanırsın bu işin kitabını yazmış. Masum bakışlarına aldanıp bu defa bir şey olmaz zannedersin. Yani, ne olabilir ki, alt tarafı bahçeye birkaç fidan dikeceğiz. Bahtı açık olana Kadir gecesinde doğmuş derler ya; Mustafa herhalde Kavm-i Nuh’un helak olduğu gece doğmuş. Cümlenin bağına rahmet yağsa bununkine, ya taş yağar ya dolu. Lakin başına gelenler değil de bunun tavrı bir acayip. Onca badireyi atlatıp başı kuruya erince kahvede cam kenarına oturur, “Hikmetinden sual olunmaz” deyip saf saf gülümser.
Mustafa, fidanların siparişini vermiş. Buralarda pahalıymış internette daha iyisini bulmuş. “Hani buradan alacaktık?” diye çıkıştım. Her zamanki masumluğuyla gülümseyip “Akıllı köprü arayıncaya deli suyu geçer” dedi. “Ya yollamazlarsa?” dedim. Kargoya verip makbuzun resmini yollamışlar. İnandım, lakin beş gün geçmesine rağmen bizim fidanlardan ses soluk çıkmayınca işkillendim. Firmayı aradı Mustafa, onlar kargo şubesini aradılar. Sonra bir dolu telefon görüşmesi… Mustafa telefondaki muhatabına bildik sakin edasıyla derdini anlatmaya çalıştı ama anlaşamadılar. Kibar dilden her kişi anlamaz, aciz zannedip tepene çıkar. Dayanamadım aldım elinden telefonu.
-Bartın, hemşerim. Bartın’a gelecekti kargo!
-Bartın nerede abi?
-Batı Karadeniz’de.
-Bayburt mu?
-Hemşerim Bayburt Karadeniz’de mi?
-Değil mi?
Baktım mevzu başka yere kayıyor yutkunup telefonu Mustafa’ya geri verdim. Söyleyecek söz bırakmadı ki adam. Sonra işin foyası çıktı. Bizim fidanlar yanlışlıkla Batman’a gitmiş, kısa zamanda gelirmiş. Bayram öncesi kargo yoğunluğunda fidanların gelmesi tam on üç günü buldu. Ama fidanların yarısı yolda kurumuş, kalanları da bekletmeden dikmek lazım. Eee bayram vakti kim dikecek bunları? “Biz dikeriz” dedi Mustafa.
-Biz bu bayram şeye gidecektik.
-Edirne’ye mi?
-Evet, öyle planlamıştık. Geçen bayramı burada geçirdik ya.
-Fidanların hepsi kurur, ben karışmam.
“Ah Mustafa! Hanım valizleri düzmüş bile, nasıl gitmiyoruz diyeceğim ben şimdi…” Tahmin ettiğim gibi duyunca Ümmühan’ın yüzü mahkeme duvarına döndü. “Sen çocuklarla git” dedim. “Ben işleri yetiştirebilirsem bayramın son günü gelmeye çalışırım. O kadar para verdik kurusun mu fidanlar?” Onları otobüse bindirip dumanlı kafayla döndüm köye. Ama moralim öyle bozuk ki çatacak adam arıyorum. Hele Mustafa’ya denk gelsem bir kaşık suda boğacağım, derken kapıyı aralayıp girdim odaya. O da ne? Mustafa yer sofrasına kurulmuş sırtını da sedire vermiş kapıya doğru saf saf sırıtıyor. Tam ağzımı açayazdım ki anam mis kokulu börek sinisiyle mutfaktan çıktı. Sanki çocukluğum geçti önümden.
-Ana, sen tavuklu börek mi yaptın?

  • Mustafa, İbrahim bayramda köyde kalacakmış deyince bari börek pişireyim dedim.
    Bırak tavuklu böreği yumurta kırmaya mecali yok ki anamın. Değneğine dayana dayana odadan odaya zor geçer, sonra iki dakika soluklanır. Kadın, kalacağıma ne kadar sevindiyse artık can gelmiş bacaklarına. Hani Mustafa’ya kızacaktım ya, bir türlü kızamadım. Börek yerken arada anamın gül yanaklarına baktım. Pembe pembe olmuşlar. Ah canım anam, kal deseydin ben kalırdım zaten. Ya da kalmaya çalışırdım. Ya da… Neyse ya. Hikmetinden sual olunmaz. “Eee Mustafa baktın mı fidanlara, kaçı sağlam kalmış?”

    Mustafa sabah erkenden hazırlanmış. Ardiyede bel bulmuş bir tane. Bir de komşuda kuyu açmaya burgu vardı onu istemiş. Bağların dibindeki kazma küreği de getirip temizlemiş. Çizmeleri bile bulup çıkarmış çuvalların arasından. Evin alt yanında küçük bir dere var, onun üst yakasından başlayalım dedi. Bir iki üç derken iki saate tam sekiz kuyu tamam oldu. Yalnız hamlamışız, ertesi gün kaldırabilene aşk olsun. Ben çocuklar ne yapıyorlardır diye düşünürken Mustafa’nın “Dokuzuncuya bismillah” demesiyle birden görüntü kayboldu. Vurduğu yerden suratıma doğru öyle bir su fışkırdı ki yer gök çamur… “Su bulduk” diye bağırdı saftirik.
  • Bu ne şimdi?
    -Boru.
    Köyün ana şebekesini patlatmışız. Sormadan bizim bahçeden geçirmişler. Hiç söyleyen de yok. Güya anamdan izin almışlar.
    -Vanası nerede bunun?
    -Vana depoda, o da dağda.
    Hâsıl-ı kelam yarın bayram, artık gerisini siz tasavvur edin. Tamir edelim diye biraz uğraştık ama ne mümkün, daha beter oldu. Üzerini muşambayla örtüp kimseye bir şey söylemeden merkeze usta aramaya gittik. Kimin kapısını çalsak “Bayramdan sonra bakarım” dedi. İyi de bayram vakti susuz mu kalsın millet? Tahsin Usta ben bakardım dedi ama birinin dağa çıkıp vanayı kapatması gerekiyormuş. Öyle olduktan sonra biz de yaparız zaten. Mühim olan şu haliyle bir çözüm bulmak.
    Akşamüzeri köye döndük. Giderken üzerini örtüp kimseye bir şey söylememiştik ya, heyhat köy yerinde saklı bir şey kalır mı? Bizim bahçe bildiğin düğün evine dönmüş. Köylünün küçüğünden büyüne hepsi meseleyi öğrenip bahçeye doluşmuşlar. En çok da kadınlar. Misafir gelecekmiş, banyo, bulaşık hepsi kalmış. Muhtar araya girmeseydi kadın kısmı çiğ çiğ yiyecekti bizi. O gün anladım ki dünya su üzerinde dönermiş azizim. “Usta bul” diyorlar, sanki biz gönül eğlemeye gittik. “Yok, işte, bayram vakti gelmek isteyen usta yok!” Muhtar “Ben yaparım” dedi. Ama biz gidip dağdaki vanayı kapatacakmışız. Mustafa bana baktı ben Mustafa’ya.
    -Oğlum bu saatte dağa çıksak yolu bulabilir miyiz?
    -Bulamayız.
    -Kayboluruz değil mi?
    “Gaybolusanız gaybolun” dedi Hatice Ana. “Evde horul horul uyuyacağınıza dağda tiril tiril titreyin. Bu da size ders olsun!” Sonra muhtar girdi lafa: “Ahalinin vicdanını rahatlatmak için…” “Tamam, muhtar tamam anladık!”
    Kocaman bir boru anahtarı geldi, patiskaya sarıp saman teli dolamışlar. Sırt çantalarını hazır edip akülü ışıldaklar da elimizde olduğu halde evin avlusuna indik. Kapı önündeki kalabalığa bir daha baktım, belki biri insafa gelip: “Gündüzün şerri gecenin hayrından iyidir” der diye, ama nereye… Kime baksam başını öte yana çevirdi. O sıra çakallar da başlamaz mı ulumaya. Mustafa önde ben arkada boynumuzu büküp eski değirmenin yanından vurduk rampaya.
    -Mustafa ayı var mı bizim dağda?
    -Ayı yok, ama domuz çok. Çakal da var.
    -Kurt?
    -Yok.
  • Tek kırmayı alsa mıydık?
    -Gecenin körü kaza çıkar boş ver.
    Kurt yokmuş. İyi bari. Köyün yaslandığı yekpare kayanın zirvesine büyükçe bir bayrak dikmiş delikanlılar. Buraya git gel yol etmişler, macera olsun diye çıkıp orada geceliyorlarmış. O yüzden patika geniş ve açık, ancak yolun yarısında ayrılıp depo tarafına dönünce yol iz birbirine karışacak. Oraya yılda bir- iki ancak çıkılır zaten. Diken bürümüştür çoktan.
    Hava kararmaya başlayınca bana ter basmaya başladı. Mustafa da beni bırakıp tazı gibi önden seğirtti. Kaldım mı tek başıma. “Mustafa neredesin?” diye seslendim lakin güya duymamış. O sırada dikenli bir çalı bacaklarıma dolanmaz mı? Vahşi bir mahlûk paçamdan yapıştı zannettim. Öyle feryat etmişim ki köyden bile duymuşlar. Zıpladım mı atladım mı bilmiyorum dakikalar sonra yüzükoyun yattığım yerden zor doğuldum. Fener bir yana boru anahtarı öbür yana fırlamış. Mustafa da sesi duymuş, koşa koşa geldi yanıma. “Ne oldu?” diye soruyor.
    -Elinin körü oldu. Düştüm görmüyor musun?
    -Bir şeyin var mı?
    -Boru anahtarı yok. Bulamıyorum.
    -Nereye attın?
    -Ne bileyim ben, aklım uçtu gitti zaten. Aradık. Saatlerce boru anahtarı aradık. Ama yok, bulamadık.
    -Ne yapacağız?
    -Depoya gidelim uydururuz bir şeyler.
    Bu defa Mustafa’nın gömleğinden tuttum, “Çekeleme” dese de bırakmadım. Patikayı da diken bürümüş, yol falan kalmamış zaten. Mustafa elindeki sopayla güya yol açmaya çalışıyor lakin onun iteklediği çalılar esneyip esneyip benim suratıma “Şılak” diye… Ben bağırdıkça Mustafa “Sus” diye çıkıştı. “Ne demek sus! Dallar suratıma vurdukça yüzüm kamçı yemiş beygir terkisine döndü. Diken çizmeyen yerim kalmadı zaten. Elim ayağım kan revan, gömleği de yırttık birkaç yerden.” “Dur da soluklanalım” dedim. Onu da dinlemedi. Her duyguyu zirvede yaşar Mustafa. Güdümlü mühimmat gibi bir şeye kenetlenmişse gözü başka nesne görmez. Yaptığı işin coşkusuna öyle bir kapılır ki enerjisini tüketene kadar bırakmaz. Ama o sırada gözüne başka bir şey ilişip ilgisini çekerse her şeyi unutup birden ona dalar. Ne olduğunu anlayamazsın bırakır gider öylece. Şimdi de depoya varmayı takmış kafasına ne duracak ne de nefes aldıracak. Çekeleyip oturttum aşağıya. “Dur da su içelim azıcık”
    -Suyunu idareli kullan hepsini bitirme.
    -Depoya gidiyoruz zaten.
    -Bulabilirsek…
    -Ne demek bulabilirsek?
  • Gidecek bir yolu kalmamışsa yeni yollar açmalı insan. Büyük keşifler de hep böyle yapılır.
    -Ne felsefe yapıyorsun oğlum. Kaybolduk değil mi?
    -Kaybolmak… Neye ya da kime göre… Baktım çenesine vurmuş, ayağa kalkıp “Düş arkama, bu defa ben önden gideceğim” dedim. Ben öne geçince iyice kaybolduk. Evvelden köyün ışıkları görünüyordu, önce onlar kayboldu sonra da tek diş çeken telefon çekmez oldu. Gün ışımaya yüz tutunca seyrek bir alanda oturup soluklandık. Ardından da bir iki lokma tıkınıp tekrar yola vurduk kendimizi. Etraf seçilmeye başlayınca Mustafa neşelendi. “İbrahim, bak ben bu dereyi biliyorum. Bizim deponun fazlası dere olup buradan akar” dedi. “Tamam” dedim. Ondan sonra da dereyi takibe başladık. Önce derin bir vadiye indik sonra kayalara tırmanıp su boyunca ilerledik. Lakin nihayetinde anladık ki bu dere o dere değilmiş.
    -Şimdi ne olacak Mustafa?
    -Devam edelim. Çıkar elbet bir yere.
    Köylü bizden sonra su kesilsin diye epey beklemiş. Vana kapanmayınca terslik olduğunu anlayıp peşimizden gençleri yollamışlar. Depoya çıkmışken vana işini de halledip dönmüş çocuklar. O zaman kaybolduğumuz kesinleşmiş yani. Muhtar jandarmaya, onlar da arama kurtarmaya haber vermişler. Gençler de üç ekip olmuşlar bizi bulmak için. Tam beş ekip bizi aramaya çıkmış yani. Aslında durduğumuz yerde dursak belki bulurlardı ama Mustafa takmış kafaya bir kere; ileride bir köy olmalıymış onu bulacakmışız. Ben önceden insan kaybolmuşsa kaybolmuştur derdim. Yok, azizim öyle değilmiş. Kaybolmak da derece dereceymiş. Önce nerede olduğunu bilmemekle başlıyor, tahmin etmeye çalışıyorsun, kerteriz alıyorsun falan, sonra nereye gideceğini bilemiyor insan, o süreçte de hedef falan belirliyorsun. Şu tepenin ardına geçmeliyim, şu vadiyi aşmalıyım diye ama o evreyi de geçince kaybolmanın doruğuna çıkıyor insan. Yani öyle bir kayboluyorsun ki “Zurnada peşrev olmaz” deyip şuursuzca yürüyorsun. Artık ne çıkarsa bahtına. İkinci günün akşamı medeniyete ait ne varsa geride kaldı. Ekmek ve su tükenip dizlerimizdeki derman da kesildi. Karanlık çökünce biz de çöküp kaldık bir kızılçamın dibinde. Mustafa ağaca sırtını verip ayaklarını uzatmış, ellerini de başın arkasına kenetlemiş yıldızları izlemeye koyulmuştu. Yüzünde ne endişe ne hüzün… Öyle huzurlu bir hali vardı ki dayanamayıp yanına oturdum.
    -Ne olacak Mustafa?
    -Hiç böyle kaybolmamıştım biliyor musun? Hayatında en az bir defa böyle kaybolmalı insan.
    -Dağ başında ölüp gideceğiz oğlum, hiç korkmuyor musun?
    -Deli gibi korkuyorum amcaoğlu! Kaybolmak değil de hissettirdiği yalnızlık korku verici. Ama hayret ettiğim ne biliyor musun? Tanımadığımız bir kürenin üzerinde nereye gittiğimizi bilmeden yıllar geçiriyoruz ve sırf yanımızda nefes alan başkaları var diye korku hissetmeden yaşıyoruz. Hep beraber korkmamız lazım aslında. Çünkü her delikten tek başımıza geçiyor, her kuyuya yalnız giriyoruz. Bu korkuyu hissedemiyor olmak çok garip. Oysa bu kaybolmuşluğu hissetmeyen kişi neden yol bulmaya çalışsın ki? Herhalde bu hissizlikten ötürü yürümeyi bırakıyoruz ve gidilecek yollar diken bastığı için bulunmaz oluyor. İşte o zaman kayboluyoruz, yanımızda insanlar olduğu zaman.
    -İnsan başkalarıyla yaşamaya her zaman muhtaçtır biliyorsun.
    -Beraberce yolu aramak değil benim dediğim. Bizi güvende hissettiren ve aldatan çoğunluktan bahsediyorum. Hakikat nazarıyla baksan şu köyde oturanların bizden ne farkları var ki. Ama neden hiç korkmuyorlar? Televizyonun sesi açık diye mi?
    -Hangi köy?
    -Bak şurada. Işıkları görünüyor.
    Mustafa sonunda bahsettiği köyü bulmuştu. Ama artık aradığı yol köyün yolu değildi sanırım. Dönünce yine kahvede bildik cam kenarına oturup içeridekilere gülümsedi. Kaybolmamız yedi köyün diline pelesenk olmuştu. Oyun oynayanlardan biri alaycı bir tavırla tahta sandalyede kaykılıp başını geriye uzatarak. “Kaybolmuşsunuz Mustafa” dedi. Biraz daha gülümsedi Mustafa “Demek ki kaybolmak gerekiyormuş. Hikmetinden sual olunmaz” dedi.
Paylaş

Bu Sayının Diğer Yazıları

Ne / Yavuz Selim Yaylacı
Dönence / Şeref Akbaba
Masal Ana / Abdülkadir DAĞLAR
Hikmetinden Sual Olunmaz / Emrah Bilge Merdivan
Âşık Paşa ve Zemin Bir Metin Olarak Garibnâme / Salih Uçak
Tümünü Göster