Sabah uyandığımda ahırda bir ceset buldum. Atımız Şahbaz’ın hemen yanında, sırtı saman çuvallarına yapışıvermiş, kafası yana düşmüş, ağzı açık kalmış; ellerini böğründe toplamış, otuz-otuz beş yaşlarında bir erkek cesediydi. Siması buraların insanına pek benzemiyordu. Hele üstüne başına bakınca ne olduğunu, kim olduğunu kestirmek hayli güçtü. Üstünde asker paltosu, bacaklarında garip bir şalvar, ayağında uzun botlar, başında düşmek üzere olan kalpağı vardı.
Asker desen asker değil, köylü desen hiç benzemez. Rençberlik için civar memleketlerden gelen işçilerden biri miydi? Ahırda, cesedin tam karşısında ne yapacağımı bilemez halde beklerken birden bizim oğlanları çağırmayı akıl ettim. Hemen eve seğirttim.
“Süleymaaan, Aliii, lan oğlum çabuk kalkın hemen.”
Oğlanlar yataklarından isteksizce kalktılar, lakin hâlimi görünce onlar da telaşlandı.
“Ne var ne oldu baba? Yüzün bizim ala öküz gibi olmuş.”
Ahırda bekleyen bir ceset olmasaydı ben sana öküzü möküzü gösterirdim ama geç şimdi.
Tam bağıra bağıra “Bizim ahırda ceset var.” diye haber verecektim ki Allah’tan son saniye aklımı başıma toplayıp sesimi kıstım. Bağıracaktım da bütün köyü başıma toplayıp ne halt edecektim sonra. Oğlanlara iyice yaklaşıp ellerimi de ağzımın yanlarına siper ettim. Hani ola ki biri görür, duyar hesabı sessizce “Bizim ahırda ceset var.” diye fısıldadım.
Oğlanlar şöyle bir an birbirlerine bakıp afalladılar. Sonra salak salak gülmeye başladılar.
“Heh heh… Maytap geçiyon di mi baba bizimle?” demezler mi?”
“Lan oğlum ne maytabı?” diyerek çekiştirdim kollarından.
Beraber ahıra vardık. Bir an için yoksa hayal mi gördüm, ya şimdi ahırda ceset meset yoksa; ya oğlanlar beni makaraya alırsa diye düşünürken işte yine atımız Şahbaz’ın yanı başında patates çuvalı gibi yere yığılmış ceset öylece yatıyordu. Ah yatmaz olaydı.
Oğlanlar hayatta ilk defa ölü görmenin şaşkınlığıyla ikisi birden “Aaa baba, ölmüş bu adam!” diye tam da çığlığı basacakken açtıkları o koca ağızlarını ellerimle kapattım.
“Ölmüş tabi. Ben ne diyom size sabahtan beri.”
Bunca yaşıma gelmişken hiçbir ölüye dokunmamıştım. Dokunamazdım zaten. Küçükken rahmetli babamın cenazesinde “Babanla vedalaş!” diyerek onun o soğuk, buz gibi elini zorla öptürmeye çalışmışlardı da yapamamış; oradan kaçarak uzaklaşmıştım.
Oğlanlara sert bir şekilde buyurdum:
“Şunun bir ceplerine bakın! Nedir, necidir, kimlerdendir?”
Oğlanlar bir an için tereddüt etti. İyice sinirlendim:
“Kazık kadar adamlar olmuşsunuz yoksa bir ölüden mi korkarsınız?”
Adamlıklarına laf söyletmek oğlanların gücüne gitti. Hemen cesedin iki başına çöküp üzerinde büyüklü küçüklü ne kadar cep varsa hepsini didik didik ettiler. Oğlanların arama tarama çalışmaları bitince ikisi birden cıklayarak:
“Yok baba, hiçbir şey yok ceplerinde. Adamı soyup soğana çevirip öyle öldürmüşler herhal.”
İşte o an, adamı birilerinin öldürmüş olma olasılığı hepimizi buz kesti. Sağına, soluna, böğrüne, bacaklarına, kafasına baktık ya tek bir damla kan yoktu hiçbir yerde.
Süleyman, o ana kadar cevabını hiç düşünmediğimiz o soruyu sordu:
“Eee baba, napcaz şimdi bu cesedi?”
İşte şimdi bütün cevaplar ayvayı yedirecek cinstendi.
Şimdi polise haber versek bir sürü sorgu-sual… Hem ne malum adamı ‘siz öldürmüşsünüz’ diyerek bizi hapse tıkmayacakları. Bulgar köyünde Türk olmak başlı başına bir suçtu zaten. Bulgarlarla aramızda geçen en küçük meselede bile polis, Türkleri dinleme zahmetine bile katlanmaz; bir şikâyet yedik mi bizi apar topar nezarete götürürdü hemen. O yüzden cesedi polise haber vermek fikrini daha seçeneklerden birine dahil etmeden eledik.
“Peki ya gömsek?”
“Tövbe, o hiç olmaz. Allah korusun bir gören olsa, bu kez hepten adamı öldürdüğümüze delil sayılır. Öldürmüşler, bir de gömmüşler derler de hapislerde çürürüz üçümüz birden.”
Eşkali iyice kaykılmış cesedin başında kara kara düşünmeye başladık.
Sonra benim aklıma muhteşem bir fikir geldi. Her ne kadar küçükken bile ‘şeytan tüyü var bu çocukta’ diye üstün zekamı methetseler de bu kadar zeki olduğumu ben bile düşünemezdim. Oğullarımın, babalarının ne kadar zeki olduğunu anlamalarını istercesine” Benim bir fikrim var!” dedikten sonra bir süre bekledim. Muradım ikisinin birden gözlerini belertmesiydi.
Öyle de oldu. Ben de ahırın içinde dolana dolana o muhteşem fikrimi anlatmaya başladım:
“Şimdi elimizdeki seçeneklere bir bakalım: Bir: Cesedi polise haber veremiyoruz.
İki: Gömemiyoruz. O zaman tek bir seçenek kalıyor elimizde.”
Gariplerim koyun gibi saf saf bakıştılar.
“Eee baba, neymiş o seçenek?”
Gözlerimde zafer ışıltıları saçarak o dahiyane fikrimi söyledim:
“Gece olunca cesedi başka bir ahıra taşıyacağız. Bize en yakın ev Pavlinaların değil mi? Kolayca taşıyabiliriz oraya. Hem onlar Bulgar değil mi? Polise haber verseler de bir şey olmaz onlara.”
Oğlanlar neredeyse sevinçten havalara zıplayacaktı.
O gün akşama kadar ahırda cesedin başında sırayla nöbet tuttuk. Hatta oğlanlara sıkı sıkıya tembih ettim. Analarına sakın ola bir şey söylemesinler diye. Ne olur ne olmaz, kadın milleti… Tutamaz çenesini, yumurtlayıverir birilerine.
Geceyi bekledik. Köyün ışıkları söndü teker teker. Yine de acele etmedik. Şöyle bütün köy uykunun en derin kuyusuna düşünceye dek sabretmek, bu zekice görevi başarıyla tamamlamak için elzemdi. Cesedi büyücek bir gübre çuvalının içine soktuk. Sonra attık el arabasının içine. Üzerine de biraz saman… Hah oldu işte. Samanın ne işi var şimdi? Bir gören olsa gece gece komşunun ahırına saman mı taşıyoruz diyeceğiz? Sizi gidi iyilik melekleri sizi.
Ahırın içi zifiri karanlık. Ali cep telefonunun ışığını açtı. Cesedi çuvaldan çıkardık. Cesedi bizim ahırda bulduğumuz aynı pozisyona getirdik. Hani ölmüş değil de yorulmuş da oturmuş, uyuya kalmış gibi… Görev tamamlanınca bütün suç aletlerini güzelce toplayarak arkamıza baka baka kaçtık oradan. Hani olur ya ceset canlanır, arkamızdan kovalar, “Ulan ne diye beni başka bir ahıra taşıdınız, ölüyü rahatsız etmek insanlığa sığar mı?” diye iki fırça atar Allah muhafaza. Hem önümüze hem arkamıza baka baka çıktık ahırdan.
Eve gelince ömrümüzün en rahat uykusunu çektik.
Gün doğar doğmaz yatağa sığmaz olduk. Kulağımız tetikte. Hani ne zaman “Yetişin komşulaaar!” diye yardım çığlıkları atılacak? Ne zaman köy ayağa kalkacak, ortalık birbirine girecek, muhtar, jandarmalar, polisler üşüşecek diye bekleşip durduk.
Âlemin bir akıllısı biz de gerisi deli sanki. Komşulardan hiç ses çıkmadı. Hani belki ağızlarını yoklarım diye kendimi dışarı attım. Komşumla selamlaştık. Her sabahki gibi havadan, yağmurdan, mahsulden, hayvanlardan konuştuk. Laf arası “Bizim inek hasta.” deyiverdi. ‘İşte tam aradığım fırsat!’ dedim.
“Bir girip bakıvereyim ben. Bizim sarı inek de hastaydı, veterinerin verdiği ilaçtan geçiverdi. Bir görsem hayvanı, anlarım hemen.”
Komşumun beti benzi atıverdi.
“Yok canım, o kadar da önemli bir şey değil. Oğlanlar şimdi ahırı temizliyor, başka zaman bakarsın.”
Tabi ya, sizi uyanıklar sizi… Cesedin başında nöbet tutarsınız değil mi? Ulan ne uyanık adamlar var şu dünyada.
Tam on iki gece ceset ahır ahır dolaşmış olmalı ki köylüden hiç ses çıkmadı. Kimse başına işi güç almak, polisle, karakolla, mahkemelerle uğraşmak istemiyordu. Yine de tek bir yerde cesedin lafı geçmedi. Sanki hiç öyle bir şey yaşanmamış, şimdi, şu anda birilerinin ahırında bir erkek cesedi yokmuş gibi davranmaya devam ediliyordu. İyi de artık köyün içini dayanılmaz kesif bir koku sarmaya başlamıştı. Birbirimizden ne kadar saklamaya çalışırsak çalışalım rüzgâr estikçe kokuşmuş cesedin kokusu yüzümüze vuruyor biz yine de bu kokuyu almamış gibi davranarak, yüzümüzü ekşitmeden konuşmamıza devam etmeye çalışıyorduk.
Artık çocuklar sokağa çıkmamaya, kadınlar pis kokudan öğürmeye başladığı bir günün daha ilk saatlerinde köy, cadı kazanı gibi kaynamaya başladı. Hepsi bir konvoy olup gelmiş askeri araçlar, sivil araçlar, yüksek rütbeli komutanlar, jandarmalar, polisler, sinek kaydı tıraşlı adamlar, birilerinin emriyle sağa sola koşturan askerler gözümüzün değdiği her yerdeydi.
Bizim evin önünden geçen bir grup askeri, o en meraklı, en masum, saf köylü havasında soru bombardımanına tuttum:
“Hayırdır, ne oluyor? Savaş mı çıktı yoksa?”
Askerlerden biri, azıcık soluklanıp cevapladı.”
“Köyden bir ihbar gelmiş. Bir ceset bulmuşlar buralarda.”
Karşımdakinin asker olduğunu unutup neredeyse sesli sesli gülecektim.
“Hangi deliymiş cesedi ihbar eden? Hangi canına susamış, hangi manyakmış bunu yapmaya cesaret eden?”
Allahtan içimden söyledim. Yoksa söylemedim mi?
Asker yüzüme bile bakmadan konuştu:
“Arayan Deli Dimitri diye bir adammış. Biraz daha ormana doğruymuş değil mi onun evi?”
Sonra da cevabımı bile beklemeden çekti gitti.
“Hah! “diyorum. Şimdi oldu. Hakikaten bir deliden başka kim başını belaya sokmak ister ki?”
Eve girip bizimkilere olanları anlattım. Tabi bu arada cesedi ahırdan çıkarma fikrini bulup ailemi bu korkunç felaketten kurtardığım için kendimle gurur duyuyordum. Zavallı Dimitri, deli meli ama iyi adamdı. En az yirmi yıl hapse atarlar. Yirmi yılla kurtarsa iyi yine. Asmasalar bari.
Herkes gibi ben de Dimitri’nin evinin önüne koştum. Cenaze nakil aracı da getirmişler. Beyaz tulumlu, yüzleri maskeli adamlar, ceset torbasına koydukları cesedi arabaya taşıdılar.
Orada toplanmış herkes merakla bekliyordu. Deli Dimitri’ye ne zaman kelepçe takacaklar, hangi araca bindirecekler, herkesin gözü önünde ne zaman coplayacaklar, nasıl dövecekler; Deli Dimitri ne zaman bir çocuk gibi hıçkıra hıçkıra “Bırakın beni, ben öldürmedim.” diye ağlayacak? Bu sıkıcı köye biraz hareket gelmesinin tatlı huzuruyla çıkacak curcunaya kendimizi hazırlıyorduk.
Ansızın rütbeli bir askerin emriyle bütün erler tek sıra toplandı. Tüfekler omza alındı. “Aha!” dedik. “Dimitri’yi burada herkesin gözü önünde vuracaklar.”
Ansızın bir sessizlik oldu. Şimdi ormanın bütün kuşları, kelebekleri, sineklerinin sesi bile kulağımıza doluyordu.
Yaşlı, tıknaz bir adam sanki orada bir konuşma kürsüsü varmış da oraya yürüyormuş gibi sakince ortaya yürüdü ve yüzünü kalabalığa doğru çevirip konuşmaya başladı:
“Saygıdeğer valim, Sayın genel kurmay başkanım, sayın amiraller, sayın belediye başkanım, sayın il encümen üyelerim ve Peçenitsa Köyü’nün kıymetli sakinleri!”
“İstihbarat teşkilatı olarak ülkemize girmiş çok tehlikeli bir Rus ajanını uzun süredir arıyorduk. Kendisinin ülkemizle ilgili hain planları olduğu, can kaybının yüksek olacağı eylemlere girişeceği, bazı siyasilere suikast girişimde bulunacağı ve milli birliğimizi tehlikeye sokacak hamleler gerçekleştireceği istihbaratını almıştık ve her yerde bu çok tehlikeli ajanı arıyorduk. İşte bu Rus ajan, Peçenitsa Köyü’nün sakinlerinden kahraman Dimitri İliyanov tarafından etkisiz hâle getirilmiştir. Bulgar devleti ve halkı onun bu iyiliğini asla unutmayacaktır. Huzurlarınızda kendisine yaptığı bu olağanüstü kahramanlıktan dolayı üstün hizmet madalyası ve devlet nişanı takdim ediyor ve kendisine ömrünün sonuna kadar verilmek üzere on bin leva maaş bağlandığını sizlere sevinerek bildiriyorum.”
“Kahraman Dimitri, vatan sana minnettardır!”
Allah’ım bir rüya mı bu şimdi? Deli Dimitri, oldu mu sana Kahraman Dimitri? Kafamı alıp yaracak irice bir taş arıyorum yerden. Yalnız ben mi? Cesedi ahır ahır gezdirip polise haber vermeyen köy ahalisinin suratı kül gibi solmuş; kendilerini oradan oraya atmamak için zor tutuyorlar.
Bunca ödülü, parayı ondan da öte bir kahraman olmayı kıl payı kaçırmış olmanın ezikliği ile kuyruğumuzu sıkıştırıp söylene söylene evlerimize geri dönüyoruz.
Hıncımı oğullarım Süleyman ve Ali’den çıkarmazsam kahrımdan öleceğim.
“Oğlum dedim size, insanlık vazifemizi yapalım, polise haber verelim diye. Ulan ne korkak tilkiler çıktınız. Şimdi hem kahraman olup hem de ayda on bin leva maaşa yatmak vardı lan.”
Süleyman’la Ali’nin sinirden pancar gibi kızarmış babalarına söyleyecek lafı yok.
“He baba,” diyorlar. “Biz dedik, adamı çuvala sokalım da Pavlinaların ahırına atalım diye.”
Daha hâlâ zeytinyağı gibi üste çıkıyorum.
“Kimse dinlemiyor ki beni canım. Polisi arayalım dedim, polisi…”
Bu Sayının Diğer Yazıları
Ne / Yavuz Selim YaylacıDönence / Şeref Akbaba
Masal Ana / Abdülkadir DAĞLAR
Hikmetinden Sual Olunmaz / Emrah Bilge Merdivan
Âşık Paşa ve Zemin Bir Metin Olarak Garibnâme / Salih Uçak
Tümünü Göster
Gün Aşırı
- İlk Adım
25 Nis 2018
Allah’ın adıyla Şairin anlamlı beytiyle giriş yapmak istiyoruz: “Erişir menzili Devamını Oku…
Cuma Akşamı
- Bana Sevdamı Geri Ver
25 Nis 2018
Kim, neyi kaybettiyse onu arıyor. Kıymet arz eden ve kendi Devamını Oku…