-ya da Özkörlüğün Sıfır Derecesi-
*
Olup bitenleri görme isteği sadece çevreye ilgisiz kalmama alışkanlığıyla değil, varlık cevherinin yoğunluğuyla da ilişkili bir durumdur. Üst seviyede bir bilinç, ait olduğu kişiliği başka kişiliklerle tanımlamaya yönelirken en ciddi hamlesini içe doğru, içine doğru yapar. Bu onların dışarıyla ilgisini elbette zayıflatmaz ama gereğinden fazla önemli bir seviyeye de çıkarmaz. Birey olarak kendi varlıklarına hürmeti önemseyenler, dışarının teveccühüne gereğinden fazla itibar etmezler. Onlar içlerine dönerek kendilerini aşmış veya kendilerini aşarak içlerine dönmüşlerdir. Özgürlük, kişilik, anlam, dış bakışların beğenisiyle artıp eksilecek değerler değil, varoluşsal özdeştirmelerdir. Varlığımızın anlamı aşkın olduğu kadar içkindir, içimizdedir. Hangi çevrede, konumda, makamda olursa olsunlar ilkelerinden, tuttukları yoldan ödünsüz tavırlarıyla ağırlık merkezlerini iç mekânlarında belirlemişlerdir. Çeşitliliğiyle baş döndüren beşeri ilişkiler düzleminde, ağırlık merkezi aynı zamanda hareket merkezini de oluşturur. Ölçme ve değerlendirme için oradan yola çıkılır. Niyetlenme, karar verme, bir eyleme kalkışma arefesinde son menzil olarak yine oraya dönülür.
İç dünyamızın dışımızı moloz yığınına dönüştüren çıkar öncelikli ilişki biçimlerinden ısrarla uzak tutulması gerekmektedir. Oradan ayrı düşmek, oraya uzak kalmak yüreğimize, vicdanımıza kısaca bizi insan kılan cevherimize uzak düşmek demektir. Kendine uzak düşene neresi yakın olabilir? Gönlünde hicran olana hangi merhem derman olur? Bizi anlamlı kılan, kılacak olan bu hareket ve ağırlık merkezlerini önemsiz sayamayız. Bizi her dem eğilip bükülmeye zorlayan modern hayatın, dizginsiz akışıyla kişiliğimizi raspalaması, yüreğimizi gereği üzere tahkim edemeyişimizdendir. En canlı hareketi kendilerine doğru yapanlar, kendileri için bir hareket yapmış olurlar. Bu da laf mı şimdi denilecek belki. Öyle değil. Kendileri için hareketlenenler gerçek anlamda insan için, insan varlığına anlam, önem kazandıracak değer için çaba gösterirler, gösteriyorlardır. Bu olgunluk seviyesine erişmiş insan için görüyor olmanın, görünmenin, görünmemenin veya görünmez olmanın pek de kıymeti kalmamıştır. Eğer içinizde bir boşluk varsa, kendinizi dikkat veya beğenisine arz ettiğiniz hiçbir bakışın verdiği haz, orayı dolduramaz. Yok eğer içiniz dolu, donanımlıysa hiçbir ilgisizlik sizi önemsizleştirmez, itibarsızlaştırmaz. Çünkü ‘gölge etme başka ihsan istemem’ deme gücü ve güvenindeki anlamın önemi de itibarı da kendisiyle kaimdir.
*
Her seviyeden kendilerini görünür kılmak için olmadık şaklabanlık yapanların, tek marifetleri göz ardı edilmemek için göz önünde dolaşmaktan ibarettir. Çağımızın neredeyse kutsanarak şova indirgenmiş dünyasında görünür olmaya can atarlar. Görünmemek, hele göz ardı edilmek onlar için depresyon kaynağıdır. Bilinçsizliği iyi gösteren egemenliğin gösteri ile sağlandığının felsefesini çok önemli uyarı sorumluluğu ile yapan Guy Debord, çağdaş insanın varlığını görülmekle hissettiğini ifade eder.(1) Bu sebeple de görülmedikleri için varlıklarını hissedemezler. Yani onların varlıklarını anlamaları bile başka nazarların takdirleriyle mümkün olabilir ancak. O kadar kendilerine uzak, kendilerine yabancı, mesafelidirler. Eğer inandıkları, güvendikleri benlikleriyle birlikte ve mutlu olsalardı görünür olmak gibi bir talepleri, istekleri olmayacaktı. Kabul görmek, kadraja girmek, onaylanmak, iç gerçekliklerine uygun düştüğü ölçüde değerli ve önemli olacak veya olmayacaktı.
Konunun bütün bu işaret ettiklerimizden asla ilişkisiz olmayan ancak ve sanki farklı bir âlemin realitesiymiş gibi algılanabilecek başka bir yönü var: Görülmemek ve görünmemek. Saramago, görmeyi ve körlüğü bilinçle özdeştirip, örtüştürdüğü insan ve toplum gerçekliğini, sarsıcı trajediyle öyküleştirir. Orada kitlelere egemen olmak isteyen örgütlü güçlerin insanları körleştirme politika ve programları konu edilir. Saramago’nun kahramanları esasen görmeyi mümkün kılacak koşullar ortadan kaldırıldığı, bir bakıma insanlar üretilmiş, inşa edilmiş karanlıkla kuşatıldıkları için göremezler. Görülmeme durumunda ise, insanlar gün ortasında bir karanlık yaşarlar adeta. Bu karanlık da sistemli bir yapıdır elbette. Gizlenmek istemedikleri, bilakis görünür olmak için çırpınıp durdukları halde, görülmeyenler kendilerine yönelik ilgisizliğin, duyarsızlığın, yok sayılmanın kurbanlarıdır. Bulundukları her yerde kendilerini koyu karanlık bir duvar, sağır bir duyarsızlık sarar.
Hiçbir yalanın, hakikat görünme sahteliği sürekli olamaz. Israrla kendinizi birilerinin gözüne dayamanıza rağmen yine de görülmüyor, görülemiyorsanız, zaten boşlukta sallanan benliğiniz, bir yerlere tutunamamanın hüsranı içinde dağılır. Esasen bu tarz yönelim değerli psikolog Philip Cushman’ın çarpıcı analizlerinde görüleceği gibi ‘boş benlik’lerin yanıltıcı yönelişleri, dışa yansımaları olarak en hazin tahribatı sahiplerinde yapar. Ne yaparsanız yapın olmayan noktada, geriye öğrenmek zorunda kaldığınız, öğrenmeye koşullandığınız çaresizlikleriniz kalır. Görülmüyor olmak kadere dönüşebilir. Burası varlığın, varoluş istek ve hamlesinin olmak veya olmamak arasında sıkıştığı noktadır. Kendinizi başkalarının beğenisi oranında, beğenisi kadar var etme manasız yanlışlığından sıyrılamama ile varlığın hakikatini bizzat kendi içinizde duyup bir anlam inşa edememe arasında sıkışma. Hakikat nezdinde varlık değeri olmayanların görünür olmakla kendilerini avutma çabaları, esasen anlamsızlığı kabul etmeyen varoluşun şuursuz tezahürüdür. Belki insan psikolojisinde şiddete yönelmenin asıl kök ve kaynaklarından biri de budur. Herbert George Wells’in eğlenceli bilim kurgu hikâyesi gibi okunan ‘Görünmez Adam’ında ifade edilmeye çalışılan olgulardan biri de bu olmalıdır. Hayal meyal hatırlıyorum; çocuk hikâyesi olarak okumuştum. Amerikan sanat dünyasında hatırı sayılır bir eser olduğunu sonradan öğrenecektim. Nedendir, niçindir bilinmez, görülmez olmak için deneyler yapan bir bilim adamı, sonunda amacına ulaşarak görünmez olmayı başarır. Görülmez olunca ne hikmetse ilgili ilgisiz olaylara karışan kahraman üzerinden, insanın sınırları ve sınırlamaları geçme merakı işleniyor olmalıdır. Bunlar daha çok vurdulu kırdılı olaylardır. 19. yüzyılın sonlarına doğru Amerika toplumunun çatışma üreten haletiruhiyesi veya şiddete meyilli yeni insan ve toplumu, bu yolla anlatılıyor gibidir. Kurgu deyip geçmeyin, olayı gerçek hayata uyarlayarak bir düşünün.
Görmeyen, gösterilmeyen insanların yaşadıkları veya yaşattıkları zorlukları kendileri ve toplum açısından biliyor veya az çok tahmin ediyoruz. Saramago’nun Körlük romanının ana teması, kitaba takdim işleviyle epigraf yapılan cümleyle özetleniyor gibidir: “Bakabiliyorsan, gör, görebiliyorsan, fark et” Özgün kurgu ve konusuyla başka bir kritiğe konu edilecek Elias Canetti’nin ‘Körleşme’ adlı romanında kimi takıntı veya saplantıların görmeyi imkânsızlaştıracak ölçüde insanı körelttiğini, yer yer bunalma duygularıyla okursunuz. Bütün zamanını, ruhunu, her şeyini kitap ve araştırmaya vermiş bir Sinolog’un, hayattan, dünyadan, insan gerçekliğinden, fıtratından kopuşu ve sonunda delirmesini konu edilir. Yoğun ilgilerimiz, kimi zaman bizleri bakar kör durumuna sürükleyebilir. Hadi körlüğün, görmemenin, görememenin bütün biçimlerini bir kenara koyalım. Ama ya görülmemek! Düşünün ki yaşadığımız dünyada bir sürü görünmeyen adam var. Tıpkı Wells’in hikâyesindeki gibi. İnsanlara, eşyalara durup dururken zarar veriyorlar ve siz onları göremiyorsunuz. Bir farkla ki, görünmeme onların isteğinden değil, onlara yönelen bakışların ilgisizliğinden kaynaklanıyor. Üstelik onlar etiyle, kanıyla, cüssesi, hayattaki işi, işleriyle göz önündeler. Onlarla birlikte yaşıyoruz ama görmüyoruz. Buradaki görünmezlik bakanın körlüğüyle, daha doğrusu bir kasıtla görmek istemeyişiyle ilgilidir. Değil mi ki, kimse görmek istemeyen kadar kör değildir.
Hayatınız tam bir korku filmi! Şimdi burada duralım; acele etmeksizin adım adım daha çok fantastik korku filmlerinde gözlenen kurgusal gerçekliğin fragmanlarını hayata yaklaştıralım. O fragmanların izleyicide veya okurda oluşturmaya çalıştığı duyguyu sosyolojik, kültürel, sanatsal, siyasal cihetleriyle çözümlemeye, anlamaya çalışalım. Bütün bu olmazlar, hayatın bir türlü aşılamayan realitelerine ne çok benziyor. Ve kendi gerçekliğimizden başlayarak, evimizde, mahallemizde, işyerimizde, şehrimizde, ülkemizde, bütün dünyada ne çok ‘görülmeyen adam’ var değil mi? Eğer varlığın gerçekliğine inemez, o gerçekliğin anlamına yakın düşünemezseniz ne dediğimiz anlaşılmayabilir. O görülmez kişiler kabul edilebilir sayılan alanın, mahallenin, kabul edilebilir düşlerin, düşüncelerin, beğenilerin, katların, dilin, dünyanın davranışların dışında, kabul edilemez dilleri, tutumları, benlikleri, kimlikleri, ilgileri, beğenileriyle dolaşıp duruyorlar. Şehirlerin, ülkelerin kalabalıklarını bu kişiler oluşturmasına rağmen, onların görünmelerini veya görülmelerini engelleyen bir perde var. Perde gerisinden yaşıyorlar. Bu görülmezliğin de doğrudan insanla yani kendimizle ve müesses düzenle, egemen anlayışla ilgili yanları sanılandan fazladır. Amerika ve Avrupa tarihi, kölelik ve sömürge dönemlerinde yoğunlaşan ırkçı, ayrımcı, kapitalist acımasızlıkların, en uçta, en yaygın hazin örnekleriyle doludur.
Ralph Ellison’ın, Amerika’da ırkçılığın şiddet dozunu artırdığı 2. Dünya Savaşı sıralarında yazdığı ‘Görülmeyen Adam’ romanı bu konunun kült sayılacak örneklerinden biridir. Tıpkı Dostoyevski’nin ‘Yeraltından Notlar’ kahramanı gibi adını bilmediğimiz roman kahramanı, bir olay üzerine okuduğu kolejden atılır veya ayrılır. Siyahî kahramanımız New York’a, Harlem’e gelerek kendini birden siyah-beyaz, ırk, sınıf ve ideoloji çatışmaları içinde bulur. Çatışmalar, ayrımcılık, küçük görme, dışlama, cinayetler, yağmalar, çarpık aşklar, biçarelikler arasında yaşanan her şey esasen Amerika toplum yapısının da kesitidir. Hâkim algı ve düşünce, köleci rejim, kendi kabulleri dışında gördüğünü adam yerine koymaz. Adam yerine konulmayanlar elbette insan olarak görülemeyecektir. İç dünyalarına kadar tek tek insanları köleleştirmiş, aklı, duygusu, ruhu, vicdanı körleşmiş egemen yapı, gizli açık, her yerde, her zaman şöyle anons yapmaktadır: “Ben varım. Sadece ben varım ve benim varlığım kutsaldır. Asla var olmak için kıpırdamayın bile. Kendi dışımdakini yok sayarım. Hayatı ve dünyayı sizlerle paylaşmayı, ortak kullanmayı, sizinle yan yana olmayı, hele kardeş olmayı asla anlayamam, kabul edemem, aklımdan bile geçiremem. Çünkü sizin varlık ve hakikat adına bir değeriniz yoktur. Ancak, benim arzuma, isteğime, keyfime hizmet eden benim işime yarayan, hayatımı kolaylaştıran değerdir ve benim değer verdiğim kadar değerlidir. Değer bizzat benim; değer benim, ben değerim. Benden uzak, bana karşı, benim isteğim ve beğenim dışında hiçbir değer de değeriniz de olamaz. Siz değerli olamazsınız. Varlığınızın böyle bir hakkı, boyutu yoktur. Eğer istersem en son George Floyd’a yaptığım gibi nefes almayı bile size çok görürüm. Siz ancak değersizlik taşır, değersizlik yayarsınız. Varlığınızı varlığım için tehdit ve tahdit görüyorum. Ben varsam siz yok olacaksınız, az olacaksınız, geride olacaksınız, görünmeyeceksiniz, görülmeyeceksiniz. Yok olduğunuz, az olduğunuz ölçüde ben var oluyorum. Bir hezeyanla var olduğunuzu sayıklasanız bile yok kabul edileceksiniz. Varlığınız yok hükmündedir.”
Yaşanan bu maddi manevi yoksunluklar görülmeyen kitleleri niteliksiz, saygınlığını kendi içlerinde de yitirmiş, güvensiz, kişiliksiz topluma dönüştürecektir. Yüzlerce yıl sömürge altında yaşamış toplumların düşünme, hayal kurma yeteneklerini bile kaybetmeleri tesadüf değildir. Ellison da ‘Yeraltı Adamı’ndaki gibi kahramanına isim vermeyerek bu realiteyi incelikli sezdirmeyle öne çıkarmış; ismi hak edecek kişiliğinin, kimliğinin olmadığını söylenmek istenmiştir. Kitap “Görülmeyen bir adamım ben” diye başlar. Sonra Poe’nun fantastik kurgularına ve Wells’in baştan andığım filmi de yapılmış hikâyesine gönderme yapıp, okuru daha ciddi bir yoğunlaşmaya çekerek devam eder: “Yo, Edgar Allen Poe’nun peşini bırakmamış olan o hayaletlerden biri değilim; ne de sizin Hollywood filmlerindeki dış plazmalardan biri. Ben, maddesi, eti-kemiği, lifleri, sıvıları olan bir insanım; hatta bir aklım olduğu da söylenebilir. Görülmezim, anlıyor musunuz, sırf insanlar beni görmek istemedikleri için görülmezim.”(2) Kahramanın gerek konuşmalarda gerek iç sorgulamalarında yok sayılmanın psikolojik, ideolojik açılımlarını açıkça görürüz. “Seni göremezler onlar; çünkü senin bir şey bildiğini sanmazlar.”(s.148) “Anladım ki idareciler ve daha yaşlılar bile adam yerine koymayacaklardı beni.”(s.241) “Hayatı ne derece boş, değersiz ise ölümü de o kadar anlamsızdı”(s.427)
“Kendimin dışında konuşmakta olduğumu, kendimin olmayan sözler kullanmış, kendimin olmayan davranışlar göstermiş olduğumu, içimde ta derinde yerleşmiş bir başka yabancı kişiliğin pençesinde olduğumu hissettim.”(s.234,235) Bu tür ifadelerle önce hayatın realitesiymiş, sonra gereği ve gerçeğiymiş gibi gözüken kanıksamalar, içselleştirilmiş olguların dehşetini yansıtır. Varlıklarının hiçbir özgül ağırlığının olmadığı kabulü öyle kanıksanmıştır ki, sisteme karşı hak arama ve mücadele fikriyle kurulmuş Kardeşlik Örgütü’nün başkanı Jack bile şöyle söyler: “Böyle kalabalıklar yalnızca hammaddedir, programımıza göre şekillenmesi gereken hammaddelerden bir tanesi.”(s.441) ve devam eder; “Biz politikalarımızı sokaktaki adamın yanlış ve çocukça düşüncelerine göre şekillendirmiyoruz. Bizim işimiz onlara ne düşündüğünü sormak değil, ne düşüneceklerini söylemektir!”(s.442) Bu arada sivil toplum örgütü görünümlü kimi oluşumların rejim ve öfkeli kitleler arasında oluşan basıncı azaltma veya kontrol etme işleviyle kurgulandıkları tüm açıklığıyla yansıtılmış olur. Başkanla birbirlerini ikna etme ve yargılama arasında gidip gelen konuşmaların bir yerinde bizim görülmediği gibi adı da olmayan kahramanımız “Vardım ama yine de görülmezdim; temel çelişki buydu. Vardım ama yine de görülmüyordum. Korkutucu bir şeydi bu.”(s.474) diyerek hikâyenin ana temasını özetler. Romanın mesajını tamamlayan “Ben görülmezim, kör değil.”(s.539) sözü Amerika’ya egemen güçler üzerinden tüm sömürgeciliğe, ötekileştirici vesayet düzenlerine karşı bir duruşun felsefi hareket noktasını oluşturur.
Biz de kendine özgü yıldırma ve tahakkümüyle uzun yıllar devam eden, kalıntılarının olumsuz etkileri hâlâ sürmekte olan vesayetçi düzenlerin etkisinden sıyrılmış sayılmayız. Olur olmaz her yerde karşınıza çıkabilecek bir görmeme hastalığı veya görülmeme durumu bu etkilerin yansıması olabilir. Kendinden, kendi çevresinden, düşüncesinden, eserinden, cemaatinden, cemiyetinden başkasını görmeyenler, dünyayı kendilerinden ibaret sananlar şişirilmiş boş benliklerine yalandan, avutucu bir saltanat kurmaktan başka bir şeyin peşinde değiller. Bakalım kuru gürültülerle, sahnelerde, sayfalarda davul çalarak gerçeği gizleyerek kendilerine açmaya çalıştıkları alanda daha ne kadar var olabilecekler. Var ve görünür olmak için gizledikleri gerçeğin hışmına er geç uğrayacaklar, uğruyorlar da. Onların bu acınası halleri, er geç ortaya çıkmak gibi kötü huyu olan gerçekleri gizlemeye de, kendi körlüklerini gizlemeye de yetmez, yetmiyor.
Biz görüyoruz, görünmüyor değiliz ama sizler körsünüz. Özkörlüğünüzü özgürlük sayabilirsiniz.
_____________________
1-Guy Debord, Gösteri Toplumu, özellikle s. 20-45, çev. Ayşen Ekmekçi, Okşan Taşkent, 10. Bas, Ayrıntı yay, İst.2020.
2- Ralph Ellison,Görülmeyen Adam, 2. Bas, s.7, çev. Mehmet H. Doğan, İletişim yay, İst.2016. Bundan sonra alıntılar sayfa numarasıyla verilecektir.