Bir Ocak günü sisli bir sabaha uyanıyorum. Sisten sabahı göremiyorum sanki. Odadaki alacakaranlığa bakıyorum, camlara bakıyorum, camlardan dışarıya. Gördüğüm bir şey yok. Camların önündeki bu sis perdesi yalnız gözlerimin önünde ve dışımda değil de, başımda ve içimde de. Sanki onu aşıp eşyayı göremiyorum, onu aşıp kendimi göremiyorum. “Tam sabah olsun da perdeler açılsın’’ der gibi, beklentide zihnim. Sabah olduğu için uyanmamış mıydım ben? Saat yedi otuz ne zaman olmuş, ya sekiz, ya dokuz, şimdiyse saat on. Anlaşılan sisli perdeler belli belirsiz, yalnız saati görüp fark edebileceğim kadar hafif incelmiş… Beklemekten bıkacağım kadar bekliyorum. Saat iki. Biraz daha bekliyorum saate bakarak. Saat üç. Demek yürümüş yelkovan. Her saat bin bir güçlükle sürünüp yol alan akrep, yine aynı güçlüğün üstesinden gelmiş. Peşinden bir kovalayan mı var? Oysa görünüşte, güneşin onu kovaladığı yok. Demek yürümüş, daha dikkatle bakıyorum, şu yeni başarabildiğim düşünme aşamasında, durdurulmuş ve dondurulmuş zamandan kurtularak yavaş yavaş idrak ediyorum ki yürüdüğünü, telefon çalıyor. Bir ölüm haberi. Ve akabinde okunan bir ayet: “Şüphesiz biz Allah içiniz ve şüphesiz biz O’na döneceğiz.’’ Şu dönüşün önünde hiçbir engel yok, sis de ne ola! Bu arada bir ömürde yürüyüp bitmiş (Yoksa her şey arada mı oluyor? Arada, ara yerde, araya sıkıştırılmış olarak… Dünyanın kendi işleri arasında bizim işlerimizde ona göre evrilip çevrilip, şekillenip gidiyor. Yalnız işlerimiz olsa iyi, varlığımız da tabii. Aralarda yaşayıveriyorum demek neyse de, ama arada ölüvermiş demek, ne duyarsız ve umarsız bir cümle oldu). Evet, maalesef demiş oldum, bu arada bir ömürde yürüyüp bitmiş! Size, sizin de adını duyduğunuz meşhur birinin ölümünü haber vereceğimi mi sanıyorsunuz? Bu girişi onun için mi yaptım? Genellikle öyleleri hakkında yazılır ya… Ama hayır, adı sanı duyulmayan, kendi hâlinde ve kendi köşesinde, herkes gibi yaşamış ve ölmüş biri. Ama bu girişi onun için de yapmış değildim. Ben ondan habersizken de zaten sise uyanmıştım. Bugünün sis perdelerine, vadesi dolmuş olan o, kendiliğinden eklenmiş oldu. Gün, sis tarafından tutuklanmış, eli kolu bağlanmış görünürken de, durdurulmuş ve dondurulmuş gibi görünürken de, görüntüsünün aksine durmamış, görevi olan yürüyüşünü ve yürüyüşünün gerektirdiklerini yapmaya devam etmişti. Görünen o ki yaşam beklemiyormuş, oysa ben saatlerce onun durduğu vehmine kapılmıştım. Ve bekliyordum ki, gün sisten uyanıp faaliyete geçsin ve beni de faaliyete geçirsin. Oysa yaşanmakta olan koca hayat güneşte olduğu gibi, yağmurda, karda, siste de devam ediyor.
En çok sisli günlerde yitiriyorum yaşamı. Sonra bekliyorum, bekliyorum ki sis açılsın, onu tekrar görüp bulabileyim ve ona katılabileyim. Hava durumunun ruh hâlim üzerinde bu kadar etkin oluşu normal mi, hiç bilmiyorum. Onu bilmekle de uğraşamayacağımdan geçiyorum. Şimdi o ölen kişi, zamanın yürürlükte olduğunu bana acı ve sert bir şekilde hatırlattığından, ben de harekete geçtim ve paltomu almak için koridora çıktım. Akakiy Akakiyeviç gibi paltom çalınsaydı, belki bu sisin içinde yürümek düşüncesinden vazgeçebilirdim. Ama yerindeydi işte. Giyindim. Bu arada Dostoyevski’nin “Hepimiz Gogol’un paltosundan çıktık’’ sözü, aklımdan geçti. Sonra ilk defa Palto’yu, kimin yazdığını bilmeden, çocukluğumda, bir tiyatro eseri olarak babamla ilk dinlediğim zamanı hatırladım. Kolay kolay etkilendiğini belli etmeyen babam, Palto’dan çok etkilenmişti. Mavi gözlerinin üstündeki sarı kaşları çatılmış, ciddi ciddi düşünmüş ve üzülmüştü. “Yoksulluk, ancak bu kadar güzel anlatılabilirdi’’ demişti. Giyinmesine giyindim ya paltoyu, üzerimde ağırlık yapıyordu. Aynada kendime değil de paltoya baktım. Herkes aynı kolaylıkta giyinemiyor gerçeği bir bıçak gibi saplandı içime, yaraladı ve geri çekildi. Bu kadar gerçekçi yazmak zorunda mıydın Gogol? Benim gibi siste zaman gerçeğini dahi yitirmiş birini, sanki gerçeğe döndürmek için, önce ölüm ardından da yoksulluk gerçeği çıkagelmişti. Hem de başka bir şehirdeki uzak bir tanıdığın ölüm haberi, sanki anında ulaştırılması gereken benmişim gibi, bana ulaştırılmıştı. Sonra da her gün giydiğim palto, sessiz sakin ağızsız dilsiz palto, Gogol’un Palto’sundan dem vurmuştu. Kendimi kapıya atıp, dışarıdaki sisin içine dalıp, belki bunları yitirebilirdim. Kapıyı öyle çektim ki kulaklarımdaki yankısı sürüyordu hâlâ.
Dışarıdaydım. Nereye gideceğimi düşünmeden çıkmıştım. Sisten iki üç metre ilerisi görünmüyordu. Soğuktu, dışarıda gezilecek bir hava değildi. Yine de yürüdüm. Belki karşıma çıkan bir kafeye falan girecektim üşüdüğümde. Sokak aralarından epeyce yürüdüm. Siste bir görüp bir kaybettiğim tanımadığım beş altı kişiyle karşılaştım. Üçüyle selamlaştık. Diğerleri başları eğik geçtiler. Üşümüştüm. Sonunda bir yol ayrımından köşeye dönünce, ara sıra da uğradığım, bir kafeye rastladım. Belki rastlamadım da, ayaklarım bildik alışkanlıklarıyla getiriverdi. Camekândan içeriye baktım arkadaşlardan var mı, diye? Masalardan birinde ki bir adam dikkatimi çekti. İlk gördüğüm bu adamı, birine benzetir gibi oldum. “Kime, ama kime’’ diye düşündüm? Ona baktıkça dışarıdaki ve içimdeki sis, bu kafenin kapısında kaygıya dönüşüyordu. Sanki içeri girersem, iradem zayıflayacak, bilinçli bir seçim yapıp karar veremeyecek, özgürlüğümü yitirecektim. Kimdi bu? Kapının kolunu açmak için tuttuğumda hatırladım, Suç Ve Cezadaki Sonya’nın sarhoş babası Semyon Zahariç Marmeladov’du gördüğüm. Şimdi “Böyle aile faciasına sebep adamları dinleyemem’’ diyerek, tuttuğum kapının kolunu bırakıp geri çekildim. Raskolnikov da ne sabır vardı! Nasıl da dinleyebilmişti onu? Belki başka zaman ben de dinleyebilirdim, ama bu zaman o zaman değildi.
İçeri bakmaya devam ederek bir iki adım daha geri çekilirken birine çarptım. Dönmeden “Af edersiniz’’ dedim.
“Önemli değil arkadaş. Önemli değil. Yabancıya çarpmadın.’’
Sesi tanıdım, dönüp baktım. Arkadaşlardan biriydi.
“Sendin demek!’’
“Ne o, beni burada ilk kez mi görüyorsun?’’
“İlk kez görmüyorum da…’’
“Yeni mi geldin yoksa gidiyor musun?’’
“Yeni geldim ama gidiyorum.
“Buraya kadar geldikten sonra neden gidiyorsun? Hem de bu havada. Hâlinden belli bayağı üşümüşsün de, gel, içeri girelim. Konuşuruz oradan buradan. Hem biz geldiğimize göre, belki bu havanın evde sıkıp sokağa fırlattığı diğer arkadaşlardan da gelen olur. Hadi gel.’’
“İçeride Marmeladov’u gördüm.’’
“Kimi gördün, kimi?’’
“Marmeladov’u.’’
“Ben yokken birine lakap falan mı taktınız, kim bu ya, çıkaramadım?’’
“Bizim birine lakap taktığımız oldu mu şimdiye kadar?’’
“Olmadı.’’
“Öyleyse?’’
“Ne bileyim, dediğinden bir şey anlamadım ki.’’
“Anlamadın mı?’’
“Hayır anlamadım.’’
“Suç ve Ceza romanındaki Marmeladov’dan bahsediyorum. Sonya’nın babası sarhoş Semyon Zahariç’ten.’’
“Onun bu kafeyle ne ilgisi var? Çay, kola ve kahveyle sarhoş olması da imkânsız.’’
“İçeride diyorum adam.’’
“Tamam ama, bu kadar şaka yeter.’’
“Şaka falan yapmıyorum, bakarsan görürsün, içeride.’’
“Sözlerinde ciddisin yani?’’
“Evet, ciddiyim.’’
“Kendini nasıl hissediyorsun?’’
“İyi ki bir tıp okuyorsun! Bir şeyim yok, sabah zamanı algılamamda ve gerçeği algılamamda bir problem var gibiydi, sonra bir ölümle ve portmantodaki paltomun konuşmasıyla da gerçeğe döndüm, sonra işte buradayım.’’
“Gerçeğe dönmüş hâlin bu yani! Marmeladov’un ne işi var burada anlayamadım! Beni de Zosimov olarak görüyorsundur herhâlde. Ya da Razumihin.’’
“Seni düşünecek kadar zamanım olmadı daha.’’
“Kendini de Raskalnikov falan görmüyorsun değil mi?’’
“Hayır tabii ki. Daha az önce kendi kendime ‘Raskolnikov’da da ne sabır vardı!’ dedim.’’
“İyi, iyi, en azından bir cinayet falan tasarlamıyorsun demektir. Hadi gel, içeri girelim.’’
“Ben şimdi o kadar iradesiz bir adamın sözlerine tahammül edemeyeceğim. Bu yüzden giremem.’’
“Hatırlıyor musun arkadaş, o bir romandı, ve o adam romanda bile ölmüştü?’’
“Evet, hatırlıyorum.’’
“Hem romanda olan hem romanda bile ölmüş olan adamın burada işi ne?’’
“Onu bilemem, bakarsan görürsün.’’
“Hangisi?’’
“Olamaz, adam kalkmış gidiyor. İşte o ayaktaki.’’
Adam kapıdan çıkar, başı eğik, önlerinden geçip gider.
“Ben bir sesleneyim bakalım o muymuş: ‘Marmeladov! Marmeladov!Semyon Zahariç Marmeladov!’ Bak, adam bir kere dönüp bakmadı bile.’’
“Evet, bakmadı!’’
“İçeri girelim.’’
“Girelim. Başımdaki sis açılmadı gitti.’’
“Evet, dışarıdaki sis açılmadı. Akşamüstü daha da yoğunlaşacak herhâlde.’’
Bu Sayının Diğer Yazıları
Ne / Yavuz Selim YaylacıDönence / Şeref Akbaba
Masal Ana / Abdülkadir DAĞLAR
Hikmetinden Sual Olunmaz / Emrah Bilge Merdivan
Âşık Paşa ve Zemin Bir Metin Olarak Garibnâme / Salih Uçak
Tümünü Göster
Gün Aşırı
- İlk Adım
25 Nis 2018
Allah’ın adıyla Şairin anlamlı beytiyle giriş yapmak istiyoruz: “Erişir menzili Devamını Oku…
Cuma Akşamı
- Bana Sevdamı Geri Ver
25 Nis 2018
Kim, neyi kaybettiyse onu arıyor. Kıymet arz eden ve kendi Devamını Oku…