Bakırcılar çarşısı sokağının ana caddeye bakan köşesinde bir yemeni dükkânı; deri kokuları, kalın iğneler, mumlanmış pamuk ipleri, tahta tezgâhlar, köseleler, endazeler ve muştaların deriyi döverken çıkardığı sesler… Siyah, kırmızı renkli yemenilerin, kurutulmuş patlıcanvari asılı durduğu bu küçük dükkâna doğru yürüdüm. Garip bir hisle dükkânın önünde durdum. Sesleri ve kokuları hissetmeye çalışıyordum. Dükkâna dikkatlice baktığımı fark ettiğinden olacak, bir adam bana doğru yaklaştı. Sessizce yanımda durup benim baktığım gibi yönünü dükkâna çevirdi. Sonra neden bilmem, yemenileri sevip sevmediğimi sordu. Yüzüne dikkatlice baktım o an. Saçları ince ve düz, tepesinden hafif dökülmüşlerdi. Gözlerinin rengini seçmeye çalıştım. Yaşlılığın verdiği bulanık görüntüden olacak, mavi olduğunu sezebildim ancak. Burnunun ucundaki iri beni, ona biraz sakil bir görünüş veriyordu. Üzerindeki kıyâfetler, eski ve sandıktan yeni çıkarılmış gibi naftalinimsi ağır bir kokuya sahiptiler. Adama cevap vermemiş olduğumu fark ettim ve mahcup bir hisle aklıma ilk geleni söyleyiverdim:
⎼ “Evet, elbette. Fazlası, meraklıyım bile denilebilir.”
⎼ “Deminden beri seni seyrediyorum, ilgin uzaktan anlaşılıyor. Bu dükkân senelerdir burada ve şimdi bu şehrin tek yemenicisidir. Eskiden, bu gördüğün dükkânların üçü de yemeniciydi. Ancak dayanamadılar zamana. Sahipleri şehri terk edince el değiştirip başkalaştılar. Bir bu dükkân kaldı ele, emeğe sahip çıkan.”
Dükkân sahibi Köşker Mehmet Usta’nın hikâyesine tanıklık ettiğini söyleyen bu adam, durdurdu zamânı ve sanki yıllar var ki hiç konuşmamışçasına anlatmaya teşne, tuttu yakamdan oturttu beni tahtaları çürümeye yüz tutmuş sandalyeye; sözcükleri -yine de seçerek- döktü ortalığa. Mehmet Usta kimdi, o kimdi, beni nereden tanıyordu, Mehmet Usta’yı neden anlatıyordu bana? Sen kimsin demeye yeltendim birkaç kez ancak soluk almadan konuşuyordu. Sustum dinledim, kaç zamandır onu tanıyormuşum gibi tarifsiz bir samimiyet doğdu içime. Anlatmaya şöyle başladı Mehmet Usta’nın hikâyesini:
⎼ Her yeni gün, güçlü olmayı öğütlerdi kendine. Sabah kalkınca perdeleri iki yana doğru açar, balkonun kapısını aralardı. Hava iyiyse balkona çıkar, biraz gökyüzü biraz yeryüzü; gezinirdi gözleri. Yarısı puslanmış aynasına bakmayı ihmal etmezdi hiç. Yüzündeki kırışıklıkları artık umursamaz olmuştu gerçi ama gittikçe değişen yüzünü bir yabancıyı seyreder gibi izlerdi. Titreyen elleri ile aynasını yavaş ve vakur bir edayla, sağlamca yerine koyar ve sırtını döndüğünde duvardaki ahşap kaplıkla karşı karşıya gelirdi. Karısı gitmişti çoktan ama bardağı hâlâ tahta rafta kırgın bir gülümseyiş gibi gözlerinin önünde dururdu. Yalnızlığa alışmak zor olmuştu. Gerçi dahaca alışmış da sayılmazdı. Duvarda asılı çivilerde eşinin basma elbisesi, çiçekli yazması, içinde etten bir beden taşıyormuş gibi canlı kanlıydı sanki.
Nasıl alınmıştı elbise?
Süt satmaktan dönerken gözleri takılmıştı uzunca bir süre o elbiseye, sonra bir de elindeki paraya bakmıştı. Öylece kalmıştı tezgâhta. Sütü sattıktan sonra pazar ne vakit kurulsa oraya gider, göz ucuyla yoklardı onu, neyse ki hep yerli yerinde olurdu. Nihayet bir ay sonra alabilmişti her pazar gidip göz ucuyla yokladığı o elbiseyi. Ama ne çok sevinmişti eşi elbiseyi gördüğünde, eskimesin istiyor özenle saklıyordu. Ancak hızla ilerleyen hastalığı beklenmedik bir misafir gibi gelip dikilmişti karşılarına. Hasta yatağındaki karısının başucunda beklediği son gece, eşinin üzerindeydi elbise. Ne de güzel yakışmış, ölüm bile eskitememişti bu güzelliği.
Elbiseye gözleri takılır, sonra bir iç çekerdi. Böyle erken gitmeseydi, belli edebilir miydi ona sevgisini? Zaman fazla hızlı tükenmemiş miydi? Babasından görmemişti ya nasıl sevilir, yapamamıştı işte. Bir günden bir güne hayat arkadaşına güzel bir söz söyleyememiş, ellerini sıkıca tutamamıştı. Bunlar yerine eve yağ, şeker, tuz alırdı; sokak satıcısından radyo, pil, garip kokulu sabunlar, birkaç naylon kap kacak. Bunlardı sevgisini belli etme biçimi, bir de işte o elbise. Bir elbise tutar mıydı bir sıcak bakışın yerini, karşılıklı içilen çaydaki sohbetin tadını?
Şimdi eşinin taptaze muhabbetinin yokluğunda bardakta soğuyan çay ve radyodan başka ne vardı eşinin boşluğunu dolduran? Bunların yanında sırtındaki kambur, kapıdaki baston biraz da eşinin bıraktığı boşluğu solurken boğazından yükselen hırıltının verdiği rahatsızlıktı onu gitgide kederlendiren.
Belirli zamanlarda karşılaştığı arkadaşlarından, eşraftan duyduğu tariflere kızardı sonra, “Pişmanlığın tarifiymiş! Bırakın derdi bu ezbere lakırdıları. Arif ol. Anla neymiş pişmanlık. İçerini yaksın hele her gün, anlarsın.” diye söylenerek ağır aksak uzaklaşırdı oradan.
Güzelse hava balkonda kahvaltısını yapar, mavi ve çiçekli ayakkabısının hemen yanında duran yemenisini giyer, köşe başındaki küçük dükkânını açardı. Hayatı cebindeki köstekli saatle bir akar, dünden bu güne değişmeyen hayatıyla iç dünyasında hüküm süren geçmişin güzel hatıraları birbirine karışırdı.
Sözleri burada, gerilmiş bir ipin son telinin de kopması gibi birden kesildi bu hırpâni kılıklı adamın. Yüzüne, istemesek de biten bir şeyin hüznüne benzer bir ifade yapıştı. “Sonra, sonra ne oldu anlat!” diye ısrar etsem de tek bir kelime dahi etmedi. Kalkıp dükkâna son kez iç çekerek baktıktan sonra bana da gözleri dolu olduğu halde kısa bir an baktı. Adımlarını gittikçe hızlandırdığı garip yürüyüşüyle köşeyi dönüp kayboldu. Bense öylece kalakalmıştım. Bu hikâyeyi neden bana anlatmıştı, bunları neden bilmem gerekiyordu? Oysa ben Mehmet Usta’yı hiç görmemiştim bile.
Kafamda gereksiz, cevapsız bir sürü soruyla oradan uzaklaşıp dün kiraladığım evime döndüm. Evin yıllardır boş olduğunu bu yüzden biraz tadilat gerektirdiğini söylemişti kiraladığım adam. Eşyalarım kolilerde olduğu gibi duruyordu. Eski ev sahibinden kalma birkaç eşya gözüme ilişti; kıyafetler, bardaklar, ayakkabılar… Eskimiş sararmış bir gazete buldum, alıp üzerine gereksiz ne varsa koymayı düşündüm. Gazeteyi ortasından açıp yere serdim. Tam o sırada gözüme bir kare ilişti; bir yemeni dükkânı ve vefat eden sahibinin fotoğrafı. Fotoğrafa baktığımda dükkânın kapısındaki “Elinde olana sarıl!” yazısı dikkatimi çekti, birden fotoğraftaki yemeniciyi tanıdım: O, bana kendi hikâyesini anlatmış olan Mehmet Usta’dan başkası değildi.