Menekşe Rengi

Yağmur dindi. Gökyüzü tertemiz, berrak bir maviye boyandı.
Suya kavuşan toprak canlandı, tazelendi.
Kaldırım taşları arasında boy atan yeşillikler, başını göğe çevirdi.
Cami avlusundaki ağacın iri yaprakları kımıldandı, incecik dalları üzerine kuşlar kondu.
Minareden ezan sesi yükseldi. Kuşlar, ağaçlar, toprak sessizce dinledi bu ruhu yıkayan sesi.
Temiz, aydınlık, berrak bir sabah doğdu şehre.
Fırından taze ekmek aldı. Ağır ağır yürüyerek pazarın içinden geçti. Uzunca bir yokuşu tırmandı.
Dar bir sokağa girdi. Taşların arasında otların bittiği, balkonların bir köşesine güvercinlerin ilişip yuva yaptığı bir sokaktı.
Bir iki tanıdık gördü yolda, onlarla selamlaştı.
Bahçenin kapısını itti. Sesi duyan Selma’nın beyaz örtülü başı göründü pencerede.
Kapıyı açtı, yarı karanlık sofayı geçti; ayakkabılarını çıkardı, hırkasını astı.
Gıcırdayan merdivenleri tırmandı. Son basamağa gelince, aşağının karanlığı dağıldı, gün ışığı ortalığa yayıldı.
Oda geniş, havadar, temizdi. Selma’nın işlediği bembeyaz danteller odayı daha da aydınlık gösteriyordu.
Soba geçmiş, oda soğumaya başlamıştı.
Selma, kalın hırkasının önünü kavuşturdu. Beyaz örtüsünün içinden çıkan gümüş rengi saçları, ela gözlerini gölgelemişti.
Abla, çantasından elişi için aldığı renkli ipleri, kuklaları çıkardı, Selma’ya uzattı.
Kadının ince, ak yüzü aydınlandı. Kulağından hiç çıkarmadığı küpeleri sallandı. Çaydanlığa uzandı sonra.
“Buz gibi olmuş abla bu, dur hemen ısıtayım .” diyerek mutfağa gitti.
Abla, örtüsünü omuzlarına indirdi. Divana oturdu. “Yorulmuşum.” dedi kendi kendine.
Mutfaktan gazocağının kokusu geldi.
Selma, tel dolaptan tertemiz çay bardaklarını çıkardı. Ocağın altını kıstı. Çay kaşıklarını bardakların içine koydu. Sıcacık, koyu kırmızı çayı doldurdu bardaklara.
Abla, iyice yerleşti divana. Sessiz sessiz içti çayını iki kardeş
Selma, eline kasnağını aldı. Bir çiçek motifi çizdi önce. Sonra küçük iğne dokunuşlarıyla onu renklendirmeye başladı.
Abla kitaplığın başına gitti. Bir ince toz bulutu kaplamıştı kitapların üzerini.
Kitap sayfaları arasında sarı lekeler,
Atılan tarihin üzerine dağılmış mor mürekkep,
Sayfaların arasında yorgun gözlerin kurumuş izleri vardı.
Necip Fazıl Kısakürek’in “Çile”sini aldı. Gözlüğünü taktı. Kitabı yüzüne iyice yaklaştırarak okumaya başladı.
Kitabın arasında rahmetli babasının altını çizdiği satırlara rast geldi. Gözleri doldu. İncitmekten korkar gibi okşadı satırları, yüksek sesle tekrar etti.
“Namaz derdime ilaç, yanık yerime merhem/ Onsuz ebedi bir hayat benim olsa istemem.”
O arada akşam ezanı okundu. İki kardeş kalktı, tazecik abdest aldı.
Hurçtan naftalin kokan örtülerini, Selma’nın diktiği güllü dallı namaz elbiselerini çıkardılar.
Yaralarına namaz merhemini sürdüler.
Yemek yediler, sofrayı topladılar, masa üzerine işlemeli örtüyü serdiler.
Selma bulaşıkları yıkadı. Büfeden iki fincan aldı. Kahve içtiler. Koyulaşmış sessizlik uzayıp gitti.
Yağmur hızlandı, gök gürledi. Kuvvetli damlalar camlara vurup geçti.
Sobaya birkaç odun daha attı abla. Alevler tavanda gezindi bir süre. Birazdan elektrikler kesildi. Selma, büfedeki yarısı yanmış mumu aldı.
Kibrit çatırtılı bir ışıkla aydınlattı odayı, sonra mumun siyah fitili tutuştu. İki kardeşin gölgeleri mumun titreyen sarı ışığıyla birlikte duvarda dalgalandı.
Selma, kalın battaniyeye büründü. Başını ablasının omzuna koydu.
İkisinin de üzerine o bildikleri, tanıdıkları, uykunun tatlı ağırlığı çöktü.
Abla, Selma’nın seyrelmiş, gümüş renkli saçlarını okşadı, sonra kalktı, büfeden radyoyu getirdi.
Ablanın eli, eski radyonun düğmesine dokundu. İbre, cızırtılarla birlikte oradan oraya atladı.
Geceyi ısıtıveren bir şarkı: “İnleyen nağmeler ruhumu sardı/ Bir rüya ki orda hep şarkılar vardı.”
Bir başka istasyonda şiir programı… Yahya Kemal Beyatlı’nın “Sessiz Gemi”sinden yüreğe işleyen dizeler.
“Birçok giden oldu her biri memnun ki yerinden/ Çok seneler geçti dönen yok seferinden.”
Sonra radyo tiyatrosu: Yüksek Ökçeler.
Çok uzaklarda, silik birer hatıra olarak kalan çocukluklarının hikâyecisi, Ömer Seyfettin.
Çipil gözleri, ince bıyıkları, seyrek saçlarıyla gülümsedi.
Sesler, gecenin içinden gizemli bir edayla süzülüyordu şimdi.
Hatice Hanım Göz tepedeki evinde değil de bu odada, yüksek ökçeli terlikleriyle dolaşıyordu sanki.
Yağmurun, rüzgârın, sobadaki ateşin, şiirin, hikâyenin sesi;
Bu seslerin rengi, huzuru, içe işleyişi ikisinin de uykusunu erteledi.
Sesler, odayı menekşe rengine boyadı.

Paylaş

Bu Sayının Diğer Yazıları

Ne / Yavuz Selim Yaylacı
Dönence / Şeref Akbaba
Masal Ana / Abdülkadir DAĞLAR
Hikmetinden Sual Olunmaz / Emrah Bilge Merdivan
Âşık Paşa ve Zemin Bir Metin Olarak Garibnâme / Salih Uçak
Tümünü Göster