Çeşme

”Biz her şeyi sudan yarattık.” (Enbiya-30)

Suyun ulaştığı yeri kim tahmin edebilir? Hayat verenin rahmetinden kopup, her hayat sahibine yol bulur su. Türlü nebatat, börtü böcek nasiplenir, derinlere en derinlere ulaşır su. İnsan su gibi usul usul akmak ister bazen…

Su nedir insan için? İnsan saatlerce neden bakar suya? Suya bakarken mi arınır? Su gibi akan nedir insanın içinde? Belki zincirlerini kırar. Anlatamadıkları akıp gider suyla. Çözülür düğümleri. Belki saflığına hayran olur insan. Çamurlaşmadan nazlı nazlı salınışına. Gökten indirilip, mütevazilikle toprağın bağrında yol bulmasına ve her canlıya hayat olmasına. Su ikram edene “ Su gibi aziz ol” diyerek teşekkür etmesine.

 Tabiat çeşme vasıtasıyla kendini hatırlatır. Suyun kalıba sığmış halidir çeşmeler. Akan bir çeşmedeki hareket Rahmanın yeryüzüne indirdiği bolluğu, bereketi, merhameti simgeler. Bu hatırlama için akmalıdır çeşmeler. Sıkıştığımız şehirlerde tabiatın hüzünlü mümessilleridir çeşmeler.  “Şarkın sembolü, bir çınarla çeşme başıdır… Suyun çiçeklerde koku, gökyüzünde renk, tende hayat olmadan önce varlığının en büyük hikmeti yaraları tedavi etmesidir. Ruhtaki derin yaralar Kur’an’da sesle tedavi edildiği gibi, tabiatta su ile tedavi edilirler… ”der  Nurettin Topçu.

Çeşme kaynağa aracıdır, dağıtır, ayırmaz, seçmez, sormaz, verir. Bu yüzden eli üstündedir elimizin. Utandırmaz, gücendirmez, hatırlatmaz, ima etmez, nasıl verilir gösterir. Unutur verdiklerini, ilk kez karşılar gibi şendir sesi. Dinler çeşme başında edilen sohbetleri, alır haberleri. Sırları dağıtır çeşme.

 Çeşme varlığı çağrıştırır. Nimeti, verileni, hediyeyi, bereketi… Akışı hatırlatır. Su gibi geçmektedir zaman…  Suyun akışı gibi geçmektedir. Uyan, dikkat et, farkına var. Zaman akarken şahittir. Zamana ses vermektedir su… Zaman suyun diliyle seslenir sana. Gaflete dalma. Oluklar dolarken sen de tut tasını çeşmenin ağzına. Üzerine serpilen güzellikleri avcı gibi yakala. Su varken doldur, akarken, vaktin varken. 

Bir şehrin kalbinden usul usul akar çeşme. Şehir uyur, sokak köpekleri uyur, rüzgârla çeşme midir uyanık? Kimi soğuk akar kimi ılık. Kimi gürül gürül kimi zayıf… Durmadan akan çoban çeşmesi, ığıl ığıl akar gecenin koynuna. Sırları fısıldar gecenin kulağına. Usanmadan söyleşir. Gecenin musikîsidir. “Gecedir: Yüksek sesle konuşuyor tüm fışkıran çeşmeler şimdi. Ve benim ruhum da bir çeşmedir fışkıran.” der  Friedrich Nietzsche.

Bir çeşmenin başına oturdun mu hiç? Dağların yükü bağrında eriyip toprağın damarlarından çeşmeye varınca o hissettiğin hüznün hasret, gurbet, ayrılık olduğunu söyler sana, dinle. Dağda inzivaya çekilen kar toprakta eriyip damarlarından bilgeliği verir sanki çeşmeyle. Ellerine yüzlerine vücutlarına dokunur; hemhâl olur insanla. Çilesi dolan derviş gibi halkın içine karışır. Dağıtır çeşme. Bu yüzden sadakaî cariyedir çeşme yaptırmak. Su aktıkça amel defteri kapanmaz. Aziz olan suyu bağrında zaptedecek denli uludur çeşme. Hayat dolu ve coşkulu da olsa usul usul verir suyu. Sakinliğin deliciliğini bilir belki de. Su asil, usul usul telaşsız ulaşır en derinlere. Saflık nasıl yok eder tüm kirleri. Saflığın gücünü hatırla suyun başında. Suyu hatırla bir çeşme başında.

 Ağıt yakar bir köy çeşmesi sela duyulunca. Düğüne de alkış tutar. Kulağını ver de dinle. Ağıt mı alkış mı o zaman bilirsin. Bazen ikisi iç içedir hayat gibi. Hayat onun bağrından akar, zamana sahiptir, ellerinde tutar. Aleksandr Puşkin Erzurum Yolculuğu’nda çeşmelerden bahseder.”Erzurum suyu ile ün salmıştır. Fırat, kentin üç verst ( km) ötesinden akar. Çeşmeler her yerde bol. Hepsinde zincirle bağlı madeni taslar var; iyi yürekli müslümanlar içip dua ederler.”

Sen bir çeşme olsan nerede olmak isterdin? Köyde çobanla koyunlarından başka kimsenin uğramadığı bir çoban çeşmesi mi? Yoksa şehirde diline kilit vurulmuş  bir meydan çeşmesi mi? Şehirler arasında konaklama yerlerine yapılan  namazgah çeşmesi mi? Tatlı suyu için insanların sıraya girdiği bir mahalle çeşmesi mi?  Konuşur muydun doldurulan her kapla akşama değin.

Bir şadırvan çeşmesi misafirlerini huzura hazırlar. Arındırır, Yaradanın huzuruna hafiflemiş çıkartır, alır yüklerinin fazlasını. Mescidi Haramda çeşmeler zemzemle tevekkülü, teslimiyeti, gayreti, sabrı dağıtır. Samiha Ayverdi şadırvanları ve görmeden geçip gittiğimiz çeşmeleri şöyle anlatır: “Hele şadırvanlar, çoğu medrese ve cami avlularının göğsüne bir kalp azametiyle oturtulmuş, bir kalp faaliyetiyle de durup dinlenmemek emrini almış, çeşmelerine aynı maksadın adamlarını toplayan o kurşun takkeli, somaki mermer sütunlu gece gündüz dudaklarını bir su kasidesi mırıldanan tatlı dilli güler yüzlü şadırvanlar… Eskiden İstanbul çeşmeleri, gür sütlü genç bir kadın gibi şehri beslerken, bu arada Üsküdar da, sebilleri, şadırvanları, çeşmeleri ile etrafını doyurmakta o derece cömert, o mertebe kusursuzdu… Bir Süleymȃniye, bir Selîmiye, hattȃ bir imȃret, bir sebil, bir kemer, bir medrese, bir mescit ve hattȃ kurumuş bir çeşme yalağı dahi, bîgȃnece yanlarından geçip gidenlere: Hey!… bir kere de görerek bak! diye seslense, kulakları ve gözleri, belirli klişelerle kapanmış ve tıkanmış kimselere seslerini duyuramazlar.” der.

Çeşmeler çocukluğumuz  gibi çağlayan, akan, coşkulu yanımızı hatırlatır belki de. Nuri Pakdil Maraş için şöyle der: “Büyüdüm: çeşmeler de aktı yanımda. Şimdi bakıyorum; kimi kurumuş; çok az su akıyor kiminden de. Her çeşme bir kent oldu yanıbaşımda. Nerede bir çeşme görsem, suyu akıyorsa, Maraş’ın manevi görüntüsü süzülmektedir. Böyle oluyor hep”.

Bağrından musluğu sökülmüş bir çeşmenin çağıltısını duydun mu. Yavrusu ölen bir annenin sütü kesilmiş göğsü gibi. Çeşmenin yalağında otlar bitmiş. Kaldırımın kaç metre aşağısında musluğu kalmış, oluğuna beton atılmış çeşmeler… Kaldırıma yarı gövdesine kadar gömülen bir çeşmenin,  ayak sesleriyle zonklar başı her gün. Farkedilmeyi bekler. Görülmeyi… Unutuluşun acısını duyar geçip giden her ayak sesinde.

Çeşmelerin çağıltısı yok bu yüzden donuk hayatlarımız. Koştursak da kendimize giden yol kısalmıyor bir türlü.  Bizi kuşatan kaosun başına balyoz gibi inen, sarsan, içimize döndüren suyun sesi eksik. Dinle de bir çeşmeden akan suyun sesini. Duy içinde çağlayan nehirleri. Biriktirdiklerin nehir gibi çağlar içinde. Mustafa Kutlu akmayan çeşmeler için “Akmayan bir çeşme kadar insanı ne hüzünlendirebilir. Çocuksuz bir taze gelin. Çiçeksiz bir dal. Meyvesiz bir ağaç. Ötmeyen bir kuş. Konuşmayan, koşmayan, oynamayan bir çocuk.. ”der.

Kimler eğilip su içti avuç avuç önünde sorsak  bir anıt çeşmesine. Bir adın vardır senin herkesin bildiği. Bir de kitaben alnında. Tasın zincirlidir koluna. Dört yüzün ve tüm bedeninle dönersin insanlara. Hayatın içindesindir etrafında akar zaman. Sen devam edersin akmaya, dağıtmaya. Yolu düşen, su içen, soluklanan, kitabende bulur o günkü nasihatini “Bak şu çeşmenin taşına/ Su içecek tası yok/ Kırma kimsenin kalbini/ Yapacak ustası yok.”

1874 yılında İstanbul’u ziyaret eden  Edmondo de Amicis III. Ahmed Çeşmesi hakkında şöyle der: “Bu çeşme, Türk sanatının en orijinal ve en kıymetli abidelerinden biridir. Bu bir abide değil, zarif bir sultanın bir aşk anında İstanbul’un alnına taktığı mermerden bir ziynettir. Kalemim, böyle bir tasvir için yeteri kadar ince değil… Çeşmenin, oyulmamış, işlenmemiş ve uğraşılmamış el kadar yeri yoktur. Bu çeşme, billurdan bir fanus altında saklanması gereken bir zarafet, bir zenginlik ve bir sabır harikasıdır. Sadece göz zevki için yapılmamışa benzer. Sanki kendine mahsus bir lezzeti varmış gibi insan küçük bir parçasını ağzına alıp emmek ister. Zaman, biraz altın yaldızlarının parlaklığını almış, renklerini soldurmuş ve mermerleri karartmıştır. Fakat ne kadar eski ve ne kadar kararmış olursa olsun, İstanbul’un bütün küçük harikaları arasında hala ilk sırayı işgal eder.”

İç avlu ya da bahçede su sesinin hoş tınısını dinlemek, üstü üste yapılan yalakçıklardan süzülen suyu izlemek için yapılan selsebiller… Sudan şifalanmak bu olsa gerek. Gözü, gönlü ve kulağı su ile buluşturmak.

Kimi süslü, kitabesi, meşhur hattatın elinde sultanların kasidesiyle süslenmiş, çiçek ve meyvelerle bezenmiş; kimi bir kurna ve aynayla çok sade…  Kimi meşhur,  görenleri mest etmiş… Mimar W. Schütte, çeşmeler için şunları söyler: “Çeşmeler, İstanbul sokaklarının örgüsü içinde bayramlık elbiselerdeki pırlantalar gibi serpilmiştir ve insan, şehirde dolaştığı zaman, gözleri bu küçük veya nispeten büyücek yapılara, daima taze bir hazla dalar gider. Küçük olsunlar büyük olsunlar, hepsinin de seve seve meydana getirildikleri göze çarpar.”

Ağaçlarla çeşmeler ezelden iki dosttur.  Haluk Dursun  bu dostluğa değinir: “Osmanlı çınarı sadece bir ağaç niteliği taşımaz. Hükümranlık, devamlılık, sahiplik arz eder. İlk fetholunan yerlere yapılan çeşmeyle birlikte çınar da kalıcılığın ve üstünlüğün bir ifadesi olarak dikilir.”der. Asırlık bir ağacın serin gölgesinde namazgah, yanında yolcunun ve hayvanının susuzluğunu gideren namazgah çeşmesi.  Suyun akışıyla ağaç can bulur, kuşlar gelir, Bu akışa çekilir kainat, insan kayıtsız kalamaz,

Diğergâmlığın, karşılık beklemeden yapılan iyiliğin başkaldırışı bir çeşmenin akan suyu. Mustafa Kutlu Hüzün ve Tesadüf’te bu başkaldırışı anlatır “Kırıyorlar musluğu, alıp gidiyorlar… Cevat yenisini takıyor. Hiç tınmıyor. Mahalle halkı ne yapıyor bu arada, olup bitene ne diyor? Hadi onu siz bulun. Bulamazsınız böyle bir çeşmeden su içtiğinizde suyun sesini dinleyin, o size söyler…” Çeşmelere kilit vurduk vurdukça kendi içimizde akan nehirler de sustu. Kendimizle konuşamaz olduk. Yabancılaştık. Hayatla bağımızı kestik. Aktık sandık ama coşkulu değildi. Suyu kesildikçe çeşmelerin sanki perdeler iniyor şehirlerle ve kendimizle aramıza.

 “Dağ taş demedik de suyun getirdik/ Şimdi gözyaşını akıtan lülen/ Hasta yatağında cılız bedenin/ Ey tarih seni de biz, biz bitirdik “ diye fevaran eder Şeref Akbaba Pungar Şiirinde dizeleriyle..

Dokun, görürsen bir çeşme. Suyu akarsa iç. Akmazsa da okşa ayna taşını, mazinin başını okşar gibi. Bırak merhamet çeşme gibi çağlasın yüreğinden. Gürül gürül akan bir çeşme silsin ağzındaki yavan tadı. Sesi bir kılıç gibi insin, şehirlere çöreklenen rehavetin, kasvetin üzerine. Korkularımızdan sığınalım akan suyun sesine. Gönlümüz ferah uyuyalım, akıtın tüm çeşmeleri.

Üstad Sezai Karakoç’un dediği gibi..

“Doğ kendi çeşmenden kendi uygarlığından
Ağacın topraktan
Çiçeğin ağaçtan
Suyun dağdan doğduğu gibi”

Paylaş

Bu Sayının Diğer Yazıları

“Karlı Dağların Başında Salkım Salkım Olan Bulut&#... / Şeref Akbaba
Sanal Gerçeklik, Savaş, Göç, İklim Krizi, Salgınla... / Ay Vakti
Yol / Yolcu / Niyazi Karabulut
Çeşme / Nalan Bülbüler
Çocuklar ve Politikalar / Metin Arpacı
Tümünü Göster