Biz ona ‘Koca Kafa Bayram’ derdik. Zayıf bedeninin üstünde işleyen koca kafasıyla Bayram, en zor problemleri hocamızın daha cümlesini tamamlamasına fırsat bile vermeden çözer, elindeki defteriyle koca kafası aynı hizada, tahtaya koşup az önceki başarısını kimseye kaptırmama hırsıyla- Hoş sınıfta öyle biri de yoktu ya!- bizim kıskanç bakışlarımızın önünden yara almaksızın geçer, benim hiçbir zaman sırrına eremeyeceğim sayıların çapraşık simetrisini hocanın gözüne tutardı.
Hoca, benim kafamdan daha büyük eliyle yakaladığı deftere sınıfın bir köşesinde koca cüssesiyle eğilir ve sonra bir şeyler mırıldanır ama biz onu asla duymazdık. Biz ona her defasında gökdelenlere bakan ilkel bir kabilenin şaşkın üyeleri gibi yaklaşırdık. O, etrafımızda bu ağırlığın bilinçsiz rahatlığıyla dolaşırdı. Sonra bazen hoca, soytarılığı kendine meslek edinmeyi düşünebilecek bir öğrencinin kulağını yakalardı. Yahut da o kocaman ellerinin bir devden hiç beklenmeyecek çevikliğiyle başka bir öğrenciyi iki kulağından tutup kendi katına çekerdi. Son kertede kurtulamayacağını anlayan öğrenci acının keskin refleksiyle hocanın kollarına yapışarak aramızdan ayrılırdı. Bayram, bir yandan problemlere odaklanırken bir yandan da bunları sonrasında bize karşı koz olarak kullanmak üzere torbasına atardı. Çok defa buna şahit olmuştuk.
Bir keresinde yanımızda bir müddet durmuş, kulaklarından yakalanan arkadaşa dönerek konuşmakla susmak arasında muhataplarını bekletmenin ahlaksızlığıyla sırıtarak ona “seçilmiş insan” demişti. Biz, bizim için çoktan geçip gitmiş bu ve bunun gibi bir yığın cezayı unutmanın mutlak cennetinde sohbete dalmışken “seçilmiş insan” lafı da nereden çıkmıştı? Hani aramızda bu sözlerin ucundan tuttuğunda geçmişin hangi kuyularına sarkıp orada bıraktığı hangi yüzüyle karşılaşacağını hatırlayabilecek kadar belleği güçlü birini arasak da bulamazdık ama yine de onun temkinli art niyetinin önümüzden yahut ardımızdan yüzümüzü güldürecek bir şeyler göndermeyeceğini bilirdik. İşte o an Bayram’ı içimizde yuvarlandıkça büyüyen bir çığ gibi önümüze katar, okulun etrafında tur üstüne tur atardık. Bayram topuklarını bahçede gösterdiğinde kovalamaca başlardı.
Çoğu zaman onu yakalamak mümkün olmazdı. Eve giderken kemerinden tutabildiğimi hatırlıyorum yalnızca. Onda da arkasına dönüp beni olağanca gücüyle ittirmesiyle asfalta yapışmam bir oldu. Bu konuda birkaç kişi dışında yalnızdım. Diğer arkadaşlar çıkışta sağa döner biz Bayram’la sola kıvrılırdık. Yan yana geldiğimizi fark ettiği anda adımlarına başka bir telaş eşlik eder, hızlanan soluk alışları adımlarıyla aynı tempoda yola devam ederdi. Bu acıyla günler benim için kurtulamadığım bir karabasana dönerken Bayram’ın önünde zaferin altın tacı gibi kıvrılıyor, her şeyin zıddıyla kaim olması gibi bizim tembelliğimiz onun bembeyaz fonunda her an her şeyi yutmaya hazır bekleyen siyah, simsiyah bir leke gibi hocanın gözünde büyüyordu. Zaman zaman hoca bu siyah lekenin tek tipleştirdiği kalabalığa dönüp olanca hışmıyla kükrüyor, yelesinin acı dalgalarını ensemizde hissettiriyordu. Diğerleri ne yapıyordu? Diğerleri yani haylazlıkta, tembellikte birbirinden farksız olan bizler…
O ara bütün bunların üstüne çok kötü bir olay daha yaşandı. Kendimle ilgili bazı kararlar almamda da sonradan etkili oldu. Hatta o günden sonra uzun bir süre kendimi ve dost bellediğim şerrimi Bayram’dan uzaklaştırmayı başarabildim. Artık eskisi gibi onu kovalamıyor; sözlerine, iğrenç takılmalarına cevap yetiştirmekten imtina ediyordum. Ne olduysa oldu. Hangi şeytan yavrusu onu kolundan tutup karşıma getirdi de yine sırıtan kafasıyla orada sırf daha aşağılayıcı olsun ve dahi herkesin içinde rezil olayım diye o sözleri diline doladı. Dayanamayıp peşine düştüysem de yetişemedim. Sonraki günü beklemek, ucuna değirmen taşı bağlanmış bir ipi çekmekten farksızdı. Kaburgalarıma sığmayan hırsım, akşamı dakikaların arasından koşarak, saatlerin üstünden zıplayarak geçirse de gece beni tuttu. Zaman, önümde simsiyah bir balçık gibi sonsuz bir yola evrildi. Rüya denen imkânlar hazinesinde Bayram’ın gözleri önümde iğrenç bakışlarıyla yuvarlanıyor, ben tam ona vuracakken balçığa batıp çok daha ötelerden bir yerden çıkıyordu. Sonunda aynı rüyayı sabaha kadar defalarca görmenin şiddetiyle olacak ki zihnim bana hiç beklemediğim bir kapı araladı.
Aslında fikir gayet basitti. Son sınıfta okuyan ağabeyime durumu açacak, ondan Bayram’ı kapıda yakalamasını isteyecektim. Nitekim öyle de oldu. Bugün hâlâ ağlamakla gülmek arasında, onun yuvasından koparılmış bir kuş yavrusu gibi çırpınışlarını görürüm. Ağabeyim kalabalığın kasırgasında bir yandan kendi çantasını diğer yandan da Bayram’ı kollarından tutuyor, “Bırak, bıraaak!” sesleri saçlarımın arasında titreşip sokağın öteki ucundan çarpıp bana döndükçe geceleri tek başıma yürümek zorunda kaldığım zamanlardaki gibi ürperiyordum. Neydi bu? Hırs mı, sevinç mi, keder mi, hüzün mü, yoksa şeytanî bir haz mı? Şimdi sorsalar ‘yolda olmak’ derim çünkü her şey yolda yaşanır. Var gücümle koştuğum yolumda hepsi tek tek bazen birkaçı sarmaş dolaş hâlde beni ziyaret ediyordu. Bayram arkasından sökün eden küçük bir orduya rağmen ve onunla birlikte beni geçti. O küçük toz bulutunun içinden kafasını rahatlıkla görebiliyordum. Fazla ilerlememişti ki ayak bileği burkuldu sanırım ya da ayağı taşa takıldı. Bilmiyorum. Bayram dibinden kesilen bir ağaç gibi devrildi ve gözden kayboldu. Arkasından zincirleme şekilde ben ve diğerleri onun üstüne âdeta abandık. Bayram biz kalkıncaya kadar sessiz kaldı. O an korkum o kadar büyüdü ki Bayram’ın birkaç saniyelik sessizliği, sessizliğinden bir ejderha gibi doğup hepimizi kül etse, varlığımıza dair kıyamete kadar hiçbir iz zamana bir yaprak gibi düşmese bu kadar olurdu. Fakat Bayram’ın inlemesi hepimizi kaybolduğumuz yerden İsrafil’in suru gibi çağırınca etraftakiler hızla gelip yetişti. Son bakışım onu sol eli bağrında kireç gibi bembeyaz olmuş yüzüyle kıvranırken yakaladı. Oradan yayılan acı bütün yüzünde kendini gösteriyordu.
Sonraki gün Bayram gelmedi. Her zamanki gibi kendi aramızda güldük eğlendik hatta onun yokluğunu varlıktan bile saymadık. Bir hafta derken bir ay geçti yine gelmedi. Bu süreçte son hâli hep gözlerimin önünde birikti. Küçük Bayramlar birikti gözlerimin torbalarında. Günlerce o hâlini unutamadım. Hiçbir şey yiyemez hâle gelip hastaneye düşünceye kadar bu durum öylece sürdü. Bazen hastanede avucumun içinde görüyordum onu. Kolumdan çenemin altına kadar gelip anlamadığım dilde bir şeyler konuşuyordu. Küçücük cüssesine rağmen ne kadar da ağırdı! Bir öküz gelip bağrıma oturmuştu sanki. Bu ağırlığın altında günden güne ezildim. Dünyayı taşıyan Atlas bile benim kadar yorgun olamazdı. Günler geçiyor o gelmiyordu, daha doğrusu gelemiyordu. Bunun en büyük sebebi olarak da kendimi görüyordum. Nereye gitsem orada herkesin bir an durup ‘İşte o sensin!’ diyeceğinden korkuyordum; fakat hiçbir şey olmadı. Kimse de bir şey demedi. Deseydi belki bu hâlimden çok daha iyi olurdu. Bir sabah hastane yolunda onunla karşılaştık. Yanında annesi vardı. Oğlunun kalbiyle ilgili bir sıkıntısı olduğundan bahsediyordu. Bayram’ın gözlerinin altı iyice çökmüş, dudaklarında böğürtlen yemiş gibi hafif bir koyuluk belirmişti. En az benim kadar yorgun görünüyordu. İki çocuk değildi de iki ihtiyardı orada karşı karşıya duran. Bayram hiçbir şey demedi. Bakışlarından beni suçladığını anlıyor, içten içe neler söylediğini tahmin edebiliyordum. Bayram, bazı filmlerde düşmanına daha çok acı çektirmek için hançeri yaranın içinde iyice kıvıran zalim bir adam gibi gülümsemeye çalışan bakışlarını kalbimin en ücra köşesine kadar saplıyordu. Bu, Bayram’la son karşılaşmamız oldu. Nafile bekleyişlerimize ses veren de çıkmadı. Bayram ayaklarını sonsuza kadar sınıfımızdan, onu kovaladığımız yollardan çekip aldı.