Körlüğün de mi biçimleri olur?
Türlü düşünce ve duyarlıklarla birlikte bütün hayatların görmeye, görselliğe ayarlı dünyasında böyle sormakta haksız sayılmazsınız. Görmenin biçimleri üzerinde duymaya, düşünmeye daha fazla alışık ve yatkınızdır. Duyular, mucizevî işleyişiyle varlığa anlam ve canlılık kazandırır. Görme, anlama, kodlama, kavramsallaştırma, bir anlam dizgesi içine yerleştirme süreçleriyle bu işleyiş, insanda daha bir önemli olur. Önem, anlama ve anlam verme süreçlerimizden bağımsız olmayan varlığımızın hikmeti ile ilgilidir. Bu sayede hem kendimizin hem çevremizin bilincini geliştiririz.
Görme, objeden beynimize yansıyan verilerin alınıp, tanımlanarak kodlanması, sonra çok boyutlu ilişkilerle anlamlandırılması ile devam eden bir bilişim sürecidir. Görmenin anlamı, amaç ve niteliği, bu bilişim süreçlerinin mahiyetine bağlı olmak durumundadır. Yani görme sadece fizyolojik bir hadise değildir. José Saramago daha fazla konu edeceğim ‘Körlük’ adlı meşhur romanında “Görme ile görmeme arasındaki fark çıplak gözle görülemez” derken(1), gözün, bakmanın, görmenin, zihin dünyamızla şekillenip tamamlanan niteliğini öne çıkarır. Görmeyi anlamlı kılan, kodlama veya metafizik algoritmalarımız, başka söyleyişle zihnimizin anlam haritasıdır. Bakmak ve görmek bir duyarlık, ilgi, yoğunlaşma, fark etme yetkinliğidir. Tamamlanan hiçbir görme veya görüntü, görmeyi gerekli kılan hiçbir gerekçe veya sebeple ilgisiz değildir. O nedenle karanlık bakan aydınlık, bulanık bakan berrak, öfkeli bakan sakin, kötü bakan iyi, çirkin bakan güzel, boş bakan dolu göremez. Herkes dışında içindekini görür. Bir muamma olmayan bu hakikatleri, doğamıza uygun olarak sıklıkla yaşayıp dururuz.
Bakmanın ve görmenin tensel zevklerden, tinsel hazlara kadar varlığımızı harekete geçiren veya uyaran değişik katları, katmanları vardır. İnsan sadece gözüyle bakmaz. Demek oluyor ki sadece gözleriyle görmez. Gözleriyle baksa bile kalbiyle, aklıyla, duygusuyla görür. Hatta açlığıyla, yokluğuyla, öfkesiyle, sevgisiyle, ilmiyle görür veya görmez. Hayatı, sevgiyi, nefreti, rahmeti, barışı, insanları, bütün bir varlığı görür veya görmez. Görmek veya görmeye yüklenen anlamıyla bilmek, fark etmek ve anlamak, nesnel, optik açıklamaların fevkinde doğrudan ruhun ve şuurun hakikate uzak düşmek istemeyen donanımıyla ilgilidir.(2) Görmek veya görmemek bir zihin meselesidir. Yine Saramago’nun zikrettiğim romanının devamı niteliğindeki ‘Görmek’ adlı eserindeki “Bazı körlerin sadece gözleri kör değildi, zihinleri de kördü.” şeklindeki tespiti, Kutlu kitabın gözleri görmeyen, kulakları duymayan, kalpleri mühürlenmiş gafilleri, yani gerçek körleri hatırlatır.(K.222)
Bakmak ve görmek, bilindiği kadarıyla Homeros’tan, ‘Homerler Çağı’ndan bu yana insanlığın en kadim, en köklü meselelerinden biri olmuştur.(3) Bakarak ve baktıkça kör olmak, baktıklarımızla kör olmak, bakar kör olmak, gördüğümüzü sanmak. Dahası kör bakmak, tersten yüksek basiretle iç görüyle kalp gözüyle görmek. Görme melekesi varlıkla kurduğumuz irtibatın anlam dünyamızı coşkulu bütünleşme ve içselleştirmeyle genişletip zenginleştirecek ilk ve somut aşamasını oluşturur. Sadece göze ve görmeye dayalı algılar ve bilgilerin edinimi, neredeyse zihni yoracak hiçbir çaba gerektirmeksizin kendiliğinden olur. Bu süreç imgeler, fenomenler katından mücerret his ve düşünce düzeyine yükseldiği ölçüde, anlamın kavramsal ve soyut kurulumu öne çıkar. O aşamada adeta dış dünyadan uzaklaşılır. Gerçeklik dokunulur, görülür mahiyetiyle dış dünyada değil de soyut idealar veya değerler evreni diye tabir edeceğimiz iç âlemimizdedir. Hatta asıl önemli olan bu evrendir ve orada metafizik örgüsü, işleyişiyle var olan anlamla bakar, o anlamla görürsünüz. Bu nokta fark etmenin, duymanın, anlamanın en ince, en önemli tarafıdır.
Kadim dönemlerden bu yana, sığ düşünce ve duyarlıkların zihin sınır ve yapıları, görmeye ve görselliğe dayanır. Evrenin görünen nesne ve malzemeleri inançtan bilime kadar bir çok zihni ve ruhî faaliyetin temel verileri olarak görülmüştür. İnsan ve hakikatin realitesine ne kadar uygun olduğu tartışmalı olarak gerçeklik sadece görünür ve algılanabilir boyutlarıyla sınırlanmıştır. Bu kolaycılığın kendini aşamayan, öteleri merak etmeyen ilgisiz benliklerin işine geldiği de ayrı bir konudur. Etkenlerinden birinin de bu olduğu sebeple insanların çoğu gördüklerine inanmış veya inançlarını imgelerle görünür kılmışlardır. Görmekle tatmin olan ruh ve benlikleri inançla (veya inançsızlıkla) kaynaşarak analitik düşünmeye gerek duymamıştır. Görünene inanan, görünmeyeni inkâr eden pozitivist dönemle birlikte modern insanın varlığı, neredeyse bütünüyle gördükleri ile şekillenir olmuştur. Modern dünya ve toplumu inşa edenler, sığ hatta bayağı duygularla yönlendirilmeye açık geniş kitleleri görüntü seline katarak koşullamışlardır. Koşullama ve koşullanma devam etmektedir. Sırf bu amaçla faaliyet gösteren ve muazzam paralar kazanan sektör ve şirketler vardır. Arzular, istekler, amaçlar, korkular, düşler, düşünceler ve bütün bir benliğimiz, bu enformasyon sektörleri tarafından biçimlendirilmektedir.
Orwell’in görme ve göstermeyle korku ve imajlar yaratarak toplumu gözetim ve denetim altında tutan otoriter rejimi, Saramago’nun ‘Körlük’ adlı eserinde kurtulmanın imkânsız olduğu bir salgınla egemenliğini sürdürür. İnsanlar, dişçi, eczacı, avukat, bilim adamı, taksi şoförü, sanatçı, fahişe.. herkes nedensiz, sebepsiz bir şekilde insanları kör eden bir salgına yakalanırlar. “Görmeyen göz körlüğü gören göze bulaştırıyor.”(K.115) Aynı hikâye üzerinden devam eden ‘Görmek’ romanında “Herkes, bütün şehir, bütün ülke mi kör, Gözleri gören birkaç kişi kalmış bile olsa, onlar da gördüklerini söylemiyor, susuyorlar.”(K.225) deniyor. Susuyor olmaları körlerin, körlük krallığının gazabına uğrama endişesinden dolayıdır elbette. “Şimdi katı, acımasız ve amansız bir körler krallığı var, Neler görmek zorunda kaldığımı bir bilebilseydin, keşke kör olsaydım derdin.”(K.139) Yani? Daha açık nasıl söylenir? İnsanlık görmenin suç olduğu dönemleri sıklıkla yaşamıştır. Belki de görmek tarihte görülmediği kadar günümüzde suç olmaktadır. Gördüklerini söylemeyen, başına iş almamak için söylemekten çekinenler, hakikati haykırma sorumluluğu ile elde etmeleri gereken rahatlığı, bir alt kata inip sürüye katılmanın verdiği güvenlik duygusunda bulmuş veya buluyor olmalıdır.
Kendine has imge ve simge yüklü ifadelerle son derece rahat bir üslup deneyen yazar, her iki kitapta da körlüğü alışılmış biçimleri dışında metaforik ve paradoksal karakterlere dönüştürerek kullanır. Örneğin, kör olanların dünyası sanılanın tersine kararmaz. Tersine körlük, muazzam beyazlıklar, aydınlık ışıltılarla gelir. “Körler, siste kalmış güneşe benzeyen görkemli bir beyazlık içinde hareket ediyorlardı. Körlük onlar için, basit bir karanlık içinde değil, parlak bir ışık içinde yaşamaktı.”(K.97) Yaşadıkları o parlak, o ışıltılı hayatlar, gerçekleri görme imkânı vermedi. Yazar ışıltılı hayatların insanı, daha doğrusu ruhları kör ettiğinin ipuçlarını gizli, açık metaforlarla verirken alttan alta kapitalizm eleştirisi yapar. Romanın elverdiği imkânlarla bir yönüyle köklü bir insan ve medeniyet eleştirisidir yaptığı. Öyle ki Saramago, her iki kitapla mevcut dünyaya ilişkin hayat, insan ve toplum tasavvurlarını tamamen ters çevirirseniz, gerçeğe daha fazla yaklaşmış olacağınızı fısıldar gibidir. “Bu beyaz körlüğün aslında ruhla ilgili bir hastalık olmadığını kim bize söyleyebilir?”(K.93)
Romanda görmeyen insanlar el yordamıyla ve birbirlerine tutunarak, başka yeteneklerini devreye sokarak anlaşmaya, daha da önemlisi hayatta kalmaya çalışırlar. Salgının etkilediği körlerin karantinaya alındıkları tecrit binası veya hapishanesinde cereyan eden olaylar, insan ruhunun düştüğü, düşeceği en sefil seviyenin trajedidir. Bu süreçte bir tek Doktorun Karısı salgına tutulmamış, kör olmamıştır. Buradan çok ilginç ve her biri hakikatin yansıması olan dersler çıkarılabilir: Evvela, demek ki, kimi zaman, hatta çoğu zaman kitleler yanlışa yönelebilir, yönelmektedir. Ve yine hakikat kendini hiçbir zaman çoğunluğa nispet etmemelidir. Hakikat tek başına da kalsa doğru bildiğinden şaşmamalıdır. Doktorun Karısı, egemen düşüncenin koşullandırdığı hayat ve düşünce tarzına direnen aydın, uyanık insanı temsil etmektedir. Onun canla başla insanlara yardım etmesi, bir şekilde içinde yaşadıkları topluma karşı aydın sorumluluğunu ifade ediyor olmalıdır. “Binlerce uyuyanı uyandırmak için bir uyanık yeter” Doktorun Karısı, bütün körlere yardım etmek durumunda olduğu için, işi en zor olandır. Bu kitap, günümüzde sistemli, programlı bir şekilde uygulanan körleştirme politikalarının ve zihinsel körlüğün anlaşılmasına köklü açılar, açılımlar kazandırmaktadır diye düşünüyorum. Ayrıca bu roman, kitlesel, küresel ölçekte benzer bir kurgunun olumsuz etkilerinin ayan beyan belli olduğu Covit-19 sürecinin tecrübeleriyle okunduğunda daha anlaşılır olacaktır. Bu eserde anlatılmak istenenlerin çerçevesi yine Saramago’nun ‘Görmek’ adlı yapıtı ile tamamlanabilir.(4) Körlük ve devamı niteliğinde olan Görme adlı eserinde salgına yakalanmayıp gören başka bir ifadeyle ‘gördüğü için’ salgına yakalanmayan ‘Doktorun Karısı’ yargılanıp cezalandırılır. “Sizin büyük suçunuz hepimiz körken kör kalmamış olmak.”(G.254) diye suçlanır. “Kadın kör olmadığına pişman olacak desek yeridir.”(G.291)
Farklı algı, açı, değer, duyarlık, derinlik, hayat tarzı ile ilgili görme biçimleri vardır. İnsan baktığı yerde olumlu, olumsuz yansımaları ile düşüncesini, isteğini, arzusunu, nefretini, hasretini görür. Her halükârda insan kendini, kendindekini görür, kendi açısından, kendi merceğinden, aynasından, kadrajından görür veya görmek ister. Kendisi gibi, kendisine göre, kendisi kadar görür. Gördüklerimizle var olur, yok oluruz; büyür, küçülürüz. Gördüklerimizi anlarız, gördüklerimizle anlarız, gördüklerimizle oluruz. Birinin gördüğünü başkasının gör(e)memesindeki asıl faktör, farklı ölçülere, hassasiyetlere, ilgilere farklı dünyalara sahip olmalarıdır. Beğenilerimizle, tercihlerimizle, önceliklerimizle başkalarından, başka yaklaşımlardan ayrışırız. Bu anlamda görmek, farklı biçimleri farklı duyarlıkları, yoğunlaşmaları, yönelişleri ifade eder. Saramago görmeyi ‘bilme’ ile örtüştürür. “Bilmeyen kişi, görmeyen biri gibidir.”(G.248) Bu ve benzer ifadelerle körlüğe ve görmeye yüklediği imgesel anlam, mecazî içeriğiyle daha bir belirginlik kazanır. Sanattan bilime, siyasete kadar bütün farklılıklar, görme biçimleri, daha düz söyleyişle duyarlık ve anlama biçimleri ile birebir alakalıdır. Sanatçı gördüğünü, görmek istediklerini yansıtır. Ancak sanatçı, bir derin bakışla, iç bakışla bakar ve görür. Sinemacı, ressam hatta fotoğraf sanatçısı. Ancak asıl kavga burada özellikle görüntü seline kapılıp gittiğimiz, görüntünün gerçeklik tanımlarına dayanak olduğu modern hayat içinde başlamaktadır. Modern hayat körleştirmeye kurgulanmıştır. Üstelik körleştirme, daha çok görme ve görünür kılma adına yapılmaktadır.
Gördüklerimiz, görülmesi gerekenler midir? Yoksa görülmesi gerekenler yani asıl gerçekler bize gösterilenlerin kalın, büyülü perdeleri ile mi gizleniyor? Tam da böyle oluyor. Göstererek gizliyorlar. Gizlemek için gösteriyorlar. Böylece görmeyle murat edilen amaç hasıl olmamaktadır. “Gözlerim görse bile körlüğüm her gün biraz daha artacak.”(K.301) Bir fragmanı gözümüzün içine dayamaları bir gerçeği gözden kaçırma yöntemi olabilmektedir. Göstere göstere yürütüyorlar planlarını. Öyle ki, giderek körlük bir hayat tarzına hayatın kendisine dönüşüyor. Gözleriniz ve bütün duyarlıklarınız açık olsa bile, kör bir hayatı yaşamanın zorluklarını çekiyorsunuz. Çoğu düşünür ve sanatçı için insanlardan önce hayata pusu kurmuş bu hayatın gözlerini açmalıdır. Sanki hayatın kendisi körmüş gibi, ne yöne gideceğini bilmeyen hayatmış gibi.”(K.299) Kitleler görmenin, seyretmenin şehvetine öyle kapılıyorlar ki, hayatın, insanı hiçliğin boşluğuna sürükleyen akışına kapılmayı, o akışta boğulmayı ayrıcalıklı bir zevk bile sayabiliyorlar. Varlık özü kalmaksızın kitlesel akış içinde herkesin kaderini paylaşmak, insana, sürüye dâhil olmanın güvenli rahatlığını veriyor olmalıdır. ‘Elle gelen düğün bayram’ mantığı veya mantıksızlığı ile kitlesel dalgalar halinde gelen trajik sefaletin bireye etkisi, acıları hafifletiyor olmalıdır. Buna mukabil, felaketi görüyor olmanın sorumluluğuyla sıra dışına çıkmak her zaman riskler barındırmıştır.
Gördüğümüz, gördüğümüzü sandığımız her durumda dikkatlerden kaçırılan bir gerçeği anlıyoruz. Açıları, ölçüleri algı düzenimize, düzeneklerimize göre ayarlanmış bir dünya mı kurulmuştur, yoksa önceden hazırlanmış bir dünyanın kodlarına uygun zihni yapılar mı inşa edilmiştir? Bu iki durum da birbirini büyütüp besleyecek programlar olarak planlanmıştır çoğu zaman. Bir şekilde toplumlara egemen olmakla kökleşen siyasal, ekonomik, ideolojik, kültürel, sosyal iktidarlar, kendi arzularına daha doğrusu çıkarlarına hizmet edecek kıvamda akıllar, zihinler üretirler. Değersizliği ile boş, boş benliği ile değersiz kişiler imal etmek, işgal edilen zihinlerde egemenliği kökleştirmenin temel amacıdır. Bu amaca hizmet eden kültür ve sanat endüstrilerinin yaygın, etkin faaliyeti, bilinmeyen bir konu değildir. Yaşadığımız dünya bir yönüyle baştan sona illüzyon sahnesine benzemektedir.
Şu ya da bu şekilde hemen herkes belli oranlarda da olsa gösterildiği kadar görüyor, duyurulduğu kadar işitiyor olmuştur. Rüyalarımıza kadar sızan, hayallerimize kadar sokulan sanal dünyada, adeta gördüklerimizle kör, işittiklerimizle sağır oluyoruz. Gereksiz izlediklerimizden asıl görmemiz gerekenlere, gereksiz dinleyip işittiklerimizden asıl işitmemiz gerekenlere sıra gelmiyor. Daha da vahimi bir süre sonra esas hayatımızdan uzaklaşıp gözden kayboluyor; gereklilerle gereksizler yer değiştiriyor. Bütün kanıksanmış yanlarıyla körleştirmeye kurgulanmış hayatların ustası olup çıkıyoruz.
Çok sistemli olarak maruz kaldığımız görüntü bombardımanı, doğrudan varlığımızı hedef alan çok boyutlu, çok kapsamlı amaçlar içermektedir. Salgın bir hastalığa tutulmuş gibi körleşmekteyiz. Bize gösterilenler körleşmemizi amaçlamaktadır. İnsanlar, özgür irade ve tercih sahibi olmasın, kendileri gibi ve kendilerine göre düşünmesin, şuuraltılarına yerleştirilen mesaj ve telkinlerle seçsin, düşünsün istenmektedir. Algıları, ilgileri, bilgileri biçimlendirilip yönlendirilen insanların tepki göstermemeleri, ses çıkarmamaları, itiraz etmemeleri sağlanmaktadır. Kayıtsız koşulsuz itaati zorunlu kılan bir genel işleyiş egemen kılınmıştır. Çizgi dışına çıkan, aykırı ve farklı düşünen şiddetle cezalandırılmakta, perişan edilmektedir. Ne kadar görüyorsak o kadar kör oluyoruz. Gördüklerimizle aklımız, duygumuz, vicdanımız ve elbette bütün varlığımız biçimleniyor, eş deyişle körleşiyor. Görmenin ağır yükünden, körleşmenin, kör kalmanın, bakar kör olmanın güvenli alanına sığınıyoruz. “Neden kör olduk bilmiyorum, belki bir gün nedenini öğreniriz. Ne düşündüğümü söyleyeyim mi sana? Söyle, Bence biz kör olmadık, biz zaten kördük. Gören körler mi?, Gördüğü halde görmeyen körler.”(K.330)
Tersten bir yol izleyerek veya ters işlemle düşünerek körlüğün farklı biçimlerinin olup olmadığı sorulmalıdır. İnsanın fizyolojik olarak görmüyor oluşu, onu dünyanın nesnel varlığını bir boyutuyla eksik kavramasına yol açabilir. Bu durumda diğer duyularımız o eksikliği kapatarak varlığımıza kendi gelişkinlikleri ile güç katarlar. İşitme, koku ve bunlara bağlı olarak hissetme ve akletme yetenekleri daha fazla gelişebilir. Genellikle de böyle olur. Bu konuda Denis Diderot’un ‘Körler Üzerine Mektup’ kitabına bakılabilir.(5) Ben burada konuyu fazla dağıtmayacağım, ne ki Homeros’un bir kör olması ilginçtir. İlginçliği şurada ki, oluşum çağında bütün eski kadim kültürleri çağının yaşanmışlıkları, tasavvur ve mantığı ile harmanlayıp düzene sokarak lirik anlatımla destanlaştırmak başlı başına bir fenomendir. Adeta görme kudretinin, ışığa bağımlı bir dış göz yerine her şart ve durumda gerçeği gören bir iç bakışa, iç görüye bizim ifademizle kalp gözüne, gönül gözüne bağlı olduğuna işaret edilmek istenmiş olabilir. Yani birçoklarının belki bin yıllar sonra bugün mitoloji diye küçümseyerek andıkları veya anlattıkları gerçekleri insanlara bir kör göstermiştir. Müthiş paradoksal bir metafor. Hayatı, hakikati, dünyayı insanlara bir kör gösteriyor! İnsanlar görmeyi körden öğreniyor. Kör, insana ışığı gösteriyor, görenlerse iştahla karanlığa yöneliyor. Platon’un görünür ve görünmez evren diyalektiği üzerine kurduğu idealar şemasında ifade edildiğinden bu yana, burada aydınlık da karanlık da hakikatin özü ve sırrıyla ilişkili kavramsal karakterini kazanıyor. Homeros’un karanlık dünyasında gerçeklik ışıldıyor. Görenlerin aydınlık dünyası körlüğü çoğaltıyor. Giderek Cemil Meriç ve Borges’in kendileri için söylediklerine uygun olarak körlükle görmek yer değiştiriyor; hakiki anlamlarını yükleniyorlar. Her şey tersine dönüyor: Giderek körler gören oluyor, görenler kör gibi davranıyor. Sanki bir insan ne kadar körse o kadar görüyor; illüzyonun yanıltan etkisiyle büyülenmeyen benlik, kendi içine dönüyor. Orada ruhun ve vicdanın canlı parıltısıyla fark ediyor. Diğeri ise kalıplaşmış, koşullanmış, kurgulanmış hayatın gündelik ritmine katılarak ne kadar fazla görüyorsa o kadar köreliyor. Çünkü varlığının özündeki sevgiye, sevgiyi doğuracak umuda yönelmiyor; olanı olduğu gibi, varlığın hakikatini görmeye yanaşmıyor.
“Körlerin en kötüsü artık görmek istemeyen kördür.” (K. 300) Jonathan Swift de aynı hakikatin acı yanıyla yüzleşmiş olmalıdır: “Kimse görmek istemeyenler kadar kör değildir.”
“Başımıza ne geliyorsa körlük yüzünden geliyor.” (K.105)
“Bizi tam anlamıyla körlük öldürüyor.” (K.298)
“Aslında körlük, umudun tükendiği bir dünyada yaşamaktı.”(K.213)
Ve son bir iktibas:
“İnsanlık gözleri olmadan yaşayacaktır, ama o zaman da insanlık olmaktan çıkacaktır.”(K. S.257)
______________
- José Saramago, Körlük, s.163, çev. Işık Ergüden, Kırmızıkedi yay, 33. bas. İst. 2017. (Bundan böyle ‘Körlük’ kitabı ‘K’ harfi, aynı yazarın ‘Görmek’ adlı romanı ‘G’ kısaltması ile gösterilecektir.)
- Denis Diderot, Körler Üzerine Mektup, s.3-19, çev. Adnan Cemgil, Dumrul Cemgil, İş Bankası yay, İst. 2012.
- Giambatista Vico, Yeni Bilim, çev. Sema Önal, Doğu-Batı yay, Ankara 2007’den: “Gelenek der ki, Homer kördü ve körlüğünden dolayı, İonya lehçesinde kör demek olan ‘Homer’ ismini almıştır. (s.388) “Antik dönemde Homeros gibi kör olup milli şiirler söyleyen, bu yollar geçimini sağlayan gezgin şairler (ozanlar) vardı. (Aynı eser, s.391)
- José Saramago, Görmek, çev. Işık Ergüden, Kırmızıkedi yay, 12. Bas. İst. 2020.
- Denis Diderot, age, s.3-19.