–Dur! Sözünü bırak!
–Anlamadım?
–Sözünü bırak! Yaz şuraya bir iki satırda öyle git.
–Acelem var kardeşim durdurma, öyle hızlı akıyor ki zaman yetişemeyeceğim.
–İşte onun için yaz. Yoksa seni tanıyamayacağız. Buradayken ne hâlde olduğunu, gelmişken ve giderken ne düşündüğünü bilemeyeceğiz.
–Herhangi bir fevkaladelik yok ki ben de. İşte herkes gibi gelmişim, işte herkes gibi gidiyorum. Düşündüklerimse herkes gibi, hep aynı tekrar.
–Yine de sen yaz, bir imza atar gibi.
–Galiba parmak izleri ayırt edilir diyorsun, gene de topraktan mamul hepsi. Çanaklar çömlekler sırasında insanlar.
–O sırada değilsin biliyorsun. Hatta konuşmanla diğer canlılardan ayrıldığını da. Konuşan hayat sahibi, mantıklı konuşan canlıyken…
–Evet evet, şu insan, tanımı için hayvanı-ı natık dedikleri. Hayevan, hayy kökünden geliyor ki, gözle görülen canlı. Natık, nutk kökünden geliyor ki, anlamlı bir biçimde konuşabilen, yani düşünen ve düşüncesini söz aracılığıyla başkalarına anlatabilen.
–Bak ne güzel söyledin, ben de isteğim üzerinden sözlerini tamamlarsam: Atıfta bulunduğun topraktan yaratılan Âdem, bütün mevcudatın isimlerini sayma yönüyle meleklerden üstün. Üstünlük ciheti, lisanıyla ortaya çıkmış. Yine Hz. İsa için “Allah’tan bir kelimedir’’ denilmiş Kur’an’da ki, böylece hem Hz. İsa hem Kelime yüceltilmiş. İşte ben de tam bu yönünü görmek istiyorum, daha kalıcı kültürel bir müktesebat olsun diye, yazı aracılığıyla konuşmanı.
– (Parmağını göstererek) Bu topraktan parmağımla toprağa yazsam…
–Olur.
–Olur mu?
–Biz okuruz seni. Hem kemiğe yazmışlar, ceylan derisine yazmışlar, taş tabletlere yazmışlar vb… Papirüs yeni bulunup pahalı olduğu dönemlerde de alamayanlar çanak çömleklere yazmışlar. Eski Yunan bilginlerinden biri kitap yazmak için evdeki bütün çanak çömlekleri kırmış ve onlara yazmış… Sen de madem toprağı istiyorsun toprağa yaz, geçiririz kâğıda, sen yaz.
–Yazmaya, okumaya zaafın olduğundan ne desem “tamam’’ diyeceksin herhâlde?
–Öyle, belki bu muammayı böyle çözeriz diye.
–Çözdüğün her hesap sonunda çömlek hesabı olur. Hem çözülecek bir şey de yok.
–Niye o zaman herkes bir sırrı seziyor ve o sırrın çözülmesini bekliyor?
–İnsan bir acayip varlık da ondan, olanla yetinemiyor, olduğu kadarını kabullenemiyor ve daha başka şeyler arıyor.
–Acayipliği neden?
–Aklının ve hayalinin sınırlarının kat kat altında kalıyor gücü. İstekleri nerede, gücü kuvveti nerede? Bu onu tuhaf yapıyor, çok tuhaf.
–Sezgisini inkâr mı ediyorsun? Ya doğaya baktıkça hayranlığını, büyülenmesini, onda kaybolup gitmesini ya da kaybolup gitme isteğini?
–Yok, ben de seziyorum ya bir şeyler, ama tuhaflığıma veriyorum. Kendimi böyle bir mesele olmadığına inandırmışım. Bilinçaltımda belki bunun için bir savuma mekanizması bile oluşturmuşumdur. Ama işte senin gibi rahatsızlar rahatımı kaçırıyor.
–Fazla bir şey istemiyorum ki, sözünü bırak diyorum.
–Dediğin şey dediğin kadar az mı, azsa niye istiyorsun?
–Hayır, az olduğu anlamında söylemedim, rahatsız edecek şey değil anlamında, dedim.
–Hep azla yetinirmiş gibi görünen ama gerçekte doymayan senin gibiler yüzünden, hep senin gibiler yüzünden…
–Hep benim gibiler yüzünden olan neymiş?
–Şu kafa karışıklığı, şu ruhun susayışı, şu sezgilerin daha fazla sezilir oluşu.
–Fena mı? Hakikate bir adım daha… hadi, sen de bir söz söyle bir adım daha yaklaşalım.
–Hakikatmiş! İçte burgu burgu bir kuyu, sanki bu derinlik nereye inecek? Tüketecek insanı.
–İnsan her halükârda tükeniyor.
–Ama tükendiğinin bilincinde olması daha ıstırap verici değil mi? Burgulu bir çivinin oya oya dönüşünü ve ilerleyişini duymak… Çekil yolumdan, hayır çekil! Gerçeklik diye yaklaştığın uçurumundur belki de. Belkisi de yok, kesinlikle. Uçurumun kenarında olduğunu görüyorum zaten. Benim sözümle de oradan kurtulacağını hiç sanmam. Hem dedim ya ben herkes gibiyim. Çekil.
–Herkes gibi olduğun için yaz, herkesi tanıyalım.
–Hasta mısın sen kardeşim, benim seninle kaybedecek zamanım yok.
–Hâlâ aynı şeyin endişesini taşıyorsun.
–Ne endişesiymiş o, Sadi Şirazi’nin insan tanımı mı: “Yek katre-i hûnest, sâd hezârân endişe’’ (Bir damla kan ve bin bir endişe.)
–Hayır, ben senin şu an ki endişenden bahsediyorum.
–Neymiş o?
–Zaman. Geldiğinde acelen vardı.
–Gidiyor olduğumdan. Görüyorsun ki (bunu en iyi senin gibiler görebiliyordur) gidiyorum. Hem o endişeyi taşımayan kim var?
–Madem yine genelleyerek söyledin… işte bak gidiyorsun, sözünü bırak öyle git diyorum ben de.
–Sanki de sen kalıyormuşsun gibi.
–Ben de kalmıyorum, biraz daha uzun kalacak bir şey olsun diyorum. Şu zincire bir halka, bir halka daha takalım, gelecekler daha uzun bir zincire tutunsun, daha uzun bir zincire sahip olsun.
–Uçurumdan düşme tehlikesiyle yüz yüzeyken onunla mı uğraşıyorsun?
–Evet evet, düşünce adına, sanat adına bir söz olsun. Hem bak nasıl parlıyorlar değil mi? Gümüş, altın, pırlanta gibi, yıldız, ay ve güneş gibi.
– Sözün parıltısı güneş kadar şiddetle gözlerini alıyor galiba. Diğerleriyse sonra geliyor. Hele madenlerse, aslında onlarla pek ilgilendiğin falan yok. Onları sadece söylediklerini daha da pekiştirmek için sıralıyorsun. Yoksa şimdi başka bir yol kesici de olabilirdin.
–Anlamadım?
–Acıdım sana, bir avuç zamanı yaşayacağına, bir avuç söze hasrederek onu, kendine kıyıyorsun.
–Sözünü bırakacak mısın?
–Gerçekten acınacak hâldesin. Kayıt defterine bakayım, neler var? En başa yaz benim adımı.
–A harfiyle mi başlıyor adın, bu bir alfabetik sıralama da.
–Hem bu kadar beni meşgul et hem de alfabetik sıralamaya kurban et.
–Ama o şekilde sen sırayı bozarsın, hem şimdiye kadar herkes gibi olduğunu iddia edip durdun, sırayı bozarsan herkesin olduğu sıradan da çıkarsın.
–Çıkarsam ne olur?
–Arayanlar seni olduğun yerde bulamaz.
–Neyse kardeşim neyse, senin gibi bir söz kalabalığında kaybolanla kaybolamam, tamam, istediğin yere koy.
–Anlaştık, ama henüz bir şey söylemedin.
–Bir şey bulduğumda söylerim, benden aforizma falan beklemiyorsun herhâlde?
–Hayır, ne söylersen o.
–Bu alttan alışını, bu alçakgönüllülüğünü, bu güya tok gözlülüğünü anlayabiliyorum senin, beni yola sokana kadar değil mi? Sonra, “Çölde sayısız kum taneleri içindeki bir kum tanesi gibi sözünü kim fark eder, bari çöle bir çiçek ek’’ diyeceksin. “Ta ki zincirde bu halka ben buradayım, diyebilsin.’’ Çölde çiçek! Güzel güzel! Uzayan, genişleyen kum sahrası ortasında bir çiçek! Gözümün önüne getiriyorum da harikulade güzel. Oldu olacak bir gül bahçesi olayım. Ne renk istersin, kırmızı, beyaz, sarı, pembe… Barış Manço Gül Pembe’yi söylesin bana bakıp, Şeyh Sadi Gülistan diye kitabına isim yapsın beni, Nazmi Ziya Güran Beyaz Güller’i resmetsin. Fakat sen, sen dalga mı geçiyorsun benimle?
–Rica ederim, asla böyle bir şey aklımdan geçmedi.
–Aklından geçmiş ya da geçmemiş ne fark eder, imkânsızı istemen aynı kapıya çıkmıyor mu?
–Ben imkânsızı falan istemedim, ne çöl dedim, ne çiçek, hele gül ve gül bahçesi falan hiç, bunları diyen sendin. Ama bülbülü unuttun.
–Bülbül nereden çıktı?
–Genellikle pek çok yerde beraber geçerler ya, ondan da ne zaman söz açacaksın diye bekliyorum. Hele divan şiirinde, âşık ve maşuku ifade etmek için çok kullanılmış ve artık klasikleşmiş bu iki sembolü –bülbül kavuşamasa da- ayırmak olmaz. Bak, mesela benim aklıma hemen -şiirlerinde güle çokça yer verdiğinden olmalı- Bâki geliyor:
“Hâr-ı gamda andelib eyler figân u zârlar
Goncalarla salınur sahn-ı çemende hârlar’’
(Bülbül [âşık] gam dikeninde ağlayıp inlemektedir, Dikenler [rakip] ise çimenlikte goncalarla [sevgiliyle] salınıp durmaktadır.) Sonra Nâili geliyor:
“Gül hâra düştü sîne-figâr oldu andelîb
Bir hâra baktı, bir güle zâr oldu andelîb’’
(Gül dikene düştü, bülbülün göğsü yaralandı. Bir dikene, bir güle baktı ve ağladı.)
–Niye açıkladın?
–Bilmem, belki de bu kelimelerin bazılarıyla aramız eski kültür diyecek kadar epeyce açılmış olduğundan… açıkladım ki kolay anlayasın, af edersin, yani ben daha iyi anlayayım, yani zihnimde manasını iyice vurgulayayım diye. Sen de aklına gelen bir beyti söylesene… Aaa!
–Ne oldu?
–Biz ne zaman senli benli olduk böyle hiç hatırlamıyorum?
–Demek hatırlamıyorsun? Pek tabii, pek tabii hatırlayamazsın. İsteğini nezaketle, ricayla elde etmek gibi az dolambaçlı ve sonucu belirsiz bir yol yerine, ama efendice bir yol yerine, onu nasıl olursa olsun elde etmek için emir gibi bir kesinliği seçtiğinden olabilir mi? İster istemez devamı da böyle gelecekti.
–Pardon, böyle olsun istemezdim ama olmuş bir kere.
–Evet, olan olmuş artık olduğu gibi…
–devam edelim öyleyse, söyleyecek misin?
–Hayır.
–Bana kızgın olduğun için söylemek istemediğini biliyorum. Neyse… bülbülü ben kattım evet (say ki geleneği devam ettirdim) ama kesinlikle iyi hatırlıyorum ki gülü çiçeği sen kattın.
–İnsanın azla yetinemeyeceğini söylemiştim sana, beni bu yola sokmayacaktın. Gerçi girmiş falan değilim, ama girersem bir ayrıcalığım olmalı. Yok yok, uçurumun kenarında ayrıcalık da neymiş, giderken kalmak da neymiş, düşerken tutunamadığım zincire eklenmek de neymiş? Gerçekten bu zincire eklenmek ne işime yarar?
–Pek bir işine yaramaz.
–Yaramaz ve tehlikeli işlerle uğraşıyorsun demek ki… üstelik de yol kesiyorsun.
–Ben yol kesici değilim.
–Yazık sana. Bir de göz göre göre inkâr ediyorsun, yolumu kesen sen değil misin?
–Sadece bir söz için.
–Ne olursa olsun, kestin mi, kesmedin mi?
–Şey, yani…
–Kestin mi, kesmedin mi?
–Kesmişim galiba.
–Bak bak, hem de haberin yokmuş gibi davranıyorsun.
–Haberim yoktu, sen diyinceye dek gerçekten yoktu.
–Anlaşılan seni suçlu sayan, cezanı kesen olmamış şimdiye kadar, iyi kamufle etmişsin kendini. Ama şimdi benim tarafımdan suçüstü yakalandın, hadi kendin de itiraf et bir zahmet.
–Bunun suç olduğunu bile ilk kez senden duydum. İnan bana kardeşim, gerçekte bu suç değil, bunu böyle isimlendiren sensin. Hadi istersen şimdi sözünü bırak da git, hem acelen vardı.
–Cesarete ve yüzsüzlüğe (pardon) bak, hem suçlu olmadığını söylüyor hem de soygunculuğuna devam ediyorsun. Amacın yöntemini haklı çıkarmaz, suçlusun.
–Bu suçsa, suçluyum elbet. Ama biraz sakinleşsen, çok değil az önce ne güzel anlaşıyorduk. Hem sanki de aynı dilden konuşuyoruz. Bir aynılık var bizde, aynı düşünceler ve aynı duygular etrafında birlikte gezebiliriz gibi.
–Hayır hayır, aklıma gelince yöntemin canımı sıkıyor. Bu yüzden benden istediğini alabileceğini sanıyorsan yanılıyorsun. Zaten uçurumun kenarındasın, bir itersem bunlar burada ettiğin son sözlerin olur.
–Lafı fazla uzattın, hadi şimdi sözünü bırak ve çek git.
–İterim dedim, duymadın mı? Hayatını hiçe mi sayıyorsun? Yoksa ödev olarak mı görüyorsun bunu, öyle bile olsa, alelade de üstünkörü de yapabilir ve yine görevini görmüş olursun. Mesela bana söylemiş fakat yanıt alamamış olduğundan benden sonrakilere geçmiş olursun. Hı, ne dersin, duymuyor musun beni? Pekâlâ pekâlâ duyma sen, hayatın pahasına ödevini ödeyip, görevini yapmakta ısrar et. O zaman bende seni itmekte… Hayır hayır, o zaman ben neden iteyim ki, ceza suça uygun olmalı. Dur şu bir satırı yazayım:
“Uçurumun kenarından yıldızlı gökyüzüne bakıp iki uçurum (gökle yer uçurumu) arasında kalanlar için, aynı anda ziyadesiyle mutluluk ve ziyadesiyle acı vardır.’’
Hadi şimdi uçurumundan gökyüzüne bak kardeşim. Hadi bak. Ne güzel, ne muhteşem bir sonsuzluk değil mi? Bir aklın ve bir kalbin alamayacağı kadar, ruhun kendini bırakacağı kadar. Hadi bak. (Nasıl olsa az sonra başın dönecek ben itmeden düşeceksin.)
–Düştün mü, hey, düştün mü?
…
–Sende de Yunus’un dediği gibi “Ha demeden hayran olur’’ bir gönül varmış. Ne vardı hemencecik düşecek?
Eğilsem, aşağısı söz dolu galiba. Şu işe bak, giderken de başıma iş açarak gitti. Söz zincirinin ucu da elimde kaldı. Bari şu sözüme başka bir söz de ben ekleteyim söz yitmesin. Ah işte yeni biri.
–Dur, kimsin sen. Sözünü bırak.
–Sözüm yok tekrardan başka.
–Ne demekmiş o?
–Bu demek işte, tekrardan başka sözüm yok.
–Zaten gereğinden fazla uğraşmışım, bir de sen uğraştırma beni, doğru dürüst anlat şunu. Ne demekmiş yok?
–Bu demek işte, tekrardan başka sözüm yok.
–Yavaş yavaş çıldırtacaksın beni… ne demek dedim, ne demek?
–Bu demek işte, tekrardan başka sözüm yok.
–Sakın bir daha aynı şeyi söyleme. Al kalemi bu tekrarın nedenini yaz.
–Bu demek işte, hâlimin bana ezberlettiği bu misal işte… Maksim Gorki’nin Tolstoy’dan naklettiği misal gibi işte.
–İyi, yaz şu Tolstoy’un misalini de anlayalım.
–Bu misal işte, Tolstoy demiş: “Atzur oymağının başına gelenler bizim de başımıza gelecek bu gidişle. Bir bilgine şöyle bir haber gelmişti bu oymakla ilgili: ‘Bütün Atzurlar ölüp gitmiş, ama burada bir papağan var, dillerinden birkaç sözcüğü biliyor!’’
–Bu ne demek kardeşim şimdi, bu ne demek?
–Ben o papağanım benim oymağım diliyle beraber ölmüştür, demek.
–Git, çık git hemen, seni tarih silmiş bu ipi senin eline veremem. Sen bu misalle ibretlik kal.
Ah, nasıl korkuyorum şimdi. Söz zincirini geçmişiyle geleceğiyle elimde sımsıkı tutuyorum. Herhangi birine bu zinciri artık gözü kapalı emanet edemeyeceğim. İşte yeni biri daha.
–Dur, kimsin sen? Gerçekten kimsin sen, konuş bakayım. Düşünebiliyor musun, düşündüğünü dilinle ifade edebiliyor musun? Papağan olmadığını kurduğun anlamlı, tekrara düşmeyen zengin Türkçenden anlayacağım. Konuş. Konuş!
Bu Sayının Diğer Yazıları
“Karlı Dağların Başında Salkım Salkım Olan Bulut... / Şeref AkbabaSanal Gerçeklik, Savaş, Göç, İklim Krizi, Salgınla... / Ay Vakti
Yol / Yolcu / Niyazi Karabulut
Çeşme / Nalan Bülbüler
Çocuklar ve Politikalar / Metin Arpacı
Tümünü Göster
Gün Aşırı
- İlk Adım
25 Nis 2018
Allah’ın adıyla Şairin anlamlı beytiyle giriş yapmak istiyoruz: “Erişir menzili Devamını Oku…
Cuma Akşamı
- Bana Sevdamı Geri Ver
25 Nis 2018
Kim, neyi kaybettiyse onu arıyor. Kıymet arz eden ve kendi Devamını Oku…