Çırak

O sabah yine erkenden gelmiş, dükkânı açmıştı. İlk işi sobayı yakmaktı. Bir poşet kömürün üstüne bir iki kalın meşe odunu, onun üstüne de ince çıralar yerleştirdi. Kağıtla tutuştururken az kalsın eli yanacaktı. Çırak dalgındı ve keyifsizdi. Kırmızı deri koltukları düzeltti, tezgâhın üstünün tozunu, aynaların lekesini sildi. Tarakları, jiletleri, tıraş bıçaklarını kontrol edip yerlerine yerleştirdi. Kolonya şişelerini pencere kenarında duran koltuğun karşısındaki aynanın önüne; kremler ve losyonları da tezgâhın diğer ucundaki çekmecenin üstüne koydu. İçerisi hemencecik ısınıvermişti. Sobanın alt ve üst kapaklarını kapattı, harlı ateş uyumaya koyuldu. Yıkanan havluları katlarken usta içeri girdi.

-Hoş geldin usta.

-Hoş bulduk. Geldi mi o yine?

-Yok usta.

-Gelirse ne diyeceğini biliyorsun.

-Evet usta.

 Birer çorba söyleyip siftahı beklemeye koyuldular. Ustanın da tadı yoktu. Çorbalarını içerken camlı demir kapı dışardan açıldı. Dükkân komşusu Terzi Remzi selam verip içeri girdi.

-Afiyet olsun.

-Gel beraber olsun.

-Yok… Yok da…

-Yok da ne?

-Seninki dün, bir takım elbise siparişi verdi. “Baharda oğlanın düğünü var” diyor.

-Güle güle giysin. Daha fazla konuşmadılar. Soba küçük dükkânı iyice ısıtmıştı. Gelenler böyle sıcacık yerden saçı sakalı kesildikten sonra da gitmek istemez, hatta kimisi lafı uzattıkça uzatırdı. Müşteriler genellikle o muhitten, çarşı esnafındandı. Orta yaşlı insanlar gelir, kâh birkaç memleket meselesi çözer; kâh havaların soğuk gittiğinden yakınırdı.  Berber “sıhhatler olsun” dedikten sonra, çırak kolonya döker, müşterinin ceketini tutar, hürmetle yolcu ederdi. Çırak yine bir müşterinin ceketini tutup onu uğurladı ve bahşişini cebine attı. Usta “Yine bekleriz” deyip elini kapıya atacakken kapı, dışardan bir hışımla açıldı. Çıkan müşterinin fal taşı gibi açılan gözlerini hiçbiri fark etmedi.  Dükkân birdenbire buz kesildi. İçeri hiddetle giren adam işaret parmağını berberin gözüne sokacakmış gibi sallayarak:

-Bana bak, bu çırak yarından itibaren bana geliyor.

-Sebep?

-Sebep yok; o benim kardeşimin oğlu.

-Benim de abimin oğlu.

-Ben senin kaç yaş büyüğünüm, söz dinlemez misin sen?

-Abi, var git işine, el âleme rezil olmayalım.

-Olduk zaten sayende.

-Tamam uzatmayalım işte. Dükkânı sana bıraktım çıktım; müşterilerin de dükkânın da mübarek olsun. Şimdi rahat bırak da eve ekmek götürelim.

         Bu kavga haftalar öncesinden başlamıştı, hemen biteceğe de benzemiyordu. “Çırak senindi, benimdi…” davası, asıl sebepler hiç konuşulmadan, kavganın tek sebebiymiş gibi uzadıkça uzadı. İkisi de biliyordu ki isteseler başka çırak bulabilirlerdi. Üstelik ondan başka yeğenleri de vardı, çağırsalar elbette gelen olurdu çıraklığa. Ama iş inada binince ikisi de vazgeçmedi. Aynı dükkânda beraber çalışırken, çırak iki amcasının da bir dediğini iki etmemişti, saygıda kusursuzdu. Kısaya yakın boyu ve atik hareketleriyle ustalarının emrindeydi. Küçük ela gözleri ışıl ışıl, yüzü hep güleçti. Babası en baştan tembihlemişti: “Amcaların ne derse o, sakın bana bana laf getirme.” O da hürmeti ve çalışkanlığıyla kendisini sevdirmiş ve ufak da olsa evin geçimine katkı sağlamıştı. Bir süre önce çıkan kavgada küçük amcası kendisini alıp dükkândan çıkınca ne yapacağını şaşırmıştı.  Baba bir kardeş olsalar da amcaları ortaklığı yürütememişlerdi ve bir zaman sonra dükkân ikisine dar gelmişti. Önceleri önemsemedikleri şeyler zamanla birer problem olup karşılarına dikilmişti. Kendisi de arada kalmıştı ve ikisini de kırmak istemiyordu, ancak ikisine de kızgındı. Büyütüp uzattıkları meseleler iki kardeşin arasını açmaya değecek şeyler miydi? Düşünüp tartıyordu ha bire. Kendisine laf düşmezdi elbette ama giderek içleniyor ve öfkeleniyordu. Üstelik iki amcasının çocukları da kendisine iyi davranmıyordu. Oysa onlar birlikte büyüdükleri en iyi arkadaşlarıydı. Şimdi karşılaştıklarında kinli gözlerle bakıyor ve onunla konuşmuyorlardı. Büyüklerin uzayıp giden kavgası aile içinde dalgalanırken, çırak için işler iyi gitmiyordu. Günden güne içine kapandı. O hep gülen ela gözlerini artık yerden kaldırmıyor, çocuksu şakalarını kimseye yapmıyordu. Her sabah dükkânı açarken biraz daha mutsuz, her akşam eve giderken biraz daha karamsar oluyor, amcalarının kendi üzerinden sürdürdükleri bu kavgaya bir anlam veremiyordu. Günlerce ustalarını kâh yargıladı kâh savundu kendi içinde. Ne ki birini diğerine göre daha haklı bulmadı. Babası da kendisi gibi arada kalmıştı. Ne büyük abisine “Büyüklük sende kalsın.” diyebiliyor ne de küçük kardeşine çıkışıp nasihat edebiliyordu.

Belki de ilk hatayı yıllar önce dükkânı ortaklaşa açmakla yapmışlardı. Gelen müşteriyi paylaşamayacaklarını, dükkân giderlerinin ve hesap işlerinin kocaman bir soruna dönüşeceğini düşünememişler ve iki kardeşe ekmek kapısı olan bu dükkânın zamanla kavga meydanı olabileceğini tahmin edememişlerdi. En sonunda olan olmuş, küçük kardeş ceketini ve çırağı alıp dükkândan çıkmıştı. Kendisine yeni bir ekmek kapısı arayıp bulması ve borç harç ederek bir düzen kurması çok sürmedi. Soğuk kışı soba başında müşteri bekleyip abisiyle girdiği tartışmaları düşünerek geçirdi.

O senenin ilkbaharı Çarşı Mahallesi’ne sümbül kokularıyla geldiğinde, berberle çırağı dükkânı bir güzel temizlemiş, sobayı kaldırmışlardı. Bu arada dükkân komşusu terzi Remzi ile dostlukları bir hayli ilerlemişti. Bir ikindi vaktiydi, berber karşı dükkâna seslendi:

-Usta, buyur yemek yiyelim. Birlikte koyu bir sohbet eşliğinde yemeklerini yerken söz döndü dolaştı, yakında yapılacak düğüne geldi. Terzi Remzi Usta iki kardeşin arasını düzeltme çabasındaydı.

– Kasım Usta daha fazla sürdürmenin anlamı yok. Öp abinin elini, barışın gitsin. Bak yeğeninin mutlu günü geliyor, yanında ol, dedi.  Bu sözleri berber sessizce, başı önde dinledi.

       Çırak, dallarına akşam konmuş salkım akasyaların altında oturup uzun uzun düşünmeyi ve küçük ela gözlerini etraftan kaçırıp dalıp gitmeyi âdet edinmişti.  Sanki her an köşeden büyük amcası çıkıp ona hesap soracak, o da cevap verirken terler içinde kalacakmış gibi oluyordu. Vefasızlık etmiş sayıyordu kendisini. Belki de onunla kalmalıydı. Ne de olsa yıllardır ekmeğini yemişti. Düşündükçe aklı karışıyor, -mecburen de olsa – geldiğine pişman oluyordu. Ama küçük amcasının da az emeği yoktu üstünde. Bir şeyler öğrensin diye çırpındığını, çabaladığını unutamazdı. Üstelik kurulu düzeni bırakıp yeni bir dükkân açmışken ve kendisine ihtiyacı olduğu bir zamanda onu yüz üstü bırakması hiç doğru doğru olmazdı.

 Bir yanı “Buraya gelmen doğruydu. Nasıl olsa büyük amcanın yanında oğlu var, maşallah eli ayağı gibi hem de.” derken bir yanı başka şeyler söylüyordu. Ama burada kendisine daha çok ihtiyaç olduğunu biliyordu. Derin derin düşünmeleri ve uzun uzun susmaları günlerce sürdü. Beraber dertleşeceği, içini dökeceği bir arkadaş aradı durdu.

         Kiraz ağaçları çiçeklerini dökmeye başlamış, iğdeler yapraklanmıştı. Postacı güzel mi güzel bir bahar gününde, İstanbul’ dan aynı isimle postalanmış iki mektup getirdi Çarşı Mahallesine. İki eski ortak ayrı ayrı dükkanlarda ve gözlükleri burunlarının üstünde, aynı şeyleri okuyordu:

“Sevgili Amcalarım;

Üzerimdeki hakkınızı ödeyemem. Aranızdaki kavganın sebebi olmak istemezdim. Benden daha iyi birer çırak bulacağınızdan eminim. Ben burada bir iş buldum ve çalışmaya başladım. Şimdilik geceleri dükkânda yatıyorum ama olsun, şikayetçi değilim. Hakkınızı helal edin.”

Biraz sonra bir elinde oğlunun düğün davetiyesi, bir elinde İstanbul’dan gelen mektupla büyük abi camlı demir kapıdan içeri girdi.

-Buyur abi hoş geldin, derken kızarmış gözleri ve katlayıp koynuna koyduğu mektupla ayağa kalktı kardeşi.

-Ayıp ettik be birader… Büyükten hata, küçükten af…

-Estağfurullah abi, düğün ne zaman?

Paylaş

Bu Sayının Diğer Yazıları

“Karlı Dağların Başında Salkım Salkım Olan Bulut&#... / Şeref Akbaba
Sanal Gerçeklik, Savaş, Göç, İklim Krizi, Salgınla... / Ay Vakti
Yol / Yolcu / Niyazi Karabulut
Çeşme / Nalan Bülbüler
Çocuklar ve Politikalar / Metin Arpacı
Tümünü Göster