Zülkarneyn

İki dağın arasındaydı yol dediğin… İki set, iki deniz, iki kıta, bulutlarla çevrilmiş yeni bir dünya… Dağın bir yanı ölüm, öbür yanı yaşam… Üzerlerinden zaman bir kuş gibi kayıp geçerdi usulca. İşte bu yüzden yaşam, ölüm ve zaman ne güzel kardeşti. Bir dalda üç elma…
İnsanlar bir sırrı keşfeder gibi çıktı yola. Baş açık, yalın ayak… Oysa sır falan yoktu, ayan beyan ortadaydı her şey. Göremediler zamanın ince ince düştüğünü toprağa. Su gibi, yaprak gibi, kan gibi düştü zaman.
Gel zaman git zaman tükettiler zamanı, varlığından bî-haber yaşarken. Gerçi biliyorlardı güneş doğar ve batardı. Şimşek çakar ve susardı. Önce kar yağar sonra çiçek açardı. Biliyorlardı… Bilmek ve bulmak aynı mıydı? Ölmek ve olmak aynı mı?
Zamanı tüketen insanoğlu iki dağ arasında sıkışıp kaldı. “Bu günleri göreceğimize ah keşke toprak olsaydık.” diyenler oldu. Zamansız ve mekânsız kalınca yaşamın da ölümün de ayrılığın da tadı kalmadı. Güneş kara bir deliğin tam da ağzındaydı. Kara katran bir gecenin içine düştüler. Üstelik karanlıkta yollarını yitirince azgın bir kavmin korkusundan pusuda beklediler hayatı.
Günlerden bir gün iki dağın önünde kılıcına zamanın çiftini takmış yaşlı bir bilge gördüler. Sebeplerden bir taht yapılmıştı yaşlı bilgeye. O ki, zamanı tutup avuçlarından kaldırır, nereye dilerse oraya yol alırdı. Güneş kara bir gözeye süzülürken yahut doğarken gecesi olmayan bir güne yaşlı bilge oradaydı. Yaşlı bilge iyiydi, cömertti; yardımı sever, karşılığında da hiçbir şey ummazdı.
Zamanı yitiren insanlar vardılar yaşlı bilgenin huzuruna:
“Ey bilge, sen değil misin güneşin hiç batmadığı diyarları dolaşan? Sen değil misin görünmez setlerle düşmanları durduran? Biz zamanı yitirdik; çocuklar büyümez oldu, güneş doğmaz, yağmur yağmaz… Üstelik azgın bir kavim tam da ensemizde… Bir yol göster bize, bir umut ol. Ne dilersen veririz.”
Yaşlı bilge şöyle cevap verdi:
“Rabbimin beni içinde bulundurduğu nimet ve kudret sizinkinden üstündür. Sizden bir şey beklemem. Varın gidin sizden istediklerimi bulun, yardım edeyim size.”
Yaşlı bilge bir bir anlattı istediklerini:
“Şu dünyanın en yüce dağının tepesinde daha gözlerini yeni açmış bir bebek var, evvel gidin onu bulun. Sonra dağdan aşağıya çevirin adımlarınızı. Sırtını dağlara vermiş var gücüyle koşan küçük çocuğu, az sonrasında o dağların içine serpilmiş yemyeşil ovalarda kara kısrağıyla şaha kalkmış delikanlıyı bulun. O genç, güneşin tam zuhur vakti gibi aydınlatır sizi. Dağdan aşağı yürümeye devam edin ta ki sararıp olgunlaşmış başaklara hiç durup dinlenmeden orak sallayan yiğidi buluncaya dek. Dağın eteklerine varırken eski bir değirmen çıkacak karşınıza; değirmenin önünde saçı başı bembeyaz unlara bulanmış yaşlı bir adam… Onların hepsini toplayın getirin bana.”
İnsanlar itiraz etti:
İyi de” dediler. “Zaman akıp gitmezken biz nasıl koyulalım yollara? Nasıl günle geceyi ayıralım?
Yaşlı bilge, kendisine verilen sebeplerden üfledi onların sırtına. Sonra insanlar bir yol bulup koyuldular aramaya.


Önce bebeği buldular daha yeni doğmuş, gözlerini zar zor açmakta; bebeği güzelce sardılar ki o, misk ü amber kokmakta. Sonra sırtını dağlara vermiş dolu dizgin koşan küçük bir çocuk buldular. Çocuk öyle cıvıl cıvıldı ki hepsi mutlu oldular. Tam da çocuğu yanlarına almış dağdan aşağı yürürken bir kısrağın ayak sesleri geldi üzerlerine. Sesler gümbür gümbürdü yalnız kulaklarına değil, değdi gönüllerine. Vardılar atın yanına ki at şaha kalkmıştı; üzerinde kara saçları rüzgâra karışan güçlü bir delikanlı. Olmasaydı yaşlı bilgenin nefesi, dört nala koşan atı neredeyse kaçıracaklardı. Yürüdüler, yürüdüler dolgun sarı başaklı bir tarlanın önünde durdular. Yaşlı bilgenin anlattığı yiğidi buldular. Teni buğday rengi, saçı başı karaydı. Güçlü kollarıyla ha bire orak sallardı. Başaklar dağ gibi yığılmıştı yiğidin önünde, adam öyle mesuttu ki bütün dertlerden azade. Güç bela adamı razı ettiler yanlarında gelmeye, şimdi tez zamanda varmalıydı değirmene. Değirmen dertli bir dolap gibi usul usul dönmekte, bembeyaz olmuş unlar çuvala dökülmekte. Çuvalın yanında ak sakallı değirmenci; beli bükülmüş, avurtları çökmüş, çıkmış kemikleri. Değirmenciye seslendiler: “Hadi ihtiyar takip et bizi.” Adam şaşırdı birden: “Aaa öyle mi, ne çabuk geldi gitme vakti?” İnsanlar tam dağı bitirip eteğine vardılar bir de baktılar ki yine başladıkları aynı noktadalar. Hiç kimse anlamadı bu ne iştir. Yaşlı bilge, bunları göstermekle neyi murat etmiştir? ‘Ne yani’ dediler bütün çabamız boşa mı gitti? Buraya kadarmış demek ki, her şey bitti.
Tam kaçıp gideceklerken gökten açıldı bir merdiven. İçlerinden en cesuru çıktı merdiveni aniden. Sonra diğerleri korka korka çıktılar yukarı, bulutların arasında her taraf bembeyazdı. Az daha çıkıp iyice yukarıdan baktılar Dünya’ya, o zaman şaştılar bu nasıl bir manzara. Yol kısaldıkça kısaldı, çizgi daraldıkça daraldı. Öyle ki, her şey küçücük bir nokta kaldı. Dağın üzerinde gördükleri hep aynı insandı; bebeklikten yaşlılığa ne kısacık bir andı. Hepsinden bir tutam nefes alıp çıktılar yola, hayretle vardılar yaşlı bilgenin huzuruna.


Yaşlı bilge iki dağın arasında durmuş yolcularını bekliyordu. “Haydi!” dedi. “Yardım edin bana.” “Yığalım şu demirleri üst üste.” Sonra demiri körükledi, üstüne kızgın katran döktü. Ateş büyüdükçe büyüdü, sis çözüldü, gün aydınlandı; zamanın kilidi kırılıp bir su gibi usulca akmaya başladı. O azgın kavim yok mu, sis bulutunun ardında kaldı. İşte o zaman küçük bir çocuk kalabalığın arasından sıyrıldı.
“Ey bilge, bildim seni Zülkarneyn’sin sen.
İki dağın arasındaki yollar uzayıp kıvrıldı da bütün dünyayı dolaştı. İnsanlar yine yeryüzüne dağıldı; ölümü, yaşamı ve zamanı kardeş kılmak için. Güneşin doğuşuna ve batışına şahit olmak ne büyük bahtiyarlıktı. Zaman öyle kıymetliydi ki onu yumuşacık pamuklara sardılar. Lakin çok sürmedi insanın hayret makamı. Her şey tez zamanda yine sıradanlaştı. Güneşe gözlerini kapadılar. Yıldızlara, aya, kuşlara, dağlara… Gökte ve yerde ne varsa hayret makamında hepsine gözlerini kapadılar. İki dağın arasında gidecekleri yollarını kendileri seçtiler. Yokuş çıktılar, yokuş indiler; koştular, düştüler; yine yollara küstüler.
Bilemediler yola çıkanla yolu biten aynı… Pusuya yatanla pusuya düşen aynı… Yaşayanla ölen aynı… Zaman iki dağın arasındaki kızgın bir demir…
Bilemediler…
Güneş, karanlığı kanata kanata battı ufuktan. İnsanlar, hiçbir şey olmamış gibi çekildiler uykularına, yarın için yapılacak ne çok iş vardı.
Güneşin sabaha doğ(a)mayacağını bilemediler.

Paylaş

Bu Sayının Diğer Yazıları

“Karlı Dağların Başında Salkım Salkım Olan Bulut&#... / Şeref Akbaba
Sanal Gerçeklik, Savaş, Göç, İklim Krizi, Salgınla... / Ay Vakti
Yol / Yolcu / Niyazi Karabulut
Çeşme / Nalan Bülbüler
Çocuklar ve Politikalar / Metin Arpacı
Tümünü Göster