Bu meydanda, kırık aynalar söylerken isminizi Efendim
Tarih donar,
Tertemiz bir Türkçeyle sınanır camilerin çay ocakları…
Üstelik kederli türküler gibi minarelerden yükselen
Eviç ezan Borges’i bile titretir.
Alacalı yeleleri rüzgâra karışır dua okurken
Gözü cevşenli cumbalı annelerin.
Efendim, güzel bir şefaat çıtırtısı sokak lambalarına takılıp düşen
Korkak adımlarımızdaki eve koşma coşkusu…
Koynumuzda kadîm bir sevgiyi büyüttük,
Bu yüzden az gelişti dilimiz.
Sonra yüzümüz, düşer gibi
Ayrılmak isterken akşamın dar vakitlerinde sevgiliden…
Bakıyorum Efendim, çığlık çığlığa bu nefes
İzinizi arıyor milyon defa değişmiş kaldırımlarda.
Ah! Bu bizim zavallı aymazlığımız…
Kudurgan, hırslı yanlarımız ne çok bekliyor sevilmeyi,
Ama yok…
Kaç kulaç attıysak bulamadık anahtarı şaşkın denizde.
Mesela, cenneti istemek
Bir AVM’de dükkân açmak gibi.
Belki bir mahalle tatlıcısı…
-Hem nasıl heyecan bilseniz Efendim!-
Kubbeleri zangır zangır titreten bu ses, bu hıçkırık,
Bu bilemedim neyin yankısı.
İnsan neden sığınır hep bir duaya?
Bu Müslüman taşlar,
Eprimiş halılar ve uyuyan kalbimizle
Darısı tükenmiş ambarın kapısındayız Efendim.
Affediniz,
Öğretmedi hep bir şeyler öğretmek isteyenler,
Bir tek sizi -evet- çıkardı hayatımızdan.
Bilseydik,
Dururduk ahdimizde.
Geçip giden kederlere aldırmadan,
Bahçenizde açan güllere Efendim
Türkçe sevinçler dökerdik
Bağışlanmak dileğiyle…