Hayat Kalabalığından Kendi Gündemimize

-Nasılsın?

-Çok yoğunum…

Yoğunluk bendeliktir…
Gündelik yaşam kalabalığının hepimizi çepeçevre sardığı bir devirde yaşıyoruz.
Bize ait olmayan bir “zaman”ın içine hapsedilmiş benliklerimiz, suni bir kaosla günü devretmekten başka bir şey yapmıyor neredeyse. Gün içinde kendimize kavuştuğumuz veya kendimizi bulduğumuz anlar öylesine azaldı ki, yaşadığımız hayatın bize ait olup olmadığı belli değil artık…
“Yoğunluk”tan kimin algısıyla nasıl bir dünyada yaşadığımızı sorgulama imkânı dahi kalmıyor bize. Kendi zeminimizden uzaklaştıkça yabancılaşıyoruz özümüze…
Oysa fasit yaşmaktansa “basit yaşamak” daha ehven değil midir?
Referans noktalarımızı kaybediyoruz.
Girdiğimiz kabın şeklini almakta hiç zorlanmıyoruz. İçtenliksiz davranışlar sahnesine dönen hayat, bizi rahatsız etmiyor artık: alışıyoruz, alıştırılıyoruz her şeye yavaş yavaş…
Eylem ve düşüncelerimiz arasındaki mesafe arttıkça kaybediyoruz…
İnandığımızla yaptığımız şey özdeş olmayınca duruşumuz yara alıyor, kimliğimiz zedeleniyor her an…
Yoğun ve yorgun bilinç hastalığına yakalanıyoruz, kurtulamıyoruz aşırılıklardan.
Surette Kalmak
Nesnelerden, görünen suretlerden öteye geçemiyoruz…
Dış görünüşe “kanmış” bir varlık olarak insanın yaşadığı bozgunu bir zafere dönüştürebilme ilmihalinden çok uzaktayız. Kendi zamanının öznesi “ebu’l -vakt” olamadığımızdan zaman bizi şekillendirmeye devam ediyor. Halbuki asıl olan zamanı şekillendirmek değil miydi? Kaybettiklerimiz ne çok… İçimizdeki sahte suretleri yıkmadan kendimiz olma ihtimaliz yok! Baltalarımız kimin boynuna asılı acaba?
Ehl-i bilir;
Şeyh Galib’in meşhur “Hüsn ü Aşk”ında kahramanın geçmesi gereken imtihanlardan biri de “Zâtu’s-suver Kalesi”nden geçmektir. Hûş-rubâ’ya yani “aklımızı başımızdan alan surete” kapılmadan “Hüsn”e dosdoğru gidebilmektir asıl marifet… Bir anlık gaflettir Aşk’ı kaleye hapsettiren…
Birlik’e ikilik sığmaz oysa!
Hepimiz biraz “abidu’l -vaktiz” ne yazık ki… İbnu’l-vakt olmak lazım.
Kanaat etmeyi bıraktığımızdan beri hezeyan ve hafakan kuyularına düşüyoruz.
“Vazgeçme hakkını” unuttuğumuzdan olacak, kendi gündemimize dönemiyoruz bir türlü.
Derinlik ve duruş… “yokluğun hürriyeti”ni hayatımızda “var etmediğimizden” bocalıyoruz.
Miadını doldurmuş sloganlar üzerinden gelecek inşa etme hayalimiz suya düşüyor.
Anonimleşiyor varlığımız…
Halimimiz şu nükteyle özetlenebilir belki:
Halk filozofumuz Temel ile Dursun günlerden bir gün, birlikte köylerinin civarında bulunan ormanda gezintiye çıkarlar. Güzel bir ilkbahar günü, güneş ışığının bile zor girdiği ormanın derinliklerine doğru yol alırlar; tabiatın bütün ihtişamıyla tezahür ettiği ormanın içinde bir süre dolaştıktan sonra yorulur ve dinlenmek üzere yere uzanırlar. Dursun birden yerinden doğrularak “Temel, şu ormanın güzelliğine bakıver!” diye seslenir. Temel de başını kaldırıp sağına, soluna, arkasına, önüne bakar; sonra Dursun’a dönerek: “İyi de Dursun, ağaçlardan bir şey göremiyorum ki…?”
Kesretten vahdete geçememek…
Bütüne bakma veya parçaya takılma meselesi.
Velhâsıl kendimizle, kalbimizle bir başka ifade ile Hak ile barışmak ve buluşmak.
Kitap’la, Kılavuz’la yola çıkmak.
Yolcu olmak ve yol almak.
Yolda kalmamak.
Vuslata ermek.
Yolunuz açık, vuslatınız mübarek olsun.
• * *
İçinde hinlik barındıran, kuklaya bakmaktan kuklacıyı göremediğiniz nice “mekr sendromunu” yaşadı bu ülke.
Tahfif, yozlaştırma, algı oluşturma.
Özellikle Yeşilçam filmlerinin bazıları ve bazı dizilerde, seçilip güldürü malzemesi olarak kullanılan isimler, kavramlar, konular.
Kimi şarkılar ve türkülerde Allah ve kader inancı dâhil, başka kelime bulamamış gibi isyan ve tuğyanlar, aşırılıklar, genç dimağları zehirleme cihetine gitmeler.
Müslüman mahallesinde salyangoz satmalar.
Sonrasında sanat kavramının arkasına sığınıp, icrayı sanat ettiklerini ifade etmeler.
Savunmaya sıra gelince, tüm bunlar gölgeleniyor. Yıllar önceki film, yıllar önceki türküler, şarkılar diye geçiştiriliyor.
Söylenen ve seyrettirilenin tahrif ve tahkiri görmezden geliniyor.
Eğri göz doğruyu görmez denilir, el-hak doğrudur.
Hep konuşulan ve anlatılan bir husus var algı. Ses, renk, ışık, söz, beden hareketleri başta olmak üzere, içi doldurularak, istem dışı etkilemeler günümüzde de devem ediyor.
Herkes ne yaptığını biliyor.
Nezih olan toplumun da bir süzgeci var, neyin inkar ve ilhad olduğunu onlar ayıt ediyorlar.
Baştacı ediyor ya da çöplüğe atıyorlar.
Son sözü onlar söylüyor.
Bu böyle biline.

                                                                                        Ay Vakti
Paylaş

Bu Sayının Diğer Yazıları

Ateş ve Meşale / Şeref Akbaba
Hayat Kalabalığından Kendi Gündemimize / Ay Vakti
Estetik Kaygı / Saadettin Açıcı
Yol / Züleyha Kayaoğlu Eker
Bir Durak Portre / Ubeydullah Beşir Köroğlu
Tümünü Göster