Solgun Sarılar

Deniz kararıyor. Gökyüzü kül renginde.
Bir gün daha kayboluyor, güneşin eritemediği karanlık içinde.
Son kalan aydınlıkta toparlanıp gidiyor. Odaya, sessizliği çoğaltan ağır ve soğuk gölgeler doluyor.
Pencerelere tutunmuş biçare perdeler; sokağın sesine, hayatın rengine karışmak ister gibi özlemle kıpırdanıyor.
Sessizlik, tüm eşyanın üzerini bir toz bulutu gibi kaplıyor.
Çöken akşam karanlığında bile parlıyor, üzerimize yapışıp kalan sessizliğin ayak izleri.
Duvarda bir saat. Sesi çok uzaklardan geliyor.
Lambayı açıyor ev halkından biri. Solgun sarılar yağıyor odaya.
Odanın aydınlanmasıyla birlikte, beni sarmalamaya başlayan toz bulutunun içinden çıkıp, silkeleniyorum. Üzerimden dökülen ıslak, soğuk, kurşuni sessizlik odaya dağılıyor.
Meryem teyze, oturduğu koltukça gittikçe ufalıyor. Zayıf bedeni, birazdan eriyerek gecenin siyahına karışıverecek gibi. Kadın, kahve fincanının dibindeki telveye bakıyor dalgın dalgın. Sonsuzluğa kadar uzayacak sanıyorum bu bakışı. Kafasını kaldırıyor birden. Göz göze geliyoruz Meryem teyzeyle.
Gözleri bulutlu… Istırabı, kirpiklerinin arasından, çökmüş yanaklarına doğru damlıyor.
Kaşlarını büzüyor arada. Alnındaki kırışıklıklar artıyor o zaman. Çaresizlik kanıyor gibi derinlerinde, görünmeyen yaraları sızlıyor gibi yüreğinde.
Bir gece kuşu ötüyor dışarıda. Sessiz sessiz kanıyor bir yara.
Sarı ışık, zamanın rengi oluyor. Sarı ışık, karanlığı solduruyor.
Annem, ayağa kalkıyor birden. Ağır, ıslak, yapış yapış parçalar dökülüyor üzerinden. “Allah’tan umut kesilmez Meryem bacı, derdi de dermanı da veren O” diyor.
Meryem teyze, başörtüsünün ucuyla, gözünden akan sarı yaşları siliyor. Yanaklarından çenesine doğru, ince bir çizgi halinde uzanıyor, gözyaşlarının izleri. Annemin söylediği sözü onaylarcasına başını sallıyor.
Annemin ardında, hasta kadının odasına giriyorum. Lavanta kolon yağı, ıslak toprak, yeni yıkanmış nevresim, ilaç kokusu yüzümüze vuruyor.
Gece lambasının loş ışığı, renkleri daha da solduruyor. Duvar kenarında büyükçe bir yatak var. Yatakta, etek uçları yere kadar değen, ajurlu beyaz bir çarşaf. Pike ile çarşaf arasında kaybolmuş bir beden. Bu zayıf bedene tutunmuş, ufacık bir baş. Baş üzerinde kuru, ölgün bir tutam saç. Yorgun gözlerde; sararmış, ıslak göz akları. Bu sararmış göz akları, birkaç saniye sürecek kısa bakışlarla bile damla damla eriyiverecek gibi.
Gözkapakları, kuru yaprakları andırıyor. Şiddetli esecek bir rüzgârı umursamaktan çoktan vazgeçmiş. Gülümsüyor bize. Gülümsemenin ardına takılıyor ıslak, yapışkan bir öksürük.
Annem telaşlanıyor. Şifa ayetlerini okuduğu suyu, hasta kadına uzatıyor. Bir iki yudum içiyor kadın. Biraz rahatlıyor, ince boynuna tutunmuş başını, yastığın üzerine bırakıyor. Hasta kadının solgun yüzünde açan tebessüm, hiçbir iz bırakmadan yitip gidiyor.
Zaman şimdi, bir ihtiyarın adımları gibi bu odada.
Annem susuyor, hasta kadın susuyor, ben susuyorum. Bu acayip suskunluk, odanın havasını daha da ağırlaştırıyor.
Annem, gözlüğünü burnunun üzerine yerleştiriyor, başörtüsünü omuzlarının üzerine yayıyor. Kuranı Kerim okuyor. Dudakları ahenkle kımıldanırken, bedeni de hafifçe öne arkaya sallanıyor. Bu ilahi sözlerden damlayan huzur büyüyerek, odaya dalga dalga yayılıyor.
Ben de geziniyorum odanın içinde. Sessizliği ürkütmekten korkarak, neredeyse parmaklarımın üzerinde yürüyorum.
Oda, evin arka tarafındaki bahçeye bakıyor. Bahçedeki incir ağacının dalları, nerdeyse açık pencereden içeriye uzanıverecek gibi. Pencerenin kenarında oyalanıyorum biraz.
Hafif akşam esintisi, ıslak çamların kokusunu da alarak odaya doluyor. Kanaviçe perdenin uçlarına işlenmiş kır çiçeklerine takılıyor gözüm. Rüzgâr vurdukça odayı, bu çiçeklerin kokusu doldursun istiyorum.
Hasta kadının omzuna dokunuyorum. “Çiçekleri sever misiniz?” diye soruveriyorum.
Annem, okumayı yarıda bırakarak, gözlüklerinin üzerinden ters ters bana bakıyor, kaşlarını çatıyor. O arada hasta kadının fersiz bakışları, karanlık geceyi yara yara, bana doğru geliyor. Kadın, mavi damarların yol yol olduğu kuru, zayıf, solgun ellerini uzatıyor.
Hemen yanına yaklaşıp, o kuru ve soğuk elleri tutuyorum.
Cılız ve güçsüz bir sesle: “Severim, çok severim.” diyor.
Kadın, kurduğu cümleden yorgun düşüyor gibi, sözcükleri daha odanın içinde dağılmadan, gözlerini kapatıp uykuya dalıyor.
Ertesi gün, renk renk çiçeklerle dolu bir demet elimde, yola koyuluyoruz annemle.
Kapıyı, Meryem teyzenin kız kardeşi açıyor. Onun da saçlarına, yüzüne, bakışlarına o solgun sarılar yağmış. Akşamdan bu yana üzerindeki elbisenin çiçekleri sanki daha da solmuş.
Hastanın iyileşmesi için gerekli olan iksiri elimde tutuyormuş gibi bir gururla giriyorum eve.
Meryem teyzenin gözleri kapalı. Oturduğu yerde hafifçe sallanarak tespih çekiyor. Annemi fark etmiyor önce. Annem, kadının omzuna dokunuyor. Derin bir uykudan uyanır gibi irkiliyor kadın. Annem, Meryem teyzenin kulağına bir şeyler fısıldıyor. Gülümsüyor kadın. Yüzündeki bütün sert çizgiler kısa bir an yumuşuyor.
Hastanın odasına bu sefer yalnız giriyorum. Hasta kadın, dünden bu yana daha da ufalmış sanki. İnce boynunu çevirerek bana bakıyor. Alnında boncuk boncuk biriken ter damlaları, kadının çökmüş yanaklarından, ince çenesine doğru akıyor.
Yüzümde kocaman bir gülümsemeyle, çiçekleri uzatıyorum. Çiçeklerin renklerinin ve kokusunun kadına şifa olmasını, hasta kadının yüzüne renk katmasını, kadının minnettarlıkla bana gülümsemesini, iyileşip ayağa kalkmasını bekliyorum.
Kadın, başını duvar tarafına çeviriyor, fersiz gözlerini kapatıyor. Uykuya dalıyor.
Boynumu eğip odadan çıkıyorum. Annem bir bana, bir çiçeklerime bakıyor. Hiçbir şey söylemeden, gözümden akan ılık yaşları siliyor.
Solgun sarılar yağıyor üzerime.
Bir elimde kır çiçeklerim, bir elimde sımsıkı tuttuğum annemin eli… Eve doğru gidiyoruz.
Kimseler görmesin diye de ceplerime dolduruyorum, hayal kırıklığımın parçalarını.

Paylaş

Bu Sayının Diğer Yazıları

Ateş ve Meşale / Şeref Akbaba
Hayat Kalabalığından Kendi Gündemimize / Ay Vakti
Estetik Kaygı / Saadettin Açıcı
Yol / Züleyha Kayaoğlu Eker
Bir Durak Portre / Ubeydullah Beşir Köroğlu
Tümünü Göster