Olanda Hayır Vardır

İnsan kendini pusuda beklemeli.
Ben de öyle yaptım.
Bir ceylanın ürkek bakışlarıyla tutundum hayata.
Ya düşersem ya kayarsam ya ağlara dolanırsa ayağım? Ya yolumu kaybedersem… Ya bulamazsam menzil-i Rahmanı?
Hep bir korku… Ama umutsuz değilim. Öyle boşlukta sallanan bir köprü değil ha, havf ve recâ arasında bir yerlerdeyim.
Şu koca koca dağların hemen eteğinde, şu asırlara meydan okuyan camiyle aynı yaştaki ulu çınarın gölgesinde, kubbesi bin bir renkli nakışla bezenmiş şadırvanın hemen önünde, gökte kuş, dalda yaprak, nehirde su sesi duya duya yıkadım içimi. Hele bir de cami avlusunda koşturan çocuk sesleri yok mu en çok onları alıp koydum gönlüme.
Her yer cıvıl cıvıl. Gökte kuşlar, camide çocuklar var Allah’ım. Bir tek bizim ev ıpıssız. Hele yaz gelip de okullar kapanınca Kuranını alan, elifbasını kapan koşuyor camiye. “Hocam hocam” diye sarıyorlar dört bir yanımı. Onların o şen şakrak hâllerini görünce bilmem duyarlar mı ki kalbimin kanat seslerini? Görürler mi ki, “ne olur azıcık daha gitmeyin, kalın.” diyen gözlerimi.
Bir insan en çok neyi murat ederse onunla mı sınanırmış Allah’ım? Ne yalan söyleyim bir sürü çocuğum olsun istedim. Akşam eve geldiğimde hepsi “baba, baba” diye cücük gibi üşüşsün tepeme. Biri desin ki “Baba kalem isterim, defter isterim”. Öbürüsü desin ki “Baba arkadaşlarla gezicem harçlık isterim.” İçlerinden biri kuş gibi açsın kanatlarını da sarsın boynumu, “Baba baba, ben de yeni bir bebek isterim.”
Camiye gelen rahlesini alıp oturuyor bir köşeye. Gülüşmeler, konuşmalar, ufacık, tefecik atışmalar… Kimisi diyor ben seni Kur’an’da geçtim; kimisi diyor ben bu camiye senden önce geldim. Neşeyle dinliyorum her birini. Sırası gelen heyecanla oturuyor önüme. Allah’ım, rahlenin üzerine elifbalarını açarken duydukları sevinç yok mu nasıl da mest ediyor beni. Onlar okurken pencerenin önüne serçeler konuyor.
“Ecelü, meselü, basaru, hulika, eşiru…”
“Son okuduğuna biraz daha dikkat edelim yavrum.”
“eşira…”
“Aferin sana, al bakayım bu şekeri, yarın arka sayfayı çalış gel olur mu?”
Fıldır fıldır dönen gözler şekere kilitlenmiş “Olur hocam” deyip neşeyle kalkıyor önümden.
Sırada Mustafa var.
“Mustafa, gel evladım.” diye çağırıyorum.
Mustafa on yaşlarında. Gürbüz bir çocuk. Saçları kızıl, iri gözlü, yanakları benli. Güzel yüzlü, güzel huylu, pırıl pırıl bir çocuk Mustafa. Emin adımlarla geliyor yanıma. Bu sefer ardında dört- beş yaşlarında bir kız çocuğu. Belli ki kardeşi. Abisinin koluna yapışmış hiç bırakmıyor. Mustafa’nın yanakları pespembe oluyor önüme oturunca. Bahçede güller açıyor, bülbüller şakıyor. Okumaya başlıyor Mustafa.
“Bismillahirrahmanirrahim
Elif lâm mîm
Zalikel kitâbu lâ raybe fîhi…”
Abisi okurken küçük kız arada bir saklandığı yerden kafasını uzatıp bana bakıp gülümsüyor. Kıvırcık sarı saçlar, al yanaklar, bembeyaz bir ten, tıpkı üzerindeki elbise gibi… Gözlerinde sonsuz bir deniz. Dalgalar, martılar… Bir de o mavi gözlerde evlat hasretiyle yanan Zekeriya’yı görüyorum. O deniz kokan bakışlar, içimin ateşi sönmüş odunlarına ‘hoh’ diye üfleyiveriyor sanki. Evlatsızlık yaramı yakıyor. Bir yara yandı mı iflah olmaz artık, yanar durur habire.
Abi-kardeşin şekerlerini verip “Hadi” diyorum Mustafa’ya. “Geç yerine. Çok güzel okudun, aferin. Yarın öbür sayfadan beş ayet çalış olur mu?”
Sonra melek yüzlü küçük kız gözlerimin içine bakıyor sevgiyle.
Adın ne senin?
“Meryem.”
Sen de Kur’an okumak ister misin Meryem?” diye soruyorum.
Utanıp başını öne eğiyor. Mustafa yerinden kalkınca Meryem de abisinin peşinden hoplaya zıplaya geri gidiyor.
Meryem’in peşi sıra sanki gül kokusu sarıyor dört bir yanı.
Çocuk sesleri yüreğimde efil efil bir rüzgâr estiriyor. Sonra damla damla bir yağmur… Hafifçe ıslanıyor toprağım. İçimin çocuk kalmış köşesi canlanıveriyor. Ah benim yuvamda da olsaydı bu sesler. Çöllerim, gül bahçesi olsaydı. Oysa şimdi gül bahçesinde gülsüz kalmış bahçıvan gibiyim. Başka hasretlere benzemiyor evlatsızlık. Suyun dindiremediği bir susuzluk, suyun söndüremediği bir ateş…
Bu ne ağır imtihan ki her an düşüverecekken tuzaklara, doğrulup kalkıyorum. Oysa av da avcı da insanın kendisiymiş. Ceylan da ben, aslan da ben…
Ceylan düşse tuzağa, aslan onu kapacak ensesinden. Aslan düşse tuzağa ceylan onun ellerinden tutacak.
Ezan vaktine kadar gidip Abdullah’ın yanında biraz oyalanayım. Hem belki ısmarladığım kitaplar da gelmiştir. Abdullah mı? Sahaf arkadaşım, dostum, canciğer kardeşim benim.
Kitap kokusu, bir dostun kokusu gibi çarpıyor yüzüme. Abdullah, “Hocam hoş geldin.” diye karşılıyor beni.
“Hoş bulduk kardeşim.”
Dost dostun yüzünde kâinatı görür mü?
Görürmüş elbet. Abdullah hemen anlıyor hâlimi.
“Hayırdır Hocam, yüzünün gülleri neden solmuş?”
Yalan yok, saklama yok, anlattım bugün camide Meryem’i görünce yine evlat hasretimin depreştiğini.
Abdullah o munis sesiyle yine serin bir su döktü yanan gönlüme.
Aklıma kitaplarım geldi.
“Kardeş, ne oldu bizim kitaplar?
“Geldi hocam, bak şu poşetin içinde.”
Kitaplarımı alıp ayağa kalktım. “Ezan vakti yaklaşıyor bana müsaade.”
Akşam namazı sonrası eve uğradım yemeğe. Yemekten sonra çayımı içerken Abdullah’tan aldığım kitaplar geldi aklıma. Sipariş ettiğim kitapları çıkarınca poşette bir şeyler daha olduğunu fark ettim. Resimli, bol çiçekli, böcekli incecik bir kitap. Kapağına bakayım dedim. “Çocuklar İçin Peygamber Kıssaları-Hz. Zekeriya”
“Allah Allah” dedim. “Bir yanlışlık oldu galiba.”
Tam kitabı poşete geri koyacakken öylesine bir sayfayı açıverdim.
“Ey Rabbim! Ben sana dua etmekle hiçbir zaman bedbaht olmadım.”
Birden sarsıldım. Oysa kaç kere okumuştum bu ayeti. Hani derler ya, ne zaman idrak edersen bir ayeti, o ayet işte o zaman nazil olur sana.
Ah bu çözülmez bilmecelerin soruları, cevapları göklerde yazılan… Ah, piştim zannederken yanan… Ah Zekeriya Hoca! Bir çocuk kitabıyla terbiye olan.
Adını aldığım Zekeriya peygamberin teslimiyetine işte o anda vardım. Onca yıllık evlatsızlığına rağmen Rabbim, sen beni hiçbir zaman mahcup etmedin, diyordu. Verdiğine ve vermediğine şükrediyordu. Âr ettim kendimden. Pişman oldum, tövbe ettim. Yaramın merhemi bir çocuk kitabının içinde sürüldü gönlüme.
Ertesi gün çocuklar camiye gelmeden koştura koştura Abdullah’ın yanına vardım.
“Kardeş, poşetten bu çocuk kitabı çıktı, bir yanlışlık olmuş herhâl!”
Sonra kendimi düzelttim. “Gerçi bir yanlışlık olmaz ya bu âlemde. Olanda hayır vardır.” dedim.
Abdullah gülümsedi. “Evet hocam” dedi. Bu kitap çantaya girdiyse vardır bir hikmeti.” Kitabı aldı, elinde evirdi çevirdi; usulca okşadı.
“Hocam” dedi. “Dün bir anneyle dört-beş yaşlarında kızı geldi dükkâna. Annesi kızına Peygamber kıssaları seti aldı. Yalnız kız nasıl afacan, nasıl şirin bir şey bir görsen. Sarı, kıvırcık saçları; masmavi gözleri vardı. Bir de üzerinde bembeyaz bir elbise… Ben kitapları koyuyorum poşete, o geri çıkarıyor. Ben koyuyorum, o geri çıkarıyor. Kaç kere çıkardı bilmiyorum artık. Baksana haylaza, arada kitaplardan birini de senin poşete atmış olmalı.”
Bu kız Meryem olmalı dedim. İçimde sonsuz bir şelale. Hafv ve recâ arasında bir yerlerde şaştım kaldım.
Koşa koşa camiye vardım. Çocuklar kır çiçekleri gibi dağılmıştı caminin içinde. Kimi yakalamaca, kimi yağ satarım bal satarım oynuyor; en çok da oğlan çocukları yerlerde taklalar atıyordu. Beni görünce “Hoca geldi, hoca geldi…” diye bağrışarak koştular yerlerine.
Evvel Mustafa’yı çağırdım okumaya. Muradım Meryem’i görmek. Baktım ki Mustafa’nın arkası boş. Çocuk, rahlenin önüne otur oturmaz heyecanla kardeşi Meryem’i sordum.
Mustafa, gelmedi mi bugün Meryem?
“Meryem kim hocam?”
“E senin kız kardeşin…”
Mustafa’nın iri gözleri şaşkınlıktan iyice açıldı.
“İyi de hocam, benim hiç kız kardeşim yok ki!”

Paylaş

Bu Sayının Diğer Yazıları

Ateş ve Meşale / Şeref Akbaba
Hayat Kalabalığından Kendi Gündemimize / Ay Vakti
Estetik Kaygı / Saadettin Açıcı
Yol / Züleyha Kayaoğlu Eker
Bir Durak Portre / Ubeydullah Beşir Köroğlu
Tümünü Göster