Kitaplar olmasaydı ne yapardık? Okumak, insan oluşumuzu anlamlı kılan duygulu yaşamın zevkini artıran çabadır. Okumak ruhumuzu güzelliklerle dokumaktır. Bu kafiyesiyle fiyakalı cümleyi estetik bir hoşluk olsun diye kurduğumu sanmayın. Kadim batı dillerinde ‘okumak’ hayattaki karşılığı ile dokumak anlamına geliyordu: Text. Bizde ‘dizin’ kelimesiyle kitapların sonuna eklenen ‘text’, dilimize de ‘tekstil’ yani ‘dokuma’ olarak geçmiştir. İşte bu text veya dizin sayfasında, zihnî bir dokuma olan kitabın belirleyici ana renkleri, ana motifleri, yani ana kelime ve kavramları sıralanır. Anlaşıldığı gibi bu konu uzun ve derin. Masamda, raflarda, sehpa üstünde, çantamda kitaplar. Şiirler, öyküler, romanlar, denemeler, araştırma kitapları. Bazen insan dostlarıyla şöyle genel bir paylaşımda bulunuyor, bulunmak istiyor. Burada bunu yapmam kolay olmayacak. Çünkü ülkemizde her alanda gözlenen yükseliş, yayıncılıkta da zengin, yoğun artışla gözlenmektedir. Şimdi yayınlara yetişmek şöyle dursun sadece bir alanda neşredilen kitapları bile takip etmek, öyle pek kolay olmuyor. İyi de şimdi ben masamdaki kitapların birine değinsem diğerinin hatırı kalacak. Doğal olarak kabul edilebilir bir değerlendirme de olmayacak. Böyle bile olsa son yıl yayınlarıyla sınırlı kalarak bir kesit sunmakla yetineyim hiç olmazsa.
Geçen yıl sanat ve düşünce yayınları fena değildi. Şule yayınlarından, Mustafa Köneçoğlu’nun ‘Tanışmak İnsanı Yorar’, Sevgi Yerlioğlu’nun, Koşunun Rengi, Selman Nuriler’in, ‘Dünyanın Kemikleri’ Ketebe yayınlarından M. Burak Çelik’in ‘Halkın Mutsuzluk Lekeleri ‘, Ümit Güçlü’nün ‘Sessizlik Partisi’ adlı şiir kitaplarını severek, beğenerek okuduk. Ömer Erdem ‘in ‘Güneş Kalır Bir Başına’sı, Ömer Hatunoğlu’nun Çıra yayınlarından çıkan ‘Sayısal Veriler’i, kayda değer eserlerdir. Halime Erva Kılıç’ın ‘Mitra’sı beni epey sardı. Can Acer’in yine Ketebe’den yayınlanan ‘Demirin Demiri kesme Sesi’ de ilgimi çekti doğrusu. Dergimizin de şairlerinden Adem Turan’ın Hece yayınlarında çıkan ‘Mangan Mangan’ adlı eseri, bu yıl Türkiye Yazarlar Birliği’nin ödülüne layık görüldü. Kendisini tebrik ediyorum. Elbette hepsine yetişemiyorum. Ayrıca ‘Şiir Yazmama Bilinci’ başlıklı denemenin yazarı olarak şiir üzerine yetkin olmadığım söylenebilir. O nedenle kendi payıma başarılı ve ümidimizi artırıcı verimde gördüğüm şair dostlarımıza, güzel eserlerinden dolayı teşekkür ediyor, başarılar diliyorum.
*
Araştırma, düşünce, fikir kitapları da hatırı sayılır nitelik ve niceliğe sahipti. D. Mehmet Doğan’ın ‘İstiklâl Marşı, Bin Yılın destanı’ İstiklâl Marşının Kabulünün yüzüncü yılında yayınlanması çok isabetli olmuştur. Gülnur Aşçı’nın Şule yayınlarından bize ulaşan ‘Bahane Kapısı’ adlı denemesi, öykü diline yakın üslubuyla özgün bir mahiyete sahip. Yer yer anlatıların, yer yer anıların devreye girdiği denemeler, yumuşak, naif, sarıcı, içten bir tona sahip oluyor. Farklı, güzel bir anlatım biçimiyle karşılaşan okur kendini yumuşak bir geçişle birden konunun, konuların ortasında buluyor. Bana sorarsanız bu tarz yazma biçimleri daha fazla denenmeli derim. Şakir Kurtulmuş, çoğu edebiyatçı olan yazarlarımızı ve onlar üzerinden sanatın, edebiyatın meselelerini konu edindiği ‘Bir Tutkuya Dönüşmek’, adlı eseri, çok gerekli ve yerinde meseleleri, açık, anlaşılır, rahat bir dille anlatıyor. Yine Çıra yayınlarından çıkan Nurettin Durman’ın, ‘Şiirle Gelen’adlı eseri de başta Mehmet Âkif olmak üzere birçok şairimize ilişkin verdiği bilgi ve yaptığı tartışmalarla başucu kitabı olma niteliğinde. Bu anlam ve temaya yakın diğer kitap da Erhan Çamurcu’nun, ‘Beni Çağıran Kitaplar’ıydı. Onun da Çıra yayınlarından çıkması, genel yayın yönetmeninin bu alana duyarlı olmasıyla ilişkili olmalıdır diye düşünüyorum. Hızlı geçmem gerekiyor: Ali Karaçalı, Gün Karşı Tepeden, (Hece), Yılmaz Daşçıoğlu, Akıp Gidenin Cazibesi, (Şule) Hakan Olgun, Hz. Musa’nın Muhalefeti (Horus’u Öldürmek) (Milel Nihal), Şeniz Yıldırımer, Soren Kirkegaard Hayatı ve Felsefesi (Hece), Jean-Paul Roux, Kral (Dergâh), Prof. Dr. Hüseyin Karaman, İslâm Felsefesi Tarihi (RTE Üniversitesi yay. 6. Bas.), Dr. İsmet Tunç, Antropoloji ve Din (Eski yeni), Berna Uslu Kaya, Safderun Alafrangadan Kötücül Entelektüele, (Hece), Ahmet Demirhan, Maske Sahne ve Oyun, (KETEBE), Sait Mermer, İslâm Düşüncesinin Tarih Yapıcı Rolü (Çizgi), Taha Abdurrahman, Dinin Ruhu (Pınar). Bu son eser benim diyen düşünürün kaldıramayacağı akademik-fikrî incelik ve esprilerle derinlikli bir varoluş tartışması yapıyor. Bunu başarıyor da. Kitapla rahat ilişki kurmamızda Soner Gündüzöz hocamızın, dili son derece başarılı kullanan ustalık ve bilgeliğinin etkisi büyük elbette. Bunun dışındaki diğer üç kitaba ayrıca değinmek isterdim. Sait Mermer’in ‘İslâm Düşüncesinin Tarih Yapıcı Rolü’, insan, İslâm ve Zaman üçgeninde derinlikli bir diyalektik örgü geliştiriyor. Tam da denk geldi, bu eseri Taha Abdurrahman’la birlikte okumak, her iki eserin de yararını artıracaktır diye düşünüyorum.
*
Öykü ve hikâye yayıncılığında verimli bir yıl geçirdik. Muhit Kitaptan, Betül Nurata’nın ‘Her Şey Çok Güzel Başlamıştı’ Selma Aksoy Türköz’ün ‘Aynı Yağmur’, Aynur Dilber’in Geceleyin Bir Mümkün’ü sanat severlerin takdirini celbetti. Müzeyyen Çelik’in ‘Bütün Ağırlıklarım’, İsmail Sert’in ‘Toprak Ayna’ adlı öyküleri severek okunacaktır. Bünyamin Demirci ‘Olup Bitmeyenler’, Rukiye Yeğinol ‘Tek Odalı Ev’, Berat Karataş ‘Eşyadan Say’, Arda Erel ‘Ölü Piksele Ağıt’, Merve Can ‘Bazı Kaldırdığım Yükler’, Yasemin Kapusuz ‘Sonu Olmayan Yaz(g)ılar’, M. Fatih Kutlubay ‘Ben Denizlerden Hangisiyim?’ Elif Sena Ergin Kaybolduğun Sularda Yüzüyorum, kitaplarıyla sanat, edebiyat dünyamıza değer kattılar. Bu kitapların her biri ayrı ayrı değerlendirmeyi hak ediyor. Hepsi kendi bağlamında başarılı. Bütün bu bağlamlar sanat evreni, imkân ve kapasitemizi üslup olarak da, içerik olarak da zenginleştiren yeni, güzel örnekler. Başkaları da var. Bazılarını değerlendirmem gerekli ve iyi olacaktır:
Segâh Gümüş, Dört Mevsim Gazozu, Hece yay: Ben bu kitapta hepimizde bir şekilde kapanmamış yaraya dönüşen hasretlerin, hicranların konu edildiği ‘Dört Mevsim Gazozu’nu değil, başka bir öyküyü öne çıkaracağım. Çift kişilik yaşayan bir kadının aslında arzularıyla gerçekliği arasında gidip gelen insanların anlatıldığı ‘Ben, Ayten ve Bitki Sorunu’ öyküsünü. Burada konu edinilen öykünmeler, sınırları zorlayan istekler, bastırılan duygular bir yönüyle herkesin, hepimizin sorunu. Özellikle muhafazakâr çevreler için cesur bir öykü.
AZ yayınlarında çıkan, Şadi Oğuzhan’ın, ‘İçinde Anne Geçen Şarkılar’ kitabı, bir insanın çocukluğuna dönüşünü, onun hatıraları üzerinden kendini, hayatını, muhteşem bir kurgu ile anlatan‘Pötikare Gömleğim’ öyküsüyle başlıyor. Bir de yazarın, yaşadığımız Korona günlerini, daha da önemlisi yaşadığımız hayatı başarılı bir anlatımla öyküleştirdiği ‘İki Audrey Hepburn’ öyküsünü anmadan geçmeyeyim.
Hilal Karaman’ın 2017’de yayınlanan ‘Muzaffer Çok Kızar Valla adlı eserinden sonra yine Şule yayınlarının okurla buluşturduğu ikinci öykü kitabı ‘Hiç Böyle Yapmazdı’, birçok nesnel ve bir şey anlatmayan öykülerin tersine, baştan sona insan ilişkileri ve esaslı hikâyelere sahip. Anadolu insanının edaları, işveleri, sevinçleri, aykırılıkları, tezatları, hayatı yorumlaması, hayata dâhil oluşları, kederleri etrafında şekilleniyor. Öyküler insanı yormuyor.
Samet Çıldan, Ötüken yayınlarının bastığı kitaba ismini veren öyküsünde, ‘Kuşlar Kıraathanesi’ni merkeze alarak o sokağın sakinlerini, yani insanlarımızı (televizyon tamircisi, dergi editörü, tarlalarını, hayvanlarını satıp köyden kente göçen emeklileri, kâğıt toplayıcıları, çocukları, kadınları, meczup gibi gözüken emekli Türk Dili öğretim üyesi) Anadolu irfanını yansıtan duyarlıkla (Vehbi Abi’nin sözleri üzerinden) izliyor. Esaslı çağrışım ve metaforlar içeren ‘Yolcu’ öyküsü unutulacak gibi değil. Öyküde tavrı, duruşuyla örnek bir yolcu merkeze alınıyor. Bu kişi, adeta zamanın gündelik kaygılarını aşıp yoluna devam etmektedir. Giderken bıraktığı kitaba şu notu yazar: “Ey sonsuzluğun sahibi! Sana ulaşmak istiyorum…” Bilenler için Muhsin Yazıcıoğlu’na telmih ve göndermeyle, ama bilmeyenler için mücerret alegorilerle kurulu naif bir öykü.
Birçok eser ve etkinliğiyle, tecrübeli, donanımlı bir sanatçı olan Kudret Ayşe Yılmaz’ın yine Ötüken’de çıkan ‘Dağılmış Dağ’ adlı öyküleri yüksek düzeyli takdiri hak etmektedir. ‘Dağılmış Dağ’da bir dağın paramparça, un ufak edilmesini okumadan önce, bir cinayet ve mahkûmluğu konu eden dehşet bir ilk öyküyle önce siz dağılıyorsunuz. Nasıl geliştiğine mahkûmun da akıl erdiremediği bir cinayetle dehşet bir varlık ve vicdan yüzleşmesi ustalıklı bir kurgu ve anlatımla verilir. Keşke kitap bu öyküyle başlamasaydı. Folklor ve söylenceyi menakıbî bir gelenek ve modern hikâye anlatısı ile çok güzel kaynaştırarak ‘hak’ ve ‘hakikat’in içselleşmesi gayretine naif bir katkı veren ‘Taşa Dönüşmüş Gebe Gelin’ öyküsü ile başlasaydı söz gelimi. Ne ki yazarın da bir düşünmüşlüğü vardır elbette. Belki de okuru şiddetli bir iç sarsıntısıyla yakalamak istiyor. Bu eserde olduğu gibi sanatçılarımızın gündelik ayrıntılardan yola çıkıp kadim, köklü konuları gündeme taşımaları sadece heyecan vermiyor, düşünce ve duyarlığımızın güçlü geleceği adına da umut veriyor. Tebrik ediyorum.
Esra Özde, bütün öykülerinde olduğu gibi kitaba ismini de veren ‘Salacak Takvimi’nde öykü dilini çok başarılı icra ediyor. Duygu ve nesnel betimlemeler çok dengeli, ölçülü, tadını kaçırmayan kıvamda başarılı kullanılıyor. Cümleler, öyküye konu edilen ve artık geçmişte kalan buruk, yaralı âşkın, bir türlü silinmemiş izi, izleri boyunca ama su gibi akıyor. Akarken hüzünlü bir bulanıklıkla okurun da bir ucundan, bir yanından hayatında var olduğu düşünülecek benzer duyguları uyandırarak sizi öyküye daha da yaklaştırıyor. Son bölümünde öne çıkarıldığı gibi sonunda hayat devam ediyor. Öykünün bayan başkişisi hayata coşkulu katılımını engelleyen iç tıkanıklığı aşarak yoluna devam ediyor. ‘Serçeyi Vurdular’ öyküsü kendi bağlamında özgün bir güzelliğe sahip. Çocukluğunda avlayıp öldürdükleri serçelerin ruhlarında bıraktığı derin hüzün ve pişmanlık, yer yer varoluşsal açılımlara yol açacak tahlil ve tanımlama cümleleriyle sürüyor. “Öldürmenin ölmekten daha kötü olduğunu henüz bilmiyordum” Bu arada çocukluk hatıralarına geçiş cümleleri çok başarılı ve yerinde. Son sayfada, serçenin, fabl’larda görüldüğü gibi soru sorması öyküye ayrı bir estetik tat katmış. Kesilmiş veya bir şekilde -nasıl olmuşsa- yere devrilmiş portakal ağacı ile hayatının bütün ve çok yönlü duygularını örtüştürüp anlattığı ‘Uyan Sevgili Ağacım’ öyküsü diğerlerinden az güzel değil. Güzel de, burada önemli bir hususa işaret etmek istiyorum; bu durum öyküyü başarılı kılmak için yeterli olmayabilir. Çocuksu bir masumiyetin duyarlığı iyi. İyi de konunun bireysel ilişkiler düzleminde kurgulanması daha iyi ve etkili sonuçlar verebilirdi. ‘Reçel Kokulu Sabahlar’da, adeta büyülü, masalsı zamanların iyi kalpli kahramanı gibi naif bir anne ve onun yaptığı çeşit çeşit reçelleri anlatılır. Nesnelleşen güzelliklerin, güzelleşen nesnelerin hayatımızda bir hoşluğu var elbette. Bunu görmek, gözlemlemek az hüner değil. Ama ben sadece anlatıdan ibaret öykülerden yana değilim. İnsan ilişkileri daha ağırlık kazanacak tonda belirgin olmalı diye düşünüyorum. Şule’den çıkan kitapta birbirinden güzel 24 öykü var.
Esra Özdemir Demirci’nin Hece’de yayınlanan Deli Cesareti, 17 öyküden oluşuyor. Kitap Gülzade’yi (Çakır)anlatan ‘Köşe’ öyküsüyle başlıyor. Amcası tarafından erkenden yaşlı biriyle evlenmeye zorlanan Gülzade üzerinden, yalnızlığın, kimsesizliğin, sahipsizliğin kucağında çaresiz bırakılan insanların, hususen de kadın ve kızlarımızın trajedisine işaret ediliyor. Hemen her birimizin hayatında bir biçimiyle tanık olduğumuz trajediyi içimiz burkularak, ezilerek okuyoruz. Öykü ağır bir toplumsal yük olan meseleyi kaldırmaya çalışıyor. Kaldırıyor da. Diğer öyküler de keyifle okunuyor. Demirci, an’a yoğunlaşmayı, an’ı öyküleştirmeyi iyi başarıyor. ‘Korku’ da ‘Set’ de bir an üzerine veya bir an’da yoğunlaşan fikrî, hissî gelgitlerden oluşuyor; iç anlatımlarla biçimleniyor. Hemen sonraki ‘Yok’ öyküsü de öyle mesela. Pek açık edilmeyen yaşanmışlıklardan arta kalan veya onların sebep olduğu hayıflanmalar, özlemler, ukdeler, sorular, sorgulamalar… O yaşanmışlıklar daha açık ve belirgin olsaydı, öyküler daha tatmin edici olacaktı. Belli ki yazar buna gerek duymadı. Öykünün somut sınırları gevşetilerek okurun anlam ve yorum alanı genişletildi. Öyküler yer yer bir fotoğraf veya arka kapak yazısını andırıyor (Bunu bir kusur olarak söylemiyorum). Ne ki, ifadeler kusursuz. Zararı yok, acelemiz de yok. Ne diyor Demirci “Gerçeğin aceleyle işi yoktur” Öyküler daha sonra gittikçe duygu derinliği kazanıyor. Örneğin kitaba ismini de veren ‘Deli Cesareti’nde aşkın belli belirsiz ilk devinimini, ilk kıpırdanışını, sonra bir ayrılık ve on yıllar süren unutulmayışlığı okuyoruz. İçli konusuyla ‘Sis’, tutku aşırılığında tekne işleten bir adamın neredeyse hiç eve uğramayarak ihmal ettiği hanımının üç çocuğuyla hüzünlü mağduriyetini hissettiren bir öykü. Dostlar, biliyor musunuz, beni hep bu kitaplar mahvetti.
Fatih Namlı’nın, Şule yayınlarında çıkan Garavu adlı kitabı, 15 öyküden oluşuyor. Kitap ismini ilk öyküsünden alıyor. Daha çok, meyvelerin ağırlığına dayanamayan ağaç dallarına destek için kullanılan çatallı sırıklara ‘garavu’ denir. Yazar bu öyküde, üzerine binen ağırlığa dayanamayıp kırıldıktan sonra yerine dikilen yeni garavu ile birlikte ve o merkezde son derece ve ayrıntılı nesnel bir öykü deniyor. Anlatım çok iyi. Hatta öykü ve romanlarda bence ilk esas olan ‘anlatı becerisi’ konusunda örnek bile gösterilebilir. Eğer, başarılı anlatı insan ilişkileri ile daha canlı kılınsaydı, öykülerin etki derecesi daha fazla artacaktı diye düşünüyorum. Yazar bunu düşlerle, rüyalarla sağlamaya çalışıyor ama öyküye, beklenen duygusal etkiyi sağlayacak hikâye, gizlendiği köşeden çıkmıyor. İmgelem yoğunluğu yüksek, sembolik anlatımı fazla bir soyut öykü olan ‘Porselen Çocuk’, tek başına estetik bir değer olmayı hak ediyor. Öyküdeki vitrin, çağın cazip ilgilerini, insanlarla vitrin arasındaki ilişki, medya ve kültür politikalarının yönettiği kitleleri ifade ediyor olmalıdır. Yoruma açık bir öykü. Yer yer de yüksek düzeyli şiirsel ifadeler var. “Midesi bulanıyor yıldızların”, “Yoldan çıkıyoruz ve göğe düşüyoruz çarparak.” Evet, öykünün şiir olmadığı doğrudur. Ancak bütün edebiyat türlerinin şiirden çıktığı da doğrudur. Namlı’nın yaptığı gibi, kıvamını ölçekli ayarlayarak zaman zaman şiirsel dokunuşlar öyküyü güzelleştirir.
Daha uzun değinmek istediğim için Hüseyin Ahmet Çelik’in, Bozdünya’sını sona koydum: Feretza kitabın ilk öyküsü. Feretza bir öykücünün sanal dünyasında kurduğu çift katmanlı bir öykü. Öykü yazarın yazdığı bir öyküyü düşünmesiyle başlıyor. O düşünce ve öykü tasarısı sanatsal gerçeklik düzleminde yoğun bir duygulanım etkisiyle hem öyküyü kuruyor, hem okurun heyecanını artıran ilgisini harekete geçiriyor. Bu ilgi ve merak hiç eksilmiyor, azalmıyor. Sonra yazar bahçıvan ve yoksulluğun bütün perişanlığını yaşayan Feretza’yı, öyküyü ve yazarı doğrudan etkileyen bir öykü kahramanı olarak daha etkili kılıyor. Bir anlamda kendisi de öyküde kahraman olan yazar, neredeyse kahramanı Feretza’dan daha pasif, edilgen bir konum alıyor. Feretza öyküden çıkıp gelerek, öykünün sınırlarını yıkıp gelerek gerçeklik kazanıyor. Yazar, bu yolla sanat ve gerçeklik anlayışını ve elbette iyi bir öykünün kendi ikliminde gelişip, kurulması gerektiğini ifade etmiş oluyor. Kopmadan, koparmadan bu ve benzer gerilimlerin üstesinden gelirseniz, asıl sanat da sanatçılık da bu işte. Yazar ‘Beyhude’ öyküsünde, bu ustalığı daha farklı bir kurguyla başarıyor: Gecenin son alacasında sabaha doğru bir eli cebinde ikide bir arkasına bakarak yürüyen adamı eksene alarak ona yönelen ilgili-ilgisiz yaşantıların arakesitinde açılan, çeşitlenen öykü, kendiliğinden gelişen (buluşan, ayrışan) akışını çok başarılı bir anlatımla ortaya koyuyor. Bence öyküyü hikâyeden farklı kılan soyutlamalardan biri de, bu akışta buluşan ilgilerin, bu ilgiler ve ilişkilerle süren akış içinde oluşmasıdır.
Üst şuuru ile alt şuuru arasındaki sınırın veya engelin kalktığı kişi çok rüya görür olmalı. Orada düş ve gerçek birbirine karışır veya birbirinin uzantısı olur. Hakikat de öyledir zaten. ‘Rüyabaz’ işte tam da bu gerçekliği veya olguyu anlatan öykü. Hayat sınırların eridiği yerde düş ve gerçeğin kaynaşmasında gizli; orada var oluyor.
‘Yok, Ses Yok’ Patlayan bir bombayla duyma yetisini kaybeden bir insanın bu nimetten mahrum kalışının sıkıntılarını konu ediyor. Bir de adeta varlığını tamamlayan kör arkadaşı vardır. Biri görmez, duyar, bizimkisi görür, duymaz.! İkisi birbirine muhtaç.
‘Çocuk Korkuyordu’ başlıklı hikâye, bir sınır şehri veya kasabasında, patlayan bombalardan korkup geceleri sıçrayarak uyanan bir çocuğu odağa alır. Savaşla değişen insan ve toplum gerçekliği yani tepki ve yönelişler, umut ve beklentiler, öyle güzel hissettirilir, düşündürülür ki: Baba savaştan fırsat kollayıp cüzdanını doldurma derdindedir. Karısı, biraz da bu ilgisizlikten bıkmış, bunalmış olacak ki, meçhul bir aşkta umut, umutta aşk arayışındadır. Kız, var oluşun hayatla anlık, derinliksiz ilişkisini temsil eder. En doğal, en insanî tepkiyi, korkusuyla çocuk verir. Sanki bu bir kusurmuş gibi çocuk dışında herkes “Bunun sebebi ben miyim?” diye sorar. Öykü, gizliden gizliye, alttan alta herkesin, hepimizin buna sebep olduğunu hissettirir. Müthiş!
‘Kontrol Noktası’ adlı öyküyü ayrıca ve geniş olarak irdelemek, değerlendirmek isterdim. Ne ki imkânımız sınırlı. Ailece yolculuk yaparken arabansın freninin boşaldığını fark eden Hassan, soğukkanlılıkla kimseye hissettirmeden yoluna devam eder. Arabada hanımı ve çocukları. Soğukkanlı manevralarla tehlikeli badireleri atlattıktan sonra arabayı bir rampaya sürer. Bariyer gibi bir engele çarparak da olsa araba durmuş, insanlar sağ salim kurtulmuştur. İşte orasının bir askeri kontrol noktası olduğunu sonradan anlarız. “Feyza’nın çığlığıyla açıyor gözlerini. Sert bir şeyi kırıp geçtiler az önce. Vücudunu yokluyor, yara bere yok. Uyuşan ayağını frenden çekiyor. Arkaya dönüyor hemen. İki kardeşi birbirine sarılmış görünce rahatlıyor../.. Gülmeye başlıyor Hassan, katıla katıla gülerek “Allah’a şükür kurtulduk.” diyor. “Arabanın freni…” ../.. Bir anlık korkuyla saklandıkları kum torbalarının üstünden başlarını kaldıran askerler, yaylım ateşine tutuyor arabayı../.. O an şarkı değişiyor. Neşeli bir şeyler çalıyor…/.. Kıpkırmızı bir leke kalıyor aynada.” Aman ya Rabbi!.. Ne korkunç, ne hazin bir enstantane. Bu korkunç olanı bu ustalıkla yansıttığı için muhteşem!.İşte öykü de sanatçılık da budur!.. Özelde Filistin’e ve Filistinlilere Yahudi Siyonist işgalle yapılan zulüm, genelde evrensel zulüm bu kadar ‘dehşet güzel’ ifşa edilir. Bana ‘dehşet güzel’ nasıl oluyor diye sormayın. Beni nefessiz, beni takatsiz bırakan bu öyküler hiç tereddütsüz dünya çapında başarılı öykülerdir,
‘Polaroidin Ağzında’ öyküsünde görüldüğü gibi, bir hikâye anlatıcısı olarak yazarın araya girmeleri can sıkmadığı gibi, hikâyeye ayrı bir hoşluk katıyor. Bu hikâyede yazar, nedensiz, belki psikolojik sebeplerle hanımı tarafından yalnızlığa terk edilen Şamra’nın iki çocuğu ve ayrılmış hanımına rağmen yalnız, sessiz, garip ölümü konu ediliyor. Yazar, ben en basit, en sıradan konuları bile böyle hikâyeleştiririm diyerek, sanat yeteneğini gösteriyor. ‘Sen Bana Bakma’da: Kazanmayı, mevki elde etmeyi varlığının dayanağı sayan insan bu inancına ‘oyun’ coşkusu ve tutkusu ile hayatının her evresinde, çocukluğunda da ilerleyen dönemde de eğilimli oluyor. Değişen bir şey olmuyor. Hayat bir oyundur. Önemli olan gol yememek!
Hüseyin Ahmet Çelik’in çok yüksek düzeyli estetik anlayışı var. Bunu öykünün ikliminden çıkmayarak, üstelik öykü birikimimize değer katarak imge ve metaforlarla kurmayı başardığı çerçeveye felsefeyi de giydiriyor. Ve ne yapıp edip öyküyü gündelik şahsi ilişkilerle müşahhaslaştırıyor. Yani bize ait kılıyor. Veya bizi yani okuru öykünün içine çekiyor.
H. Ahmet Çelik, tam manasıyla sanatçı, tam manasıyla öykücü. Evvela hangi pencereden, hangi düzeyden, hangi aralıkta(n) bakarak öyküyü yakalayacağını biliyor. İsterseniz nereden nasıl veya neye nasıl bakarak öyküyü bulacağını, sonra o öyküye nasıl gireceğini, nasıl anlatacağını, nereye kadar gidip nerede duracağını, okur dimağını tasarladığı güzergâh ve sona nasıl, ne kadar hazırlayacağını, okurun kalbine nasıl düşeceğini, nasıl dolacağını biliyor. Ne kadar araya girecek, aradan ne zaman çıkacak hepsini biliyor. Dostoyevski’nin ilk kitabı karşısında hayranlığını ifade eden eleştirmen Belinski’nin sözünü Hüseyin Ahmet çelik için söyleyeceğim: ‘Sen ne yapmışsın çocuk?’ Muhteşem bir öykücü doğuyor.
*
Ketebe daha fazla roman yayınlamakla asla yanlış yapmıyor.
Nuri Sincanlı’nın ‘Şehir Yıkılırken’ Suat Koçer’in ‘Münferit Bir Olay’ Doğukan İşler’in ‘Binbir’, Alkan Kılıç’ın ‘Duru Göğün Altında’ ve İbrahim Baz’ın ‘Cudi’ romanları bu yayınevince neşredildi. Tarık Tufan Geç Kalan (Doğan Kitap), Hamdi Akyol Kurt Gölgesi (Kapı) adlı eserleri yanında Mesut Doğan’ın, Oblomov’un Dönüşü, İlknur Demirci’nin Kumru ve Gölge’si ile 10 günlük farka takılmasak Serkan Üstünel’in geçen yıl yayıncılığına dâhil edilebilecek ‘Mahir’i Sakın Uyandırmayın’ adlı romanları okurların ilgisini çekti. Bir kanaat oluşturacağı düşüncesiyle bunlardan dördüne kısa bir değini yapmak yerinde olacaktır:
Mesut Doğan, Oblomov’un Dönüşü. İz Yay:
Romanın sayfalarını Gogol’den bir giriş epigrafıyla açıyorsunuz: “Kim olursan ol, ey okur’ diye başlayan cümle ‘bana yardım etmeni rica ediyorum senden’ diye tamamlanıyor.
Roman, kimliği de gizemli olduğu hissettirilen bir mevtanın yine gizemli defin törenini anlatarak başlar. Bu giriş romana nitelik katacak bir merak duygusunu oluşturmaya yeter. Üstelik okurda uyanan merakın tam da Gonçarov’un Oblomov’unkine yaraşır tarzda naif bir tarafı da yok değildir. Kimi sırlar da isabetle hemen orada açığa çıkarılmayarak okurun arayış ve beklemeye sevk edilen merakı, harekete geçirilir. Daha ilk bölümde herkes çekildikten sonra mezarı ziyaret eden esrarengiz kadın kimdir? Tam burada yazar parantez açarak araya girer: (Bu gizemli kadının Olga Sergeyevna mı yoksa Agafya Matveyevna mı olduğunu okuyucu maalesef romanın sonunda öğrenecek.) Tamam, bu da güzel ve yazar-okur ilişkisine estetik bir çeşitlilik katıyor. Ayrıca bu bilmece Gonçarov’un biri ilk dönemde annesi, diğeri son döneminde kendisine bir anne gibi kol kanat geren karısı Olga ve Agafya üzerinden bir ilişki kurmuyor değil. Her neyse, romanın sonunda, ölen kişinin, huyu, karakteri itibariyle Oblomov’u hatırlatan Vali Nezih Bey olduğu anlaşılacaktır. Roman baştan sona tembelliğe taht kurmuş, büyüklük ve seçkinci kompleksiyle hastalık ölçüsünde gösteriş ve imaj tutkunu olan Nezih Bey’i, onun alışkanlıklarını, kasabalıyla ilişkilerini, arkadaş çevresini, kendisine ilişkin efsane düzeyinde abartılan söylentileri, heyecan seviyesi azalmayan ilgiyle anlatır. “Vali Nezih Bey, bir Oblomov gibi hiçbir zaman işe giremeyen ve işsizlikten zevk alamayan, içinde tıpkı bir kütüğün suda başıboş sürüklenirken küçük bir engele takılıp kalması gibi uyuyan yetenekleri olduğuna inanan birisi değildi. O kendisini baştan itibaren diğer insanlara göre üst bir seğmentte görüyordu.”(s.56) “Vali Nezih Bey, işsizliği iş mertebesine çıkarabilen nadir şahsiyetlerden biriydi”(s.56) Nezih Bey’in ana karakterini aynı sayfadaki bu ifadeler özetliyor. Gerisi ayrıntı. Ayrıntı oluşunu önemsiz olduğu anlamında ifade etmiyorum. Bilakis roman (hatta öykü) ayrıntı üzerine kurulur. Hemen sayfayı çevirdiğinizde işte Vali Nezih Bey’in esası belirleyen başka bir ayrıntısı: “Yaşadığı ev eski olmasına rağmen her zaman yeni olan ve evde itibar gören tek şey Vali Nezih Bey’in elbiseleriydi.” “Sevdiği işlerin başında ütü yapmak ve iyi giyinmek gelirdi. Şık giyinmek uğruna yapmayacağı fedakârlık yoktu, giyinme işini adeta ibadet haline getirmişti.”(s.58)
Kitabın son sayfasının son paragrafında iyice belirginleştiği gibi kitaba ismini veren açıklıkta belirtildiği gibi roman, Oblomov karakterinin buradaki ve başka görünümde yansımasını konu ediniyor. Hayat böyle, insanlar böyle işte. Her tipin yüzlerce benzeri burada da var, orada da, her yerde var. Oblomov ve Vali Nezih Bey. İkisi de tembelliğe taht kurmuş, çalışmayı, boş, gereksiz bir uğraş bilen iki insan. Böyle insanlar yok değil. Bu insanlarla birlikte yaşarız, yaşıyoruz. Belki de her birimizde az veya çok biraz Oblomov huyu var. Bu kötü mü, zararlı mı? Bilmem. Onu Patristikler, Prütenler, felsefi düzeyde Unamuno, Russell, bizde ‘Aylak Adam’ romanıyla Yusuf Atılgan, çok net konu edip tartıştılar. Yeri gelince biz de tartışırız. Oblomov hayatımıza renk hatta bir yaklaşıma göre anlam katan tiptir. Şimdilik bu ayrıntıları bir yana koyup teknik çözümlemeler yapmak istiyorum. Gonçarov’un Oblomov’unda somut insan ilişkileri karşılıklı diyaloglarla daha esnek, daha doğal bir bağlam kazanıyor. Burada ise diyaloglar bile anlatıcının yani yazarın anlatısı içinde yer buluyor. Oysa yazarın sürekli ve olur olmaz göndermelerde bulunduğu okur, Nezih Bey’in hayat ve hatıralarını bu birebir ve ikili ilişkileriyle merak etmiyor değil. Mesela limon tezgâhındaki Nezih Bey’i daha yakından izleyebilseydik, sözleri, hal ve tutumu hem romana hem psikoloji disiplinine hem de felsefeye daha fazla katkı sağlayabilirdi. Yazarın anlatım arasında çok sık parantez açıp okura akıl ve emir vermesi, ölçüsünde ve kararında tutulsaydı, vasat bir kabulle birlikte estetik bir fantezi takdirini hak ederdi. Nitekim bu tarz okur-yazar ilişkisini Hugo’dan, az önce ismini andığım Unamuno’ya (Mesela Sis romanı), Oğuz Atay’a kadar birçok yazarda görürüz. Ama yazar bunu gereksiz fazlalıkta ve yer yer işin tadını kaçıracak ölçüsüzlükte yapıyor. Örnek mi? (Titiz okuyucu parçaların maksimizasyonu lafını kesin kafaya takıp kıllık edebilir.)(s.60) “Okuyucu bu “erbain” de neyin nesi der mi der. Derse desin bize ne okuyucudan.)(s.71) (Meraklı okur da bunu biraz merak etse iyi olur.)(s.82) “Sorunun zoru gelsin mi? Kim olabilir bu gizemli adam? Okuyucu yandı şimdi.)(s.165) Daha böyle onlarca cümle, yazarın ifadesiyle ‘kıllık’ var. Bunlar doğru şeyler değil. Oysa daha kitabın ilk sayfasında Gogol’ün dilinden okura ne diyordu yazar?: ‘Bana yardım etmeni rica ediyorum senden’ Hangisi gerçek, hangisi yalan? Şimdi söyleyin bakalım okur bu tutum karşısında nasıl yardımcı olacak? Sonuçta Vali Nezih Bey Gonçarov’u bilmek zorunda olmasa da, roman bize Oblomov’u hatırlatıyor olmakla değerli sayılabilir. Burada kalayım.
Serkan Üstüner’in ‘Mahir’i Sakın Uyandırmayın’ Muhit yayınlarından çıktı. 184 sayfa:
Roman, çocukluğundan beri büyük sıkıntılar, yokluklar, mahrumiyetler yaşayıp, bir umutla İstanbul’a gelip hayata tutunmaya çalışan Celal’in, bir amansız hastalığa yakalanıp vefat eden hanımı Hacer ve daha kundakta bebek iken öksüz kalan, annesizliğin ağır eksikliğini hep yaşayan Mahir’in siyasî çalkantılar ve mafya ilişkileri karmaşasında süren zorlu hayatlarına projektörü tutuyor. Hadiseler, anarşi, mafya, aşk ilişkilerinin roman için elverişli fonunda, okurda merak duygusunu azaltmayarak yoğun ilişkilerle sürüp gidiyor. Bu karanlık ilişkiler ağı, roman için müthiş bir açılım zemini oluşturmaya son derece müsait. Yakın geçmişte ve yaşadığımız dönemde birçok toplum ve siyaset gerçekliğinin farkında olduğu belli olan yazar, romanın bu zeminde şekillenen omurgasını iyi kurguluyor. Keşke biraz daha sabırlı olunsa, ilişkiler oylumlu bağlantılarla derinleştirilseydi; ne güzel olurdu. Yazarlarımızın hiçbir surette anlaşılıp anlaşılmama kaygısı gütmeksizin ne yapıp edip tek düze, tek boyutlu, tek katmanlı kurgu ve anlatımı aşmaları gerekiyor. Unutmayalım, roman karmaşada gizlidir. Buna rağmen mevcut bağlantı ve unsurlar, okurda sonraki bölümde ne olacağı merakını taze tutarak devam ediyor. Romanda Celal’ın patronu Nezir Baba’dan, Mahir’in annesine, Doktor Nazım’a kadar, çeşitli tiplerde yoğunlaşmalar oluyor. İkinci yoğunlaşma bir çeşit kompleksle film çekme işine soyunan Mahir’in bu macerası etrafında oluşur. Bu süreç romancıya sanat, estetik, gerçeklik, psikolojik tutumların irdelenmesi gibi muazzam imkânlar sağlar. Ancak bu imkânların yeterli kullanıldığı söylenemez. Okur bu arada Romana bir münasebetle girip çıkan ve okurun Mehmet Ali Ağca ile örtüştürdüğü Mehmet’i, bütün bu olanlara ve olaylara nasıl bağlanacağını merak ediyor. Sonra Sena ne olmuştur? En nihayet roman, Mahir’i hasta yatağında ateşler içinde sayıklıyorken bırakıp sonlanır. Ama Mahir gerçekten hasta mıdır? Film başarıldıysa Mahir’e hâlâ niçin hasta muamelesi yapılır? Ve evet sonra Mehmet (Ağca) ne olmuştur? Bunların hepsi muğlâk, hepsi okura bırakılıyor. Bu muğlâklıklar romana ayrı bir tat katmaz değildir. Ama yine de her romanın en azından kimi temel yönelim ve gelişmeleri bağıtlayan bir ana çerçevesi olmalıdır. Sonuçta bir çeşit tutunamayanları konu eden bu roman son dönem romancılığımızda kayda değer bir yer edinmeye layıktır.
İbrahim Baz, Cudi, KETEBE;
Tufandan sonra Hazreti Nuh’un gemisi’nin Cudi’ye oturduğu olayın anısına binlerce yıldır sürdürüldüğü söylenen Sefine Şenliklerine iştirak için arkadaşı Halil’in davetine icabet edip 1960’da İstanbul İskender Paşa Camii’nde başlayan tasavvufi yolculuk Diyarbakır üzerinden, Cizre, Şırnak ve en nihayet Cudi dağına uzar. Çoban Halil’in rehberlik ve mihmandarlığında süren gezi boyunca Ömer’e bölgenin dergâhlarından, türbe ve yatırlarına, mollalarından, ağalarına ve yörenin folklorik yaşayışına kadar bir dizi tanıtıcı bilgi verilir. Çoban Halil sürekli Cizre’nin, Cudi’nin tarihî, beşerî hikâyelerini anlatır. Büyük kısmı adeta gezi notlarını andıran kitap, tarihî, dinî, siyasî, ictimaî bilgilerle okuru doyurur, donatır. Öyle ki romanın tanıtım maksadıyla yazıldığı düşüncesine bile kapılabilirsiniz. Bu tutumun hepten yanlış olduğu söylenmemeli; hatta romana ayrı bir boyut kattığı bile ifade edilmeli. Ancak romanın neredeyse sadece bu dil ve unsura dayanarak başarılı olamayacağı zaten bilinmektedir. Romanda çeşitlilik çoğu ören ve ziyaret yeri olan tarihi mekân ve hikâyelerin anlatımıyla sağlanıyor. Bu anlatılar romanı güçlü, zengin kılacak unsura dönüşemiyor. Romana kısmen derviş Yusuf’un şeyhin kızı Hazal’a duyduğu aşk, bir de 27 Mayıs darbesi biraz hareket veriyor. Bunun dışında neredeyse başka da bir çeşitlilik gözlenmiyor. O gerçek duygular da düşler, rüyalar boyunca ilerliyor. Bu bölümlerde kadim, destansı dili hatırlatan anlatım oldukça başarılı. Rüyadan gerçeğe yani realiteye geçişlerde de benzer başarı sağlanıyor. Bu üslubu, tarzı ihmal etmemek lazım. Hazal’a duyulan aşk, çarçabuk manevî veya ilahî aşka dönüşüyor. Bu uygun mudur, böyle mi olmalıdır? Kendi adıma sıkıntı yok. Önemli olan o iklimi, o aşk titreşimini iyi yansıtmak. Keşke Yusuf ile Hazal’ın aşkı ile Çoban Halil’in şuurun derinliğinde kırk yıldır yaşayan aşkı daha fazla ve beşeri boyutları da ihmal edilmeden anlatılsaydı diye düşünmedim değil. Sonra 27 Mayıs askeri darbesi daha derinlikli işlenebilir, esaslı sosyal, psikolojik tahliller yapılabilirdi. Tarihi, tolumu derinden sarsmış bu tarz olaylar roman için son derece elverişli formlar oluşturur. Bu formlar iyi kullanılmalıdır, kullanılmalıydı. Aslında okur bu iklimde bir beklentiye sokulabilir, olaylar merak katsayısı artırılan bir labirentte gelişebilirdi. Bizimkisi sadece bir tavsiye. Elbette yazarın da tercihine saygı duyulmalıdır.
Özellikle ilk bölümlerde roman dili ve ses estetiğine fazla katkısı olmayan ‘ve’ bağlacının çok kullanılması, elbette dizgi ve baskı hatası değil. Ketebe yayınları kitapta yazım veya baskı hatasına daha dikkat etmeli.
İlknur Demirci, Kumru ve Gölge, Şule:
Roman anlayışsızlık merkezli olarak geçimsizlik sonucu ayrılan bir çiftin (Meltem ile Erkam) ayrı kaldıkları zamanki ağır bunalımlarına odaklanıyor. Olaylar Meltem’in dili ve penceresinden, birinci tekil şahıs kipiyle anlatılıyor. Dolayısıyla merkezde hep Meltem var; Meltem’in acıları, iç sıkıntıları, öfkesi, pişmanlıkları ve birkaç kez intiharı deneyecek kadar bunalımları. Olaylar böyle ciddileşip ağırlaşınca okur ilgisiz kalamaz. Kahramanlarını, onlar adına, onlar için düşünür. İşin tuhafı tam da böyle düşündüğümüzde ayrılığı gerektirecek ciddi bir sebep bulamıyoruz. Yok efendim niye izin almadın, niçin gezmeye gitmiyoruz, neden bana öyle söyledin gibi basit, çocuksu nedenlerden başka bir şey bulamıyorsunuz. Belki de diyorsunuz yazar yan anlamıyla biraz da bunu söylüyor: “Eften püften meselelerle huzurumuzu bozuyor, hayatımızı çekilmez kılıyoruz.” Varoluş anlamını yitirmekte olan insanın travması bu değil mi? Önemsiz adamların önemli meseleleri olamaz, olamıyor. Esasen okurda kahramanların kişilik ve felsefe olarak sıkıntıları aşacak donanıma sahip olmadıklarına ilişkin bir kanaat oluşuyor. Yaşanan sıkıntıların kaynağı, hayat ve varlığa ilişkin bilgi, samimiyet, istek ve tecrübe yoksunluğudur. Okurda böyle bir izlenim oluşuyor. Meltem hep sıkıntılarını anlatırken okur, ‘iyi ama sen de durup dururken kendine sıkıntı çıkardın’ der gibi bir zihni devinim yaşıyor. Teknik olarak tek boyutlu, tek katmanlı bir anlatım var. Ayrı bakışlar, ayrı değerlendirmeler denenseydi daha etkili olurdu. Bu etkileri kısmen Meltem’in abisi ve ailesinin tutumları anlatılırken görmüyor değiliz. Erkam’ın dilinden ve açısından da mutlaka anlatımlar olmalıydı. O zaman roman daha doyurucu, daha eksiksiz olurdu. Sonra Meltem’in araya sokuşturulan kısa dönemli iş tecrübesi, arada fırsat kollayan halis veya kötü niyetler toplum ve insan gerçekliğimizi yansıtan tonda daha fazla dal budak salarak verilebilirdi. Bu bağlamda ‘Serhat Bey’ figürü bu aralıkta daha etkili kullanılabilirdi. Bu haliyle roman uzun hikâye bağlamından kurtulamıyor olsa da, yormayan, su gibi akan anlatımını beğendim doğrusu.
Türkiye Yazarlar Birliği’nin bu yılki romancı ödülüne de mazhar olan İlknur Demirci, öyle güzel anlatıyor ki… İki öykü kitabından sonra bu roman, gelecekteki gerçek şaheserlerin öncü ve habercisi olarak değerlendirilmelidir. Tebrik ediyor, başarılar diliyorum.
Okuduklarımdan bir arakesit sunduğum kitaplar üzerinden paylaştığım kısa kritiklerim, okurlarımızın yargı gücüne katkı verirse, bundan ilave bir mutluluk duyacağım.