Portre ya da biyografi, sadece şairlerin kendilerini konu edinmez. Onların eserleri de portre veya biyografi konusu olabilir. Âcizane kanaatimiz bu yöndedir.
1900’lerin başlarından itibaren, Osmanlı’nın son – Cumhuriyetin ilk döneminde yaşamış ve Türk edebiyatına damga vurmuş Mehmet Âkif, Yahya Kemâl, Necip Fazıl, Nâzım Hikmet gibi büyük şairlerin, kendileri önemli bir biyografi ve portre konusu oldukları kadar, eserlerine portre ögeleri açısından yaklaşıldığında, zengin birer malzeme arz ettiklerine şahit olunacaktır.
Bu fakir, 2017’de Yozgat Bozok Üniversitesi’nce düzenlenen bir sempozyuma, ‘Necip Fazıl’ın eserlerine portre gözüyle göz atmak’ temalı bir çalışmayla katılmış ve çok zengin malzemelerle karşılaşmıştım.
Bu kez bu ‘2021 – Mehmet Âkif Yılı’ olması nedeniyle, Âkif’in yedi bölümden meydana gelen Safahat adlı muhteşem eserine, bu çerçevede göz atmaya çalışacağız.
Âkif’in büyük bir külliyat – şimdilerde buna bütün eserleri veya bütün şiirleri deniyor matbuat âleminde – portre gözüyle göz atmaya geçmeden önce, – dilerseniz- merhumu kendi dizeleriyle tanıyalım:
Bir yığın söz ki, samîmiyyeti ancak hüneri
Ne tasannu’ bilirim, çünkü, ne sanatkârım
Şi’r için göz yaşı derler; onu bilmem, yalnız,
Aczimin giryesidir bence bütün âsârım
Ağlarım, ağlatamam; hissederim, söyleyemem;
Dili yok kalbimin, ondan ne kadar bîzârım
Oku, şayet sana bir hisli yürek lâzımsa,
Oku, zîrâ onu yazdım, iki söz yazdımsa
Evet; – kendi deyimiyle – bir hisli yürektir Âkif. Tam da budur işte. 1910’ların şartlarında çatırdayan İslâm Dünyasının ve her bir cepheden zillet ve mağlubiyet haberleri gelen altı asırlık Osmanlı milletinin dertleriyle lebalep dolu, figanını şehir şehir, kürsü kürsü, vaaz vaaz, şiir şiir, mısra mısra anlatmaya çalışan bir hisli yürek.
Şimdi gelin; o hisli yürekin şiirlerinde hangi portre unsurları var, – birlikte – göz atalım:
Âkif, Fatih Camii şirinde, camide gördüğü birini bize (okuruna) portre dizeleriyle şöyle anlatır:
“Beyaz sarıklı, temiz, yaşça elli beş ancak; / Vücudu zinde, fakat saç, sakal ziyade ak / Mehib (heybetli) yüzlü bir âdem: Kılar edeple namaz. (1)
Âkif, Halkalı Ziraat Mektebi’nde bir öğrenciyi, Hasta şiirinde şöyle tanımlar bize: “Bir uzun boylu çocuk… / Rengi uçmuş yüzünün, gözleri çökmüş içeri / Elmacıklar iki baştan çıkıvermiş ileri / O şakaklar göçerek cepheyi yandan sıkmış / Fırlamış alnı, damarlar da beraber çıkmış / Bet beniz kül gibi olmuş uçarak nûr-i şebab / O yanaklar iki solgun güle dönmüş, bîtâb!”
Âkif, o kadar başarılı bir hasta resmi çizer ki sözcüklerle bize, capcanlı bir ölüyü resmeder adeta: “O dudaklar morarıp kavlanmış artık derisi” ve “İki değnek gibi yükselmiş omuzları yukarı.” Ona göre hasta bir kemik külçesidir zaten.
Ve portresinin finalini muhteşem yapar Âkif:
“Soydu bîçâreyi üç beş kişi birden, o zaman / Aldı bir heykel-i üryân-ı sefâlet meydan.’ (2)
Âkif, o ciddi, düşünceli, dünyanın – buna İslâm dünyasının demek daha isabetli olur-, derdini omuzlayıp da şî’reden Âkif, – kendisinden hiç beklenmeyecek tarzda -, ironi de yapar şiirlerinde. Kim bilir, belki böyle nefes alır o da:
“Bizim mahalle de İstanbul’un kenârı demek / Sokaklarında gezilmez ki yüzme bilmeyerek!
Âkif, arkadaşıyla bir sabah, evinden çıkıp işine giderken, ‘sokaklarında gezilmez ki yüzme bilmeyerek’ diye mizahi bir dille hicvettiği mahallesinin bir köşesinde yerde bir küfe görür. Bu bir hamal küfesidir. Genişçe ve epey eskidir. On üç yaşında bir çocuk (Hasan) gelir, tekmeyi basar küfeye, “Benim babam senin altında öldü, sen hâlâ / Kurumla yat sokağın ortasında böyle daha!” diye söylenerek.
Âkif, merhum sahibinin dilinden küfe hakkında, Çok uğurlu bir küfedir, kalmadım hemen yüksüz sözünü söyletir. Merhumun eşi oğluna küfeyi, baban gidince demek kaldı öksüz diye vasf eder. Küfe uğurludur ve de öksüzdür. Bu kadar ayan beyan. Âkif budur işte; tanıdığı insanlar kadar, karşılaştığı nesnelerin de sıfatları bulunur onun lugatında. Hem de capcanlı sıfatlar.
On üç yaşındaki Yetim Hasan ile Âkif, kısa süre sonra, Fatih’te, Kömürcüler Kapısında, bir ikindi üstü karşılaşacaklar ve bizimkisi onu bakınız nasıl vasf edecek, resmedecektir: “Cılız bacaklarının dizden altı çırılçıplak… / Bir ince mintanın altında titriyor, donacak! / Ayakta kundura yok, başta var mı fes? Ne gezer! / Düğümlü alnının üstünde sâde bir çember / Nefes değil o soluklar, kesik kesik feryad; / Nazar değil o bakışlar, dümû-ı istimdad (yârdim dileyen gözyaşları) / Bu bir ayaklı sefâlet ki yalnayak, baş açık; / On üç yaşında buruşmuş cebîn-i sâfı (tertemiz alın), yazık!” (3)
Âkif, Hasır şiirinde, Fatih’te Yayla Semtinde, baharat, iğne iplik satan bir Attar dükkânında, çocuğu yılancık olduğundan afyon (ilaç) almaya gelen müşteriye, hastasını şöyle vasf ettirir:
“Sübek kadar yüzü Hütdağı kesildi.” (4)
Sibek, eskiden beşiklerde erkek çocuğunun çişi için yapılmış tahta boru, kamış. Hüt Dağı, Uhut Dağının bir söylenişi. Hüt Dağı gibi demek, halk arasında ‘çok şişmiş’, ‘patlayacak kadar şişmiş’ manasında kullanılan bir deyim.
Bu şiirde geçen hasır, vefat eden kimsesiz bir bayan cenazeye sarılmıştır. Âkif, onu Kapandı ketmi-i adem heybetiyle (Yokluğun sırrı heybetiyle) şeklinde vasf eder. Ya cenazeyi mezara indirirken yardım eden mezarcının yüzünü? Mezarcının o kürek yüzlü dest-i lakaydı yani metal bir kürek gibi hissiz yüzü ve eli olan mezarcı. Birinci sınıf bir betimlemedir elbet burada Âkif’in yaptığı.
Âkif, Kocakarı İle Ömer şiirinde, İkinci Halifemiz Hazreti Ömer’i bakınız hangi kelimelerle / dizelerle vasf ediyor: “Ansızın bir müheykel arâbi! / Bembeyaz bir ridâ (örtü) içinde garip / Geliyor muttasıl mehib mehib (heybetli) / Bir de baktım Ömer değil mi imiş.”
Âkif, ‘açız’ diye inleyen torunlarını avutmak için gecenin bir vakti çömlekte taşlarla su kaynatan kadından, – günümüz tabiriyle – yukarıdan aşağıya bir güzel fırça yiyen halife Ömer’in gidişini bakın nasıl tasvir ediyor, o hisli yüreği ve zengin lugatıyla: “Halife önde, bitik, suçlu, münfa’il (kırılmış), nâdim (pişman) / Ben arkasında, perişan, çadırdan ayrıldık” (5).
Âkif, Köse İmam adlı şirinde, bahse konu ettiği Köse İmam’ın portresi “İlmi az, görgüsü çok, fıtratı yüksek bir imam’ diye resmeder bize. (6)
Âkif, Bebek şiirinde, kendi kızları yedi yaşındaki Cemile ile beş yaşındaki Feride’nin isteği üzerine aldığı oyuncak bebeği bakın nasıl anlatıyor: “Kiraz dudaklı, üzüm gözlü, inci dişli, iki edalı yosma getirdim.’
Aynı şiirinin devamında küçük kızı Feride’nin psikolojisi için ‘müstear sürûr’ ifadesini kullanır. Müstear sürûr yani gizli, dışa vurulmayan, derin bir sevinç. (7)
Âkif, Süleymaniye Kürsüsünde (Kardeşim Fatin Hoca’ya) şiirinde, ‘Ne Haliç’in o yosun çehreli miskin suları’ şeklindeki muhteşem betimlemesiyle adeta resim yapıyor.
Ya sahildeki evlerin psikolojisini nasıl resmediyor dersiniz: “Sâhilin, başbaşa vermiş, düşünen, pis, eski / Ağlamış yüzlü, sakîl evleri.’
İşte budur büyük şair Âkif; müstear dilleriyle, evleri böyle konuşturur. (8)
…
Âkif, Berlin Hâtıraları şiirinde şimendifer biletçisini bakınız nasıl anlatıyor: Biletçi nerde mi? Kumpanyanın o nazlı kulu.
Tren garında bilet kuyruğundaki itiş kakıştaki birinin psikolojisini ise herif de amma hışır sözüyle resmediyor bize. (9)
Yine aynı şiirinde Berlin otellerini ve sokaklarını, bakınız bizlere nasıl tasvir ediyor:
Meğer oteller olurmuş saray kadar mamur / Sokakta kar yağadursun, odanda fasl-ı bahar, / Dışarda leyle-i yelda (uzun gece), içerde nısf-ı nehâr (gün ortası). (10)
Âkif, Berlin’de gördüğü fenni (teknik) düzey karşısında şaşkındır. Şaşkınlığını ve gördükleri karşısındaki mahcubiyetini ise ‘hey alık kelebek’ mısraı ile ifade eder şiirinde. (11)
Duyunu Umumiye binasına benzettiği bir Berlin Kahvehanesinde karşısında bir aile oturmaktadır. Onun tabiriyle Ridâ-yı mateme (yas kıyafetine) girmiş bir ailedir bu baba, anne ve çocuktan ibaret üç kişilik aile.
Annenin sönük bakışlarından çok etkilenen Âkif, onun psikolojisini şöyle tablolaştırıyor:
Zehirli bir düğüm olmuş dudaklarında keder Çözülmüyor, onu ancak çözerse girye (gözyaşı) çözer.
Kadının hüznünden o kadar çok etkilenir ki Âkif’in merhamet ve şiir abidesi yüreği, – moda tabirle- empati yapar ve Balkan Harbi’nin hemen ardındaki o günlerde, benzer duyguların yabancısı olmadığı iddiasıyla, ona şu muhteşem mısraı söyletir:
Mesâbin (belaların) ezelî âşinâsı varsa, biziz: (12)
Âkif, Safahat‘ın altıncı bölümü olan uzun, seksen sayfa uzunluğundaki Asım şiirinde altmış beşine varmış, onların semtinde sekiz ev-dört arsa kapatıp mal mülk edinen, mütekâid (emekli) bir paşayı, derken incelmeye, gencelmeye kalkıştı diye hicveder ve kılık kıyafetindeki değişimi bakınız nasıl resmeder:
Saç sakal tuttu ne hikmetse bir acâip renk; / Kalafatlandı bıyıklar, iki batman, bir denk!
Çehre allıklı sabunlarla mücellâ (parlatılmış) her gün / Fes yıkık, kelle çıkık, kaş yılışık, göz süzgün;
İğne, boncuk, yakalık, tasma, yular… Hepsi tamam / Koç yiğit sanki bunak! (13)
Evet; büyük şairler böyledir.
Onların şiirlerinde edebî sanatların zarif uygulamaları yanında, edebî türlerin çok güzel uygulamalarına da rastlarsınız.
Âkif’te de böyledir.
Bu çalışmada zikrettiğimiz, on üç şiirinden on üç zengin portre betimleme ve örnekleri yanında, çalışmaya devam ettirdiğimizde – belki – bunun üç dört katı daha portre dizelerine rastlayabiliriz.
Netice itibarıyla, diyeceğimiz şudur:
Âkif, büyük şairliğinin yanı sıra, başarılı bir hikâye anlatıcısı, güçlü bir portre yazarı ve etkili bir deneme / düşünce adamıdır.
Bundan hiç kuşku yok. Onun şiirlerine göz atan, bu tespitimizdeki üç unsura da şahitlik edecektir zaten.
İncelemeye esas olan Safahat baskısı: Mehmet Âkif Ersoy, Safahat, Ravza, İstanbul, 2008,484 sayfa,
- ‘Fatih Camii’, S.25,
- ‘Hasta’, s.26-27,
- ‘Küfe’, s.35,
- ‘Hasır’, s.41,
- ‘Kocakarı ile Ömer’, s.95-97,
- ‘Köse İmam’, s.122,
- ‘Bebek’, s.143, 145,
- ‘Süleymaniye Kürsüsünde’, s.148,
- ‘Berlin Hâtıraları, s.288,
- A.g.e. s.290,
- A.g.e., s.294,
- A.g.e. s.295,
- ‘Asım’, s.325, 326