En son televizyonda bir tartışma programında gördüğümde iyice zayıflamış, rengi uçmuştu. Zaten oldubitti yükseltmeyerek konuştuğu sesi adeta fısıltı gibi çıkıyordu. Ahmet hastaydı. Kanser tedavisi gördüğünü söylemişlerdi. Bir de Covid’e mi yakalandı yoksa? İlkin yayıncıya içerledim. Arkadaş adamcağızı niçin rahat bırakmazsınız? İnsanı siyasî, ideolojik programlarınız içinde son nefesine kadar tüketmeseniz olmaz mı? Hemen ortak bir dostumu aradım. Biliyorsa numarasını alıp bir telefon açayım dedim. Onda da yokmuş. Onunla ilgili güzel hatıralarını paylaştı benimle. Bir hafta on gün sonra 14 Kasım 2020’de Ahmet’in vefat haberi ile sarsıldım. Ahmeeet. Ahmediiim.
Çokları Ahmet Kekeç’i Akit, Milli Gazete, Yeni Şafak, Star, Sabah gibi gazetelerde mizahî, ironik bir o kadar da dehşetli köşe yazılarıyla tanır. Gazete fıkra yazarlığında kalemini demokrasi, insan hakları, özgürlükler ana teması etrafında darbecilere, vesayetçilere karşı, mazlumdan, mağdurdan yana kullandı. Başından sonuna kadar okkalı, usturuplu ifadelerle su gibi akan kitapları, aktüel ilgilerin ötesinde derin, geniş bir yakın dönem tarihi ve yerli değerlerin bilinciyle donanmıştı. ‘Beni Türk İmamlarına Emanet Ediniz’, ‘Oyun Kuranlar ve Oyun Bozanlar’, ‘Yurtta Sus Cihanda Sus’, ‘Gazeteciyim Ama Tedavi Görüyorum’, ‘İnek Sosyalizmi’ gibi okunması birbirinden keyifli kitaplarla kendi medeniyet değerlerine ve kimliğine uzak düşmüş, uzaklaşmaya zorlanmış Türkiye’nin, hususen de Türkiye’nin siyasetçi, sanatçı, aydın elitlerinin fikrî, sosyal sefaletini alaycı, iğneleyici üslupla anlatır. Çoğu zaman bir kavgaya tutuşur. Hemen her yazısında Kemalizm, demokrasi, solculuk, ilericilik arkasına gizlenen doğrusu başka da hünerleri olmayan şaklabanları deprem gibi sarsar, dut gibi silkeler. Zorbanın yakasından tutulur, yalanın maskesi yırtılır, sahtelik açığa çıkar, samimiyetsizlik deşifre olur. Onun, milletin inanç ve medeniyet değerlerine küfretmeyi çağdaşlık sanan bu güruha karşı verdiği kavganın tam orta yerinde yazdığı bu tarz kitapları ayrı bir araştırma konusu edilmelidir. Ne ki, gazete ve televizyon ekranlarında aktüele ilişkin yaklaşım ve yorumlarıyla öne çıkan kimliğinden ayrı olarak, ben onu sanat ve edebiyat ilgileri ile konu edeceğim.
Malatya’da komşu mahallelerin çocuklarıydık. Bizden iki sokak ötede oturuyorlardı. Sınıflarımız ayrıydı ama liseyi birlikte okuduk. Sessiz, sakin kendi halinde bir arkadaşımızdı. Birlikte müdavimi olduğumuz Hayırlarda Yarış Cemiyeti ve Boğaziçi çevresiyle birlikte yakınlığımız fazlalaştı. Bu dönem Malatya kültür ve sosyal çevresinin üzerimizdeki etkisini muhtelif vesilelerle anlatmışımdır.
Ahmet evvela yaradılış olarak farklı, çok farklıydı. Hayatın ve varlığın ince esprilerini yüksek bir dil imkânı ile fark etmek onun adeta ruhuna işlemiş en ayrıcalıklı yanıydı. Biz genç arkadaşlarımızın çoğu, yaşımızın toyluğu ile biraz daha sathi ve radikal eğilimler içindeyken, Ahmet, kelimelerin büyülü, duyarlı dünyasını çoktan keşfetmişti. Daha lisede birlikte çıkardığımız duvar gazetesine verdiği katkı sırasında onun kelime seçimiyle tebarüz eden dil ve ifade hassasiyetini takdir ederdim. Takdir etmemde fikir kulübü üyeliği yanında edebiyat öğretmeni olan dayım Hasan Begeç’ten her gün öğrendiğim yeni şeylerin payı büyüktü. Baştan beri Ahmet’le dostluğumuz nezih, estetik ilgiler düzleminde biçimlendi. Bu hassasiyet onun sanatsal çalışmalarına daha fazla katılma yollarını açacaktı. O sıralar Ahmet’in haftalık mizah dergisi Gırgır’da mizahî öyküleri yayınlandı. Kısa süren bu fasıldan sonra kendini bütünüyle edebiyata verdi. Bu yönelişine başka bir lisede edebiyat hocası ve romancı olan Hüseyin Karatay’ın ve daha o yıllarda Mavera ve Düşünce dergisinde esaslı yazı ve şiirleriyle şöhret olan Cumali Ünaldı Hasannebioğlu’nun etkisi büyüktü. Bir de hiç kuşkusuz rahmetli Said Çekmegil’in. Çekmegil’in vefatı üzerine Yeni şafak’ta yazdığı ‘Benim Said ağabeyim’ başlıklı yazısı, düşünce ve duyarlığının oluşmasında etkili olan kimi kişi ve ilişkilerden bahsetmesi cihetiyle bir düşünür, sanatçı, yazar olarak Ahmet Kekeç portresini tamamlayan önemli çizgiler içerir.(*)
Ahmet Kekeç daha ilk gençlik yıllarımızda Mavera’yı, Karakoç’un Diriliş’ini Pakdil’in Edebiyat’ını, bizim kesimden bütün yazarları izliyordu. Dostoyevski’den Tarık Buğra’ya, Joyce’a, Faulkner’a kadar harıl harıl okuyordu. Koltuğunun altında Kemal Tahir’den, Selim İleri, Adalet Ağaoğlu, Oğuz Atay, Tomris Uyar, Rasim Özdenören’den mutlaka bir şeyler görürdünüz. Doğrusu ben de bu yazarların birçoğuna meselâ Tomris Uyar’a, Feyyaz Kayacan’a, Bilge Karasu’ya, Adalet Ağaoğlu’na, Selim İleri’ye onun vesilesiyle başlıyorum. Bugün gibi aklımda İleri’nin ‘Her Gece Bodrum’ ve ‘Cehennem Kraliçesi’ romanlarını eş zamanlı okumuştuk. Ancak ben Ahmet’ten ayrı olarak balıkçı kahvelerinde, dalgakıran ve teknelerde, palmiyeler altında pansiyon ve gece yürüyüşleri arasında gidiş gelişlerden başka kurgusu olmayan bu romanları pek beğenmemiştim. Aralara serpiştirilmiş müstehcenlikler, yer yer varoluşsal felsefi bunalım ve arayışlar, romanlara aradığım niteliği katmaya yetmiyordu. O sıralar benimkisi çiçeği burnunda bir okur kanaatiydi. Ahmet’se Yaşar Kaplan’ın Aylık dergi’sinde yazmaya başlamıştı çoktan ve esaslı öyküleri yayınlanıyordu. Daha fazlasıyla andığım tüm eser ve kaynaklardan gerektiği gibi, gerektiği kadar yararlanıyor, ancak dili, tarzı ile kendine has özgün verimlere dönüştürüyordu.
Okuma, yazma, onda yaşama biçimine dönüşmüştü. Gün yirmi dört saat sanatla, edebiyatla, estetikle iç içe yaşıyordu. Ceketinin, kabanının ceplerinde kitaplar, dergiler… Öykülerini, kitap ve dergi arasındaki sayfalarda, bazen küçük notlar olarak cebinde taşıyor, tıkanmış bir cümle olmadık bir zamanda akış kazanıyor, yerine oturmayan bir kelime yine beklenmedik bir ilhamla başkasıyla yer değiştiriyor, cümle veya paragraf tamamlanıyordu. Birlikte olduğumuzda cebinden kelimeler, cümleler çıkarıp okuyor; bizim görüşlerimizi alıyor, eklemeler, çıkarmalar yapıyor, notlar düşüyor. Yeni bir şey mi düştü aklına ilham kaçmadan hemen not ediyor. Evde bir daha, bir daha çalışıyor derken öyküyü tamamlıyor. O öykülerini bir şair titizliği ile ve gerçekten özen göstererek yazardı. İşçiliği kuvvetliydi. Kendi payıma ben o incelikte, belki o ciddiyette bir çalışma alışkanlığı edinemedim. Elbette bu tarzlarımızın doğru veya yanlış olması anlamına gelmez, gelmiyordu. Hayatı, olayları izleme, algılama, kurma, metin oluşturma biçimlerimiz farklı, farklıydı.
Yayın ritmi bir yana Aylık Dergi’de yayınladığı daha ilk öyküleri, dili, kurgusu ile çok yeni ve gerçekten sağlamdı. Evvela çoğu klasik hikâyelerimizde görülen tek katmanlı, tekdüze anlatımın sınırlarını aşıyordu. Bizleri, o dergiyi hatta o dönemi aşan öykülerdi bunlar. Bunun da ilk sebebi Ahmet’in kendini aşmış olmasıdır elbette. Öykü anlayışının oluşmasını sağlayan bütün birikimlerini ustalıkla birleştiriyor, ayrıştırıyor, yeni bir üslup ve anlatma biçimiyle sayfalara aktarıyordu. Onun öyküsünde Çehov’u da Sait Faik’i de, Sabahattin Ali’yi, Oğuz Atay’ı, yerine göre Edgar Allan Poe’yu, Borges’i de, Bilge Karasu’yu, Nazlı Eray’ı da bulabilirdiniz. Hepsi vardı ama kendi dünyası içinde birine takılıp kalmamış, hepsini aşmış, kendi yolunu yordamını bulmuştu. Bana sorarsanız sadece Aylık Dergi’nin değil, o dönem Türkiye’nin en iyi öykücülerinden biriydi, biridir. Hatta bugün bile öykülerinin aşılamadığını söyleyebilirim.
Birçokları onun katmanlı, iç anlatımlı, geçişli öykülerini anlamakta zorlandılar. Bu Ömer Seyfettin’den Sait Faik’e kadarki hikâyecilik geleneğinden farklı bir açılımla hayatı, insanı konu eden bir türdü. Kekeç buna kelimenin tam anlamı ile ‘öykü’ diyordu. Öykü bir anlamda yaşadığımız dünyanın bireysel insan ilişkilerini esas alır. İşte burayı iyi anlaşılmalıdır. Nasıl ki bir dönem destanlar, masallar, kıssalar, söylendikleri zamanın, toplumsal, tarihsel gerçekliklerinden çıktıysa, işte şimdi de insanı yalnızlaştırıp izole eden kent olgusu ve modern yaşama biçimi ile öykü ortaya çıkmıştı. Öykü, toplumdan ve ötekinden yalıtılıp yalnızlaştırılmış, anlık, karmaşık, muğlâk yaşayan insanın, çaresizliğini, güçsüzlüğünü, çelişkilerini, çözülmesini, gelgitlerini yansıtmaya en elverişli türlerden biriydi. Bu kuramsal açıklamayı zorunlu kılan anlayış göz ardı edilirse, Kekeç’in öyküleri de öykü dünyası da doğru anlaşılmış olmayacaktır.
İlk öykülerinden kimilerini ‘Son İyi Şeyler’ ismiyle kitaplaştırdı. Ben onun başka ve birbirinden başarılı öykülerinin olduğunu biliyor ve bu yayınların devamını sabırsızlıkla bekliyorum. Kekeç’in hemen hepsinin arka plan ve oluşumuyla nasıl yazıldığını az çok bildiğim bu öyküleri, onun bilinç akımına yakın tarzının hem başlangıcını hem de vazgeçemediği tarzını oluşturdu. Ustalıklı betimleme ve tadında gizleyişle kendini belli eden bu tarz onun sonraki eserlerinde ana damarların belirlenmesine yol açtı. Örneğin ‘Son İyi Şeyler’de konuşmalara sinen, serpilen yaşam ve yaşantılar bir bakıma Ulufer romanının önemli bir kısmının özet yansıması gibidir.
‘Atlas’ adlı öyküde; gurbetten memleketine gelen kişinin kardeşi Kerem’i aramasına odaklanan öyküsü, onun çevresinde geçmişe ve çocukluğuna anlık gidişler ve dönüşlerle kurgulanıyor. Bu gidiş dönüşler arasında açıklayıcı ilişkiler veya ilişkileri açıklayan cümleler hemen hiç yok gibi. Yazar kendini buna mecbur hissetmiyor. Öykü böyle bir açıklığa (veya açıklamaya) sahip olmak zorunda değil ona göre. Çünkü öykü roman değil. Çoğu zaman birbirinden kopuk gibi gelen, duyarlı bir hayat ve anlayışı yansıtan çağrışımlarla anlam kazanan öyküler, bu yönüyle şiirsel bir renk ve ritim kazanmaz değildir. Kekeç’in öyküleri bütünüyle gizlere sarılıp saklanmaya, itildiği, bastırıldığı yerde kıpırdamaya çalışan bireysel duygularla, hayıflanmalar, pişmanlıklar, ikircimlerle ne kadar muğlâksa, romanları da yalın dil ve anlatımıyla o ölçüde açıktır.
Müstear yayınladıklarını saymazsak yazarı romancı kimliği ile ilk kez ‘Yağmurdan Sonra’ ile okuduk. Çıkar çıkmaz okumamın üzerinden en az yirmi yıl geçen bu kitap 28 Şubat darbesi ve zulmünü en iyi anlatan romandır. Askerlerle birlikte medyayı ve yargıyı sorumsuzca kullanan karanlık odakların Türkiye’yi geren kaotik düzeni romanın ana formunu oluşturur. Bu kaotik baskının etkilediği bireysel ilişkiler üzerinden muhafazakâr kesimin hayat ve insan algısı üzerine bir öz eleştiri de yapılır. Romanın başkişisi Cengiz bey’in yeni evli, oyuncak mağazası işleten oğlu Murat, entelektüel kaygıları olan bir insandır. Murat, Cengiz Bey’e ve Mahmut Bey’e karşı çatışma istemeyen ancak hep içine atan kişiliğiyle aslında sabır ve tahammül yüklü ortalama Anadolu insanını temsil eder. Suskunluğunun gerisinde kendisiyle girdiği çatışma vardır. Gelenek, iman, çıkar, daha da önemlisi hayat bu çatışmanın neresindedir? Çatışma bu hayatın neresinde? Romanda Remzi’nin, Murat’ın, Hülya’nın, Rana’nın temsil ettikleri kesim ve anlayışlar yaşananlara çok boyutlu, derinlikli ışık tutar. Mesela bir defasında Remzi “Ulan” der, “İçine edeyim sizin kurtardığınız memleketin. Akşamdan beri bir çuval alafortanfonik laf ettiniz de, biriniz kalkıp şu çayın altını söndürmedi. Siz bu kafayla mı memleketi ihya edeceksiniz?” Hayattan kopuk uçuk kaçık üfürmelerle düzen değiştirmeyi amaçlayan radikal hafiflikler, bu kadar güzel anlatılır. Hayatın çelişkileri sadece bunlar değildir. Göründüğümüz biçimle olduğumuz biçimin farklılığı, başkasını aldattığımız her durumda kendi aldanışımızı ne mazur ne haklı gösterir. “İçinde yürüyen o ılık şeyin rüzgârıyla bir kez daha sarsıldı”../..bir ara eli kazayla Hülya’nın eline dokundu. Çekmedi elini kız. Ola ki, kaza diye düşündü o da. Hadi tam sırası. Başla… Ona duyduğun yakınlıktan söz aç… Her gün görmek istediğinden filan…” Yoluna böyle kazaların çıkmasını umut eden bilinç, kendisi için gerçekten selamete çıkacak yolu bulur mu, bulacak mı? Oldukça yalın dil ve kurgusuyla bir darbenin hazırlandığı süreçte hayatın çoklu kuşatmasını içeriden ve dışarıdan bakışla kritik eden bu eser, romancılığımızın yüz akı olmuştur.
Ahmet Kekeç ikinci romanı ‘Ulufer’de üç kardeşin ortancası olan Mehmet Ali’nin öyküsü etrafında Anadolu insanının hayata bakışını, hallerini, yaşantısını, içinde gizli tuttuğu duygularını, aşklarını, öfkesini olabildiğince nesnel bir dille ama içsel bir gözlemle anlatıyor. Romanın birinci tekil şahıs kipiyle Mehmet Ali’nin ağzından anlatılması, etki gücünü artırıyor.
Nalbantlık ve yem ticareti yapan bir babanın üç oğlu: Büyüğü Haydar, ortancası Mehmet Ali, küçüğü Hasan. Kentleşme ve modernleşmeyle birlikte işler zora girmiş, bunu erkenden gören baba, İskenderun Demir Çelik Fabrikasında işçi olarak çalışmaya başlamıştır. Dükkân çocukların, daha çok Mehmet Ali’nin omuzlarındadır. Haydar, hayta bir hayat yaşar. Ticarete ilgisizdir. Mehmet Ali o işi öylesine, bir anlamda kendi üzerine kaldığı için sürdürür. Asıl sanat, edebiyatla hususen de şiirle ilgilenir. Dergilere şiir gönderir. Estetik arayışları hayata bakışına, dost seçimine kadar etki eder. Ulufer’i (Nilüfer) sevmektedir. Ulufer bir Alevî kızıdır. Bu yakınlığı Ulufer’in ailesi, özellikle de dayıları istemez. Bu yüzden Mehmet Ali’yi döverler. Mehmet Ali, sevgisi Cavidan ve Kumluca’da eczanesi olan Sündüs’e de yönelmektedir. Ne de olsa bir şair gönlüdür bu. Bu ikilem arasında kötü yollara düşen Cavidan’ı başarısız kurtarma girişimi sonrasında bir cinayet işler. On yıl mahpus yatar. Çıkınca evine, Hasan’a, İskenderun’a döner. Döner ancak yoğun yabancılık duyguları altında bunalır, orada duramaz; gider. Bindiği vapurda Sündüs de bir yolculuğa çıkmaktadır. Bu yolculuk kaderin kendi örgüsü ve akışı içinde birleştirdiği Mehmet Ali ile Sündüs’ün yeni bir hayata yolculuğu mudur? Orası belli değildir.
Roman Kafka’nın romanlarında aslında bütün başarılı romanlarda olduğu gibi aşka, hayata ilişkin bir umut belirtisi ile biter. Kekeç, bu romanıyla edebiyatta geldiği veya varmak istediği yer hakkında müthiş işaretler vermiştir. Evvela sanat başarısını alengirli, karışık, karmaşık ifade ve kurgularla değil, bilakis yalın anlatım ve kurgularla sağlamıştır. Bir romanın anlatım gücü, karakter ve hikâyeyi aktarma (yaşatma) başarısıyla değer kazanacağının örneğini vermiştir. Aktardığı tipler, istisnasız örnekleriyle bu toplumda yaşayan insanlardır; yine sayfalar, bölümler boyu hiç biri abartı olmayan hikâyelerle doku, et, ruh kazanırlar. Olaylar ve kişilerle okur arasında mesafe ortadan kalkar. Okur romana girer veya roman okurun dünyasına mal olur. Bence işte bunu yani sadeliğin ihtişamını başarmak gerçek ustalıktır. Buna ilaveten Ulufer, birde ruhsal derinliğimizde oluşan farklı duyguları irdelemekle önem kazanır. Bu duygular mesele Dostoyevsky’nin ‘Ezilenler’indeki sevginin farklı yönelişlerine benzer duyguları konu eder. Sonra şiir yazma çabası üzerinden sanat, estetik kaygıları öne çıkarır. Cavidan’ı kurtarma girişimi ve işlenen cinayet saf beşer tepkisini yansıtır. Sonra aldanmalar, üçkâğıtlar, yalanlar, çıkar hesapları gibi aralara serpiştirilmiş bir sürü duygu ve olgu… Yani roman asıl değerini köklü insan yönelimlerini, hayatın ve insanın doğasına aykırı düşmeyecek anlatımla konu ederek hak eder.
Ahmet Kekeç’in sanat edebiyat verimlerinden bahsederken onun ‘Kanamalı Haydut’una değinmemek olmaz.(**) Kekeç ‘okuma notları’ diyebileceğimiz bu kitapta çeşitli konulara ilişkin düşüncelerini kısaca bir kenara not ediyor. Altını çizdiği cümlelerden kalan çağrışım ve duygulanımları bizimle paylaşıyor. Bu yolla yazarlık tutumu ve yaklaşımına ilişkin esaslı ipuçları, bilgiler veriyor bize. 52. Nottan bir alıntıyla bitireyim: “Kuşağımın ağlak yazarları, lirizmden, içi boş varoluş bunalımlarından, trendy mutsuzluklardan hoşlanıyor. Ben bu fırsatı teptiğim için edebiyatta başarısız oldum.”
Az çok senin kafandaki ve sana göre başarılı olmanın yüksek ölçüsünü kestiren biri olarak sen başarısız olmadın Ahmed’im. ‘Viran olası hanede evlad-ı iyal var’ kaygısından sıyrılıp, hep edebiyatla uğraşsaydın kim bilir dünya çapında başka ne muhteşem eserler verecektin. Mevcut eserlerin bile sağdan ve soldan her edebiyatçının kolay aşacağı eserler değil, bunu biliyoruz. Bütün eserlerin düşünce ve sanat dünyamızın göğünde yıldızlar gibi parıldıyor.
Allah senden razı olsun.
Mekânın cennet olsun.
___________
(*) Bu fakirin de adının anıldığı, muhtemelen teknik sebeplerle orijinal kaynağından kaldırılan (veya benim bulamadığım) mezkûr yazıyı alıntılayıp yayınlayan şu internet sitesinde buldum:
http://www.kriter.org/index.php?option=com_content&task=view&id=1233&Itemid=47)
(**) Turkuvaz Kitap’ın yayınladığı bu kitap ayrıca ‘Kalanlar’ adıyla yayınlandı. Hemen yeri gelmişken yazar ve yayıncıların ‘aynı’ kitabı farklı isimlerle basma huyundan vazgeçmelerini söylemeliyim.