Yürek Sızısı

Derin bir uğultu yayılıyor gecenin içinden. Havada kış kokusu var. Hoyrat bir rüzgâr camlara vurup geçiyor. Yapraksız kalmış kuru dallar, ağacın gövdesine sarılıyor. Kocaman gövde, tüm gücüyle köklerine tutunuyor. Gökyüzünün grisi, kül renginde bir sis bulutunun ardına takılarak yeryüzüne iniyor.

Sobanın ateşi çoktan sönmüş. Dışarının ayazı cam kenarlarından, kapı altlarından süzülerek odama doluyor. Kederli bir soğuk yapışıp kalıyor duvarlara. Tavandaki irili ufaklı çatlaklardan gecenin siyahı damlıyor,  her bir yana.

Kulaklarımda, halka halka büyüyen yalnızlığın çığlıkları. Boğazımda, yumak yumak olmuş koca bir düğüm.

Kabuk bağlayan yaralarımın altında, ince bir sızı.

Bir gölgeyi andırıyor varlığım. Yüzüm solgun. Çökmüş omuzlarıma tutunan boynum, yandıkça kıvrılan bir fitil gibi kupkuru.

Gözlerimde; günlerden,  gecelerden arta kalan uykusuzluklarımın izleri.

İçimde yine o özlem.

Annem gelse şimdi. Üzerinde uzakların kokusuyla. Herkesten önce kalksa yine. Pencereyi açsa. Her bir yana dağılan yorgunluklarımı, uykusuzluklarımı, hüzünlerimi toparlayıp rüzgârın önüne katsa, savursa uzaklara.

Sobanın ateşini harlasa. Sıcak bir çay yapsa bana. Önce içim, sonra yüreğim ısınsa.

Aydınlık, kısa perdelerimizden içeriye teklifsizce süzülse. Gün ışığı yüzlerimizde dolaşsa yine. Hep birlikte kahvaltıya otursak. Sıcacık ekmeği bölüştürse babam. Çay kaşıklarının sesi birbirine karışsa. Karanfil kokusu dolsa odaya. Babaannem çekmeyi unuttuğumuz “Bismillah- i rahman- ir -rahim’i” hatırlatsa.

Onlar gittiğinden bu yana içimdeki yalnızlık, bir sel gibi akıyor. Hüznüm bir elbise gibi üstümde, yapışıp kaldı. Çıkaramıyorum.

 “Alışırsın.” dediler.

İnsan hiç acıya alışır mı? Alışamadım.

İsyan da etmedim.  Allahtan gelene ne denir ki?

Acımı öyle sessiz sedasız yaşıyorum.

Saatimin alarmı çalmasa günün ışıdığını anlamayacağım. Kalın perdelerim sımsıkı kapalı.

Taze bir hayatın koşuşturması başlıyor sokaklarda.

Sarı, ölgün sokak lambaları,  teker teker sönüyor.

Her sabah,  aynı saatte evden çıkıyorum.

Bulutlar, daha ıslak kiremitlere değmeden. Evlerin bacaları tütmeden.

Başörtümün iki ucunu çenemin altından geçirip, sıkıca bağlıyorum. El çantamı, kolumun altına yerleştiriyorum. Bir yerlere yetişecekmiş gibi telaşlı adımlarım.

Attığım her adımla, bedenim daha da gevşiyor, yolun sonuna varmadan, dağılıverecek gibi uzuvlarım.

Belim, her geçen gün biraz daha bükülüyor; başım,  biraz daha eğiliyor toprağa.

Şikâyetçi değilim.

Yollar ıssız. Hava soğuk. Sert toprak, ayaklarım altında çıtırdıyor.

Bahçeyi,  bir uçtan bir uca saran yabani otlar arasında,  hatıralarımı arıyorum.

Yıkık dökük duvarlara, kulağımı dayıyorum.

İçimde; babamın sesini, annemin gülüşlerini, ablamın türkülerini, babaannemin dualarını duyma isteği.

Harabeye dönmüş duvarların kulağı sağır, gözleri kör. Bir yabancıya bakar gibi bakıyorlar bana. Zoruma gidiyor.

Bir parça toprak alıyorum yerden.  Kokluyorum. Toprak, sevdiklerim kokuyor.

Kuru, sert toprak tanıyor beni. Vefalı toprak, avuçlarım arasında yumuşuyor.

Gevşemiş cildimdeki tüm çizgiler, istemsizce kımıldanıyor. Birazdan çenem de titremeye başlayacak. Boğazıma, o sert yumruk gelip oturacak.  Biliyorum, sonra ağlayacağım.

Gözlerimi kapatıyorum. Islak kirpiklerim birbirine tutunuyor.

Gözkapaklarım,  yanan gözlerime kol kanat geriyor. Az da olsa teselli buluyor gözlerim.

Çok geçmeden, soğuk bir rüzgâr değip geçiyor ıslak yüzüme. Ürperiyorum.

Zaman yine habersizce geçip gidiyor yanımdan. Hiçbir iz bırakmıyor arkasında.

Akşam karanlığı çöküyor. Özlemi, hasreti yüklenen gölgemle, ağır ağır yürüyoruz karanlık sokaklarda.  Dükkânların vitrinlerinden renkler dağılıyor geceye.

Renkleri yutuyor kaldırım taşları.

Bense sessizce seyrediyorum,  bu bilindik kayboluşları.

Eve varıyorum.  Kirpiklerim hala ıslak.  Uzun uzun cümleler kuran gözlerim yorgun.  

Kapıyı açar açmaz sokak lambalarının sarı, ölgün gölgesi odama doluyor.

Keskin bir rutubet kokusu, burnumu sızlatıyor. Soğuğu emen duvarların hastalıklı nefesi, yüzüme değiyor. Yüreğim ürperiyor.

Kuru, sert, toprak kokan ellerimi gözlerime götürüyorum. Gözlerim cam kırıkları ile dolu, dokunduğum an kanıyor.

Yüreğime sığdıramadığım özlemlerimi, evimin odalarına bırakıyorum. Gözyaşlarımla suluyorum.

Her geçen gün daha da büyüyorlar, serpiliyorlar.

Şimdi, odalarım da yüreğim gibi… Baştan aşağı yalnızlık, sessizlik ve hasretle dolu. Adım atacak yer yok evde.

Üzerimdeki hırkaya sıkıca sarınıyorum,  ilişiveriyorum bir koltuğa.

Oturduğum yerde zihnim bulanıyor yavaş yavaş. Şeffaf, ılık, yumuşak bir uyuşukluk sessizce kuşatıyor bedenimi. Tatlı bir yorgunluk çöküyor üzerime.

Ellerimde,  ayaklarımda garip bir karıncalanma.

Ablam geliyor yanıma. Ak örtüsünün altında, sanki gencelmiş. Pembe beyaz, yüzüyle gülmeler içinde.

Kolumdan tutup çekiyor beni. Merdivenleri adeta uçarak çıkıp, salona geliyoruz. Salon ne aydınlık!

Kavuniçi rengindeki duvarlarda,  gün ışığının renkleri oynaşıyor.

Cam kenarlarında fesleğen, begonya, morlu mavili menekşeler.

Annem, başını işlediği el işi sinden kaldırıyor. İnce yüzü günlük güneşlik. Gözleri gökyüzü, gözleri deniz. Gülümseyişi, karanlıklarımı dağıtan mavi bir alev.

Henüz akların düşmediği, hoyrat rüzgârların değmediği saçlarımı okşuyor annem. Gözlerinden damla damla akan şefkat yüreğime değiyor, merhem oluyor yaralarıma.

Pencerenin önündeki koltuğunda oturuyor babam. Sırtında gri yeleği, ayağında siyah deri terlikleri, kalın kemerli burnunun üzerinde gözlüğü. Yeleğinin cebinden çıkardığı beyaz mendiliyle ıslak kirpiklerimi siliyor. Ufacık ellerimi, geniş avuçları arasına alıyor. Titrek bir kuş gibi çırpınan kalbim,  sükût buluyor.

Babaannem çıkıyor odasından.“Sadak Allah ul Azim” diyerek ellerini yüzüne götürüyor. Beyaz, uzun elbisesiyle aynı renk bir hale sarmalamış etrafını. Zayıf bedeni, dokunsam kaybolacak bir ışık huzmesi gibi. Sarılıyor bana. Omuzlarına inen namaz örtüsü, beyaz sabun kokuyor. İnce, düz bir çizgiyi andıran dudakları kımıldanıyor. Dualardan dokuduğu beyaz bir örtüyü, omuzlarıma sarıyor. Isınıyorum.

Uçuşan perdeler arasından,  bahçe duvarına tırmanan hanımelinin kokusu doluyor odaya.

Babaannem gözlüğünü takıyor. Takvim yaprağından kopardığı sayfayı okuyor tane tane:

“Ölüm bu perde arkasından haber, hiç güzel olmasaydı ölür müydü Peygamber?”

Uyanıyorum. Kalın perdelerimi aralıyorum.

Bir yaprak oynuyor, bir dal eğiliyor, bir serin rüzgâr esiyor dışarıda.

Derken penceremi açıyorum, bir güvercin sesi süzülüyor içeriye.

İçimde,  yitirdiğimi sandığım bir şeyleri yeniden bulmuş olmanın sevinci.

Bir kuş uçuyor, bir çocuk gülüyor, pembe tortulu bir aydınlık sarıyor tüm şehri.

Paylaş

Bu Sayının Diğer Yazıları

Arayış / Şeref Akbaba
Nasıl da Zormuş / Nurullah Genç
Vefatının sene-i devriyesinde Alafortanfonik Lafla... / Necmettin Evci
Dağ İle Konuşmak Üzerine Bir Deneme / Mücahit Koca
Sanatta Niteliksiz Nicel Sorunu / Salih Uçak
Tümünü Göster