Yüce Bir Mânânın İzinde

Mânâ… Yaşam rehberi… İnsanın elindeki yegâne pusula. Hayat merdiveninde insan sayısız olayla karşılaşır. Ne haktır ne batıldır, ne doğrudur ne yanlıştır, ne iyidir ne kötüdür kısaca her şeyin ne olduğuna, tutarlı bir mânâ ifade edip etmediğine bakarak karar verilir. İnsan olmak da böyle bir şeydir. İnsan yaptıklarından daha sonra pişman olmaması için anlamlı olmasına, bir gaye taşımasına dikkat etmeye gayret eder. Yanıldığı zaman da bunun bedelini pahalıya öder. Hayatın üzerinde kurulduğu mânâ ufku aynı zamanda insanlığı ayakta tutan yegâne realitedir de. Kur’an-i Kerim’deki birçok ayet-i kerimede insanın içinde bulunduğu tutarsızlıkları fark edebilmesi için hep yüce bir mânâya vurgu yapılmış, çelişkilere dikkat çekilmiştir. Yunus Suresi 18. Ayet-i kerimede şöyle buyurulmaktadır:

“Allah’ı bırakıp, kendilerine ne zarar ne de fayda verebilecek şeylere tapıyorlar ve “İşte bunlar Allah katında bizim şefaatçılarımızdır” diyorlar. De ki: “Siz, Allah’a göklerde ve yerde O’nun bilmediği bir şeyi mi haber veriyorsunuz? O, onların ortak koştukları şeylerden uzaktır, yücedir.” 

Bir yandan faydası ve zararı da olmayan şeylere tapınılırken diğer yandan bu etkisiz şeylerden yardım umma gibi bir beklentinin ne kadar mânâsız olduğuna işaret edilmektedir. Zira bir fayda beklentisi içinde olmak fayda beklenilen şeyde onun meydana getirebilecek bir gücün olması şarttır. Bu tıpkı hiçbir malı ve mülkü olmayan bir kimseden yardım beklemek gibidir. Bu yardım hayali, yardım beklenen kimsenin kapısına gidildiğinde sona erer. Aynı şekilde bir gücü ve kudreti olmayan, taş ve topraktan yapılmış putlardan da şefaat beklemek aynı şekilde mânâsızdır. Çünkü onların bunu yapabilecek hiçbir güçleri yoktur.

İnsanların sünnetullahı kavrayabilmesi için Kur’an-i Kerim’deki birçok ayet-i kerimede akli tutarlılığa dikkat çekilmekte, olanı akılla kavramak gerektiği üzerinde ehemmiyetle durulmaktadır. İnsan, olanı ancak aklıyla kavrayıp değerlendirebilir. Akıl ile kavramak, sözün bir iç tutarlılığa sahip olup olmadığına karar vermek, tutarlı bir mânâ taşıyıp taşımadığının farkına varmaktır. İnsanların hayat serüveninde önderi, her konuda rehberi Peygamberlerin yaşamlarına bakıldığında da bu apaçık olarak görülür. Hz. İbrahim’in Allah’ın varlığı konusundaki akıl yürütmesi, tutarsızlıkları, anlamsızlıkları aklı ile ortaya koyması bu noktadaki en güzel örneklerden biridir.  Bu konuda En’am Suresi 75-78. ayet-i kerimelerde şöyle buyurulmaktadır:

“Böylece biz, kesin iman edenlerden olması için İbrahim’e göklerin ve yerin melekûtunu gösteriyorduk.” Gecenin karanlığı onu kaplayınca bir yıldız gördü, Rabbim budur, dedi. Yıldız batınca, batanları sevmem, dedi.” Ay’ı doğarken görünce, Rabbim budur, dedi. O da batınca, Rabbim bana doğru yolu göstermezse elbette yoldan sapan topluluklardan olurum, dedi.” Güneşi doğarken görünce de Rabbim budur, zira bu daha büyük, dedi. O da batınca, dedi ki: Ey kavmim! Ben sizin (Allah’a) ortak koştuğunuz şeylerden uzağım.”

Hz. İbrahim varolan hakkında derin gözlemler yaparak ‘yıldız, ay, güneş’in Rab olamayacağını kavmine göstermek istedi. Zira bunlar var oluşlarını başka bir şeye borçludurlar. Başka bir şeye muhtaç olanın Rab olması mantıkî olarak tutarsızdır, anlamsızdır. O zaman bunların dışında bir yüce bir varlık olması gerekir ki o da Allah’tır. Görüldüğü gibi Hz. İbrahim hakikate erişmede mantıkî tutarlılığa, benimsenen anlayışın bir mânâ taşıması gerektiğine vurgu yapmış, tutarsızlıklara dikkat çekerek, olandaki anlamsızlığı kavmine göstermiştir. Bu ayet-i kerimeler tefsirlerde müfessirler tarafından farklı şekillerde tefsir edilmiştir.  Bu konuda meşhur müfessir Zamahşerî şöyle demektedir:

“Hz. İbrahim’in babası ve kavmi putlara ve yıldızlara tapıyorlardı. Hz. İbrahim ‘görme ve delil getirme’ yoluyla, kavminin dalalet içinde olduklarına dikkatlerini çekmek ve onlara doğruyu göstermek istedi. Ayrıca sağlam bir bakışın, yıldızların herhangi birinin ilah olamayacağını, arkalarında, onları yaratan, doğuşlarını ve batışlarını, bir yerden diğer yere gidiş ve intikallerini idare eden birinin varlığını gösterdiğini onlara öğretmek istedi.”[1]

Yüce bir mânânın izini takip ederek hakikate vasıl olma çabası gösterenlerle ilgili yüzlerce örnek verilebilir. Bunlardan bazılarına değinmek konuyu daha yakından kavramaya yardımcı olacaktır. Kur’an-i Kerim’in Peygamber Efendimiz’e nazil olmaya başlamasıyla birlikte bu yüce mesaja muhatap olanlar birer birer Müslüman oldular. Müslüman olanların oldukça enteresan hikayeleri olduğu herkesin malumudur. Selman-i Farisî’nin Müslüman olma serüveni herhalde bu hikayeler arasından en ilginç olanlarından biridir.

Selman-ı Farisî’nin (ö. 656) asıl adı Mâhbe b. Yehbûzân’dır. Müslüman olduktan sonra kendini Selmân İbnü’l-İslâm diye tanıtmış, İranlı olması nedeniyle daha çok Selman-ı Farisî olarak anılmıştır. O İran’ın İsfahan şehrinin Cey bölgesinde doğdu ve ilk çocukluk yıllarını burada geçirdi. Babası İran’ın soylularından olup tarım ve ticaret ile uğraşmaktaydı. Ayrıca o Mecûsî dinine mensuptu ve Selman’ı da iyi bir Mecusî olarak yetiştirmeye çalıştı ve hatta Selman bir süre Mecûsî dinindeki kutsal ateşi yakma, ateşin sönmemesini sağlama görevinde bulundu. Babası Selman’a çok düşkündü. Ona bir zarar gelmesinden korktuğu için onun çok sık dışarı çıkmasına izin vermezdi. Bu sebeple Selman tüm vaktini ya evde ya da Mecusî tapınağında geçirmekteydi. Bir duvar işiyle uğraşan babası kendisinin vakti olmadığı için arazilerinin yönetimiyle ilgili Selman’a bir görev verdi ve dışarı çıktığında dikkatli olmasını, bir yere takılıp kalmamasını, işini bitirdiğinde hemen dönmesini tembihledi.

Selman-ı Farisî arazilerinin olduğu yere giderken yolunun üstünde bir kilise bulunmaktaydı. Kiliseyi görünce merak edip içeri girdi. İçerde Hristiyanların dua ettiklerini gördü. Derin düşüncelere daldı. Mecusilikle Hristiyanlığı karşılaştırdı ve içinden “Bu din bizim bağlı olduğumuz dinden daha hayırlıdır.” diye geçirdi. [2] Kilisenin ortamı onu cezbetti, araziyi bakmaya gitmedi, eve de geri dönmedi ve akşama kadar kilisede kaldı. Babası onu merak edip aramaya başladı. Kilisedekilerden Hristiyanlığın en iyi öğrenilecek yerin Şam olduğu bilgisini edindikten sonra eve döndü. Babasına başından geçenleri anlattı ve Hristiyanlığın Mecusîlikten daha hayırlı olduğunu söyledi. Babası Mecusiliğin Hristiyanlıktan daha hayırlı olduğunu dile getirdi. Ama babası oğlu Selman’a engel olamadı ve Selman-i Farisî Hristiyan oldu. Bunun üzerine babası kaçmasına engel olmak için Selman’ı ayağından demir bukağılarla bağladı ve hapsetti. Buna rağmen Selman kararından vaz geçmedi. Kilisede tanıştığı Hristiyanlara haber göndererek Şam’a giden bir kervan olursa haber vermelerini istedi. Böyle bir fırsat doğunca da bir kervanla Şam’a gitti. Burada en bilge kişinin kim olduğunu araştırdı. Ona bir rahibin ismini verdiler. Selman rahibi arayıp buldu ve ondan Hristiyanlık hakkında daha detaylı bilgiler edindi. Bir süre kilisede kaldıktan sonra rahibin ölümünün ardından Musul’a, ardından Nusaybin daha sonra da Ammuriye’ye gitti. Ammuriye’de kendisine Hristiyanlık hakkında bilgi veren papaz ölüm döşeğinde ona “yakında Arap yarımadasında İbrâhim peygamberin Hanîf dini üzere gönderilecek son peygamberin geleceğini haber verdi. Onun hediye kabul etmekle beraber sadaka almayacağını, ayrıca kürek kemikleri arasında nübüvvet mührü bulunacağını söyledi.”[3] Bunun üzerine Selman-ı Farisî bazı vasıfları hakkında bilgi edindiği son nebiyi araştırmaya başladı. Bir Arap tüccar ile tanıştı ve kendisini çölden geçirmek için bir mal karşılığında onunla anlaştı. Ancak tüccar sözünde durmayarak onu bir Yahudi’ye köle olarak sattı. Bu Yahudi de onu Medineli bir Yahudi olan Osman b. Eşhel’e sattı. Bir gün hurma bahçesinde hurma toplarken efendisi hurma ağacının altında amcasının oğlu ile konuşuyordu. O ise hurma ağacının üzerindeydi.  Bu sohbet sırasında Kuba’da Mekke’den gelen bir peygamber olduğunu duydu. Bunun üzerine oraya gitti. Peygamber Efendimiz’de rahipten öğrendiği nübüvvet alametlerini görünce de Müslüman oldu.[4]

Selman-ı Farisî’nin hakikate ulaşmak için katlandığı sıkıntılara bakıldığında onu buna iten temel etken yaşadığı koşulların anlamlı ve tutarlı olmamasıdır. Kiliseyi ziyaret etmesi ona içinde bulunduğu durumu daha iyi değerlendirme, yaşadığı anlamsızlığı farketme fırsatı vermiştir. Kilisede Mecusilik ile Hristiyanlık arasında karşılaştırmalar yapmıştır. Hristiyan olduktan sonra da karşılaştığı kimi papazların söyledikleri ile yaptıklarının farklı olması onu Hristiyanlıktan da uzaklaşmasına sebep olmuş, sonunda İslam ile müşerref olmuştur. Buna vesile olan da her insanda esasen var olan yüce mânânın izini takip etme arzusudur.

İbrahim b.Edhem’in (ö.778) hayat serüveni de mânâ ufkunun çarpıcı örneklerindendir.  O da mânânın izini takip ederek refah içindeki bir hayatı bırakarak çile ile yoğrulmuş bir hayatı tercih etmiştir. Onun da bu yola girmesindeki en önemli neden yaşamında tespit ettiği tutarsızlıklalar, anlamsızlıklar olmuştur. Bunun sonucunda da kendisine tutarlı yeni bir hayat rotası çizmiştir.

İbrahim b. Edhem efsanevi bir kişiliğe sahiptir. Hayatı hakkında birçok menkıbevi rivayet mevcuttur.  O Horasan’ın Belh şehrinde dünyaya geldi. Belh hükümdarı, hükümdarın oğlu ya da torunu olduğu rivayet edilmektedir. Yaşamış olduğu müreffeh hayatı bırakması ile ilgili birçok rivayet mevcuttur. Buna göre İbrâhim b. Edhem avlanırken “Sen bunun için mi yaratıldın, bunu yapmakla mı memur kılındın?” şeklinde gaipten bir ses duydu. Bir başka rivayette ise İbrahim b. Edhem ava çıktı. Av sırasında askerlerinden ayrı düştü. Bir ceylanın peşinden koşmaya başladı. “İzzet ve Celal sahibi olan Allah, lütuflarında ve ikramlarındaki kemalin eseri olarak o ahuyu İbrahim ile konuşturdu. Ceylan gayet fasih bir Arapça ile ona dedi ki: Sen bunun için mi yaratıldın? Yoksa bu işe mi memur kılındın?”[5] Bu sözler İbrahim b. Ethem’in uyanmasına vesile olmuş, saltanat imkanlarını terkederek zahidâne bir hayat yaşamayı tercih etmiş ve bundan sonra sadece elinin emeği ile geçinmiştir. İbrahim b. Edhem’in duymuş olduğu rivayet edilen “Sen bunun için mi yaratıldın?” sorusu onun hayat serüveni ile olması gereken gayesi arasında bir karşılaştırma yapmaya, anlamsızlıktan kurtulmaya sebep olmuştur. Bunu sağlayan da sözdeki tutarlılık, iç bütünlüktür. Zira insanın tattığı nimetler, zevk ve eğlence geçici bir hevestir. Öyleyse zevk ve eğlence insanın gayesi olamaz, olmaması gerekir, bu hal sadece geçici bir durumdur. O halde insan esas gayesine yönelmek zorundadır. İbrahim b. Edhem de bunu farkederek, anlayarak kendisine göre daha hayırlı olan bir hayat tarzını seçmiştir. Bu yaşam kendisinden sonra gelen birçok kimsenin de örnek aldığı bir yaşam çizgisi olmuştur.

Çelişkileri yakalamada, kimi anlayışların tutarsızlıklarını anlamada, akli yetiyi kullanmada Eş’ariliğin kurucusu İmam Ebü’l-Hasan el-Eş’arî’nin (ö. 936) yaşam öyküsü de mânâ ufkunun burçlarından biridir.  İmam Ebü’l-Hasan el-Eş’arî 873 yılında Basra’da doğduğu. Küçük yaşta babasını kaybetti. Birçok âlimden hadis, fıkıh, tefsir, kelam v.b. dersleri aldı.  Ancak onun yetişmesinde en etkili olan kimse babasının vefatından sonra annesinin kendisiyle evlendiği döneminin Mutezile âlimlerinden Ebû Ali el-Cübbâî’dir (ö. 916). Eş’arî hocası Cübbâî’nin etkisiyle gençliğinde Mu‘tezilî görüşleri benimsedi ve mutezılî anlayışları savunan eserler kaleme aldı.   Ancak daha sonra Mu’tezile mezhebi taraftarlarının savunduğu görüşlerin tutarsızlıklarının farkına vardı. Ve bunu hocası Ebû Ali el-Cübbâî ile tartışarak daha sonra kelam ilmi tarihine ihve-i selase-üç kardeş meselesi olarak geçecek olan bir örnekle ortaya koydu. Hocası Ebû Ali el-Cübbâî, Ebü’l-Hasan el-Eş’arî’nin sorularına mantıklı, tutarlı bir cevap veremediği için Mutezılî anlayışı savunmayı bıraktı ve bunu 913 yılı civarında bir cuma günü Basra Camii’nde herkese duyurdu. Eş’arî’nin Mutezile Mezhebi’nden ayrılışı ile ilgili farklı rivayetler olsa da genel kanı bu ayrılışın nedenin ihve-i selase meselesi olduğu şeklindedir.  O, durumları farklı biri mümin, ikincisi kâfir, üçüncüsü ise henüz çocukken ölen bir üç kardeş-İhve-i selase örneği tasarlayarak bunlar hakkındaki görüşünü hocasına sordu. Ebû Ali el-Cübbâî müminin cennette, kâfir olanın cehennemde, çocuk olanın ise azaptan kurtulmakla birlikte cennete giremeyeceği şeklinde cevap verdi. Bunun üzerine Eş’arî, hocasına üçüncü kardeşin “Rabbim! Bana ömür verseydin, sana iman ve itaat ederek yaşasaydım, cennete girseydim.” derse buna nasıl cevap verirsin diye sordu. Bunun üzerine Cübbaî, Allah’ın çocuk için en uygun olanı yarattı, şayet yaşasaydı isyankâr olup cehenneme girecekti, şeklinde cevap verdi.  Eş’arî hocasının bu açıklamasına kâfir olarak ölen kardeşin durumunu hatırlatarak cevap verdi. Zira kâfir olarak ölen kardeş beni niçin küçük yaşta öldürmedin. Öldürseydin cehennemlik olmayacaktım şeklinde itirazda bulunursa buna nasıl cevap verilebilir? Bu soruya Ebû Ali el-Cübbâî tatminkâr bir cevap verememiş ve bunun üzerine İmam Ebü’l-Hasan el-Eş’arî Mutezile Mezhebinin görüşlerini savunmayı bırakarak sünni anlayışı benimsemiştir.[6]

Diğer bir örnek ünlü Fransız düşünür Roger Garaudy’nin yaşam öyküsüdür. Garaudy 17 Temmuz 1913’te Marsilya’da doğdu. Anne ve babası herhangi bir dini benimsememesine rağmen o hayatın bir anlamı olması gerektiğini düşündüğü için 14 yaşında Hristiyanlığı kabul etti.  Üniversitede felsefe öğrenimi gördü. 1933’te Komünizmi yoksullara sahip çıkan bir sistem olduğu düşüncesiyle Komünist Partisi Gençlik Kolları’na katıldı. Lise öğrenimi sırasında II. Dünya Savaşı çıktı ve o da askere alındı. Savaşta büyük yararlılıklar gösterdi. Bu yüzden ona en yüksek şükran madalyası verildi. Hükümetin Hitler ile anlaştığını öğrenince bu kararı eleştiren bildiriler hazırlayıp dağıttı. Karar aleyhinde faaliyetlerde bulundu. Yakalandı ve o zamanlar bir Fransız sömürgesi olan Cezayir’e sürgün kampına gönderildi. Kamp subayının emrine karşı geldi. Bunun üzerine onun hakkında kurşuna dizilme kararı verildi. Kuşuna dizilecekken bir Müslüman askerin “Silahsız kimseye ateş edilmez.” düşüncesinden ötürü kurşuna dizilmekten son anda kurtuldu. Sorbonne Üniversitesi’de felsefe alanında doktora yaptı. Hayatı süresi içinde birçok üst düzey görevlerde bulundu. Milletvekilliği, Senatörlük, Meclis Başkan Yardımcılığı, Marksist Milli Araştırmalar Merkezi Müdürlüğü yürüttüğü görevlerinden bazılarıdır. Prag’ın SSCB tarafından işgalini eleştirdiği için 1970 yılında Kömünist Partisi’nden ihraç edildi. Yaşamış olduğu hayat serüveni, tam öldürüleceği sırada bir Müslüman askerin onu ölümden kurtarması onun İslam üzerine derin araştırmalar yapmaya sürükledi. Bu noktada o birçok araştırma ve incelemelerde bulundu. Bunun sonucunda o 2 Temmuz 1982’de Cenevre’de Müslüman olduğunu açıkladı. Müslüman olurken Batı medeniyetinin insanlığı intihara götürdüğünü dile getirdi. Şayet İslam yeni bir dirilişle kurtarıcı bir din olarak ortaya çıkamazsa bütün insanlığın mahvolacağını haykırdı. Batı’nın siyasi ve manevi yönden iflas ettiğini belirtti. O bu konuda şöyle demektedir:

“Dinleri inançları her ne olursa olsun, dünyamızda binlerce erkek ve kadın, eğer geleceklerini seviyorlarsa, bilsinler ki, Batı medeniyeti iflas etmiştir. Eğer bu medeniyetin akıntısına kendimizi bırakacak olursak, o bizi toplu bir intihara sürükleyecektir.”[7]

Garaudy’ye de yaşam sürecinde yön veren yine mânâ ufku olmuştur. İddialarla gerçekler arasında yaptığı karşılaştırmalar esasında sömürü üzerinde kurulan sistemlerin kendilerini kurtarıcı olarak sunabildiklerinin farkına varmış, aklî ölçülere uymayan, kendi içinde bir tutarlılığı olmayan, bir anlam ifade etmeyen yaklaşımların esasında sadece belli maddi hedeflere ulaşabilmek için kurgulanmış bir oyundan başka bir şey olmadığı gerçeğini derinden kavramıştır.

İlimler tarihi incelendiğinde enteresan anlayışlarla karşılaşmamak, zaman zaman tebessüm etmemek mümkün değildir. Zira öyle anlayışlar vardır ki insan şaşırmadan edemez. Belki de bunların en çarpıcı olanı ilim adamlarının belli araştırmalar neticesinde kapsayıcı, her şeyi kuşatıcı bir düşünceye sahip olduklarını iddia edip diğer tüm anlayışları yok sayması, bilim, akıl dışı ilan etmesidir. Belki de Tanrı’nın varlığı konusu bu iddiaların en başında gelmektedir. Birçok bilim adamı ulaştıklarını iddia ettikleri bilimsel verileri göstererek Tanrı’nın varlığını kabul etmediklerini ilan etmişlerdir. Oysa bilimden hareketle metafizik konusunda bir görüş ortaya koymak imkansızdır. Bu bilim adamlarından biri de Anthony Flew’dir. Hristiyan bir ailede doğup büyüyen Flew daha sonra ateizmi benimsedi. Neredeyse bütün ömrünü ateizmi savunarak geçirdi. Ancak araştırmaları sonucunda ateizmin dayandığı delillerin tutarlı olmadığı sonucuna vardığını kaleme aldığı bir eserle ortaya koydu.[8] Flew’in vardığı sonuç, yeni durağındaki fikri ilahi dinlerin tevhid anlayışıyla örtüşmeyebilir, zaten örtüşmemektedir. Bunu “Tanrı’yı keşfim inancın değil, muhakemenin bir yolculuğudur.”[9] Sözüyle de kendisi bizzat dile getirmiştir. Ancak ateizmin çelişkilerinin farkına varması önem arzetmektedir. Savunulan görüş bütünlükçü bir bakış açısı içermiyorsa, bazı yönleri açıklayıp bazı yönleri kapalı kalıyorsa, bir iç tutarlılığa sahip değilse bu iddia hakikati olamaz, olsa olsa bir yanılsama olur. Batılı düşünürler yaşadıkları toplumun bir realitesi olarak dine dair anlayışlarını daha çok Hristiyanlık üzerinden oluşturmuşlardır. Bu algı olumsuz olunca ilahî hakikatten uzaklaşma sonucuna varabilmektedir. Ancak çok uzun araştırmalar ve incelemeler neticesinde mânânın izi izlenerek doğru bir sonuca varılabilmektedir. Bu hakikat yolculuğunda hedefe varamayanlar çoktur. Anlaşılıyor ki Flew de son aşamanın bir öncesine ancak gelebilmiştir.

Hayatta insana doğruyu yanlışı gösteren esasen düşünme gücüdür. İnsan ancak düşünme gücü sayesinde hakikate erebilir, neyin mâna taşıdığını, neyin anlamsız olduğunun farkına varabilir. Bu noktada en önemli husus her şeyi aklî bir zeminde değerlendirmektir. Tabiidir ki aklı aşan birçok husus da yok değildir. Buna da yine insan yine aklıyla karar verebilir. Karşılaşılan herhangi bir olayı akıl süzgecinden geçirmeden kabul ya da reddetmek daha sonra arzu edilmeyen birçok durumla yüz yüze gelmeye sebep olur. Çünkü medeniyetler aklî zeminde ortaya çıkıp gelişirler. Toplumlar aklî yetilerini kaybettiklerinde, aklı önemsemediklerinde, aklı önemseyenlerin kölesi haline gelirler, gelmektedirler. Yakın geçmişte yaşadığımız birçok elîm hadisenin ardında mânâ ufkunu kaybetmenin büyük etkisinin olduğu apaçık bir gerçektir. Burada tarihi süreçte hakikatin izini sürenlerin hayat öykülerinden bir nebze sunmaya çalıştık. Aynı izi takıp edeceklerin de yine hakikatin nurlu aydınlığına, gönül huzuruna kavuşacakları şüphesizdir.


[1] Muhammed Ali es-Sâbûnî, Safvetü’t-Tefâsîr, c. 2, s. 217, Tercüme Edenler: Sadrettin Gümüş-Nedim Yılmaz, Yeni Şafak Yayınları, İstanbul 1995.

[2] Ortakcı, Halil, Hz. Selman-i Farisî, s. 16, Bayan Yayınları, İstanbul 2020.

[3] Hatiboğlu, İbrahim, “Selman-ı Farisî”, TDVİA, TDV Yayınları, İstanbul 2009.

[4] Ortakçı, a.g.e, 19-20.

[5] Hucvirî, Keşfu’l Mahcûb, s. 201, Hazırlayan: Süleyman Uludağ, Dergâh Yayınları, İstanbul 1982.

[6] Bulut, Mehmet, “İhve-i Selase”, TDVİA, TDV Yayınları, İstanbul 2000.

[7] Garaudy, Roger, İslam ve İnsanlığın Geleceği, s. 27, tercüme eden: Cemal Aydın, Pınar Yayınları, İstanbul 1990.

[8] Flew, Anthony, Yanılmışım Tanrı Varmış-Dünyanın En Ünlü Ateisti Fikrini Nasıl Değiştirdi?, Çevirmenler: Hasan Kaya-Zeynep Erten, Profil Yayınları, 3. Baskı, İstanbul 2009.

[9] Flew, Yanılmışım Tanrı Varmış, s. 93.

Paylaş

Bu Sayının Diğer Yazıları

Arayış / Şeref Akbaba
Nasıl da Zormuş / Nurullah Genç
Vefatının sene-i devriyesinde Alafortanfonik Lafla... / Necmettin Evci
Dağ İle Konuşmak Üzerine Bir Deneme / Mücahit Koca
Sanatta Niteliksiz Nicel Sorunu / Salih Uçak
Tümünü Göster