Büyümeyen Bebek

Çocuk, yuvalarından fırlayacakmış gibi oynayan gözleriyle süzüyordu etrafı. Yabancısı olduğu bu yeri tanımaya çalışıyordu. Kimse ile göz göze gelmek istemiyor ve bunun kendisine bir sevimlilik kattığından habersiz hep kaçırıyordu o kehribar gözlerini. Onu daha ilk günden sevmiştim, ne ki kendimi ona sevdirmem biraz zaman alacaktı. Karşı dairemize yeni taşınmışlardı. Aile, bulunduğu şehirden çocuğun mazereti için ayrılıp buraya yerleşmişti. Daha iyi hizmet veren ve evden de takip edebilecekleri bir rehabilitasyon merkezi bulmuş ve gelir gelmez çocuğu oraya yazdırmışlardı. Bir önceki klinikte personelin çocuklara nasıl davrandığını görmüş ve onlardan kuşkulanmışlar. Zaten hizmetten ve eğitim saatlerinin azlığından da memnun değillermiş. Bu yüzden burayı araştırmışlar; iyi olduğunu ve saatlerinin de uygun olduğunu görünce tayini buraya aldırmışlar.
Servis çocuğu saat dokuzda alıyor, üçte eve bırakıyordu. Anne her defasında çocuğu servisten alırken öpüp kokluyor, ona sevgiyle sarılıyordu. O da kehribar gözleriyle bu sevgiye karşılık veriyordu. Eve gelip de defterini ablasına gösterirken yaptıklarını anlatmaya çalışırdı. Gülünce yanağında gamzeler açan abla onu sabırla dinler, ucu kıvrılmış sayfaları tek tek düzeltirdi. Bazen de ablanın defterlerini karalar ve ondan tatlı azarlar işitirdi. Annesi:
“Bu ara kendini haylazlığa vurdu, geçen haftalarda ödevlerini daha muntazam yapıyor, şekilleri daha düzgün çiziyordu. Acaba çocukta gerileme mi başladı?” diye doktoru ile aynı endişeyi taşıyordu. Bazen altına kaçırmalar da oluyormuş. Anne tasa ile bunları söylerken sanki küçük bir çocuktan bahsediyordu. Oysa bu kehribar gözlü çocuk on dört yaşındaydı. Kısa kesilmiş kumral, dik dik saçları vardı. Boyu yaşıtlarına nazaran biraz kısaydı. Hızlı ve yarıda kesilmiş hareketleriyle hep bir telaşın içindeydi sanki. Öğrendiği yeni kelimeleri anlaşılmayan tekerlemeler gibi yarım yamalak söylemesi annenin çok hoşuna gidiyor ve o bunu herkesle paylaşıyordu.

 Kapıda sesler duyunca çıkıp baktım. Yeni komşumuz çocukları ile konuşuyormuş. Ablasını okula gönderirken kehribar gözlü çocuk, annesinin eteğine yapışmış ,birtakım sesler çıkarıyordu. Beni görünce gülümsemekte tereddüt etti. Bilemedi kehribar gözlerini nereye konduracağını. Bense çocuğu konuşturmaya çalıştım.

 “Doktorlarını sevdin mi?”
Hiç seslenmedi, tek yönde hızlıca çevirdiği mendiline bal gözlerini kilitlemiş, bana hiç aldırış etmiyordu. Rehabilitasyon merkezinden konuştuk annesiyle. “Memnunum, internetten de takip edebiliyorum. dedi. “Bizim haylaz orada da ortalığı birbirine katıp bakıcıları peşinden koşturuyormuş.” Bu arada da ablasının ardından gitmesine izin vermediği için hırçınlaşan çocuğu zapt etmeye çalışıyordu.
Evde bir küçük çocuk daha vardı, henüz okula gitmiyordu ve ağabeyinin durumunun farkındaydı. Küçük keskin gözlerinden pek bir şey kaçmıyordu. Ağabeyinin hareketlerinin yaramazlıktan öte bir şey olduğunu biliyor ve zaman zaman kendisi ona ağabeylik yapıyordu. Kapı açılınca mendilini sallayıp dışarı fırlayan ağabeyini çeke çeke içeri getirmeye çalışır, bazen de tekmelenmekten kurtulamazdı. Yemek yemesi, oyun oynaması diğer çocuklardan farklı olan ağabeyini, yaşından beklenmeyen bir olgunlukla gözlemliyor ve dahası onunla vakit geçirmekten mutlu oluyordu. Kehribar gözlü çocuk ara sıra hırçınlaşır oyunla gerçeği ayırt edemezdi. Böyle durumlarda anne araya girer ve küçük kardeşi korumaya alarak
“Oğlum, ağabeyin büyümeyen bir bebek. O ne yaptığını bilmiyor, sen kendini korumalısın.” diye öğütlerdi çocuğu.
Bir gün parkta rastladım onlara. Annesi tahterevallinin bir ucunda, kehribar gözlü çocuk bir ucundaydı. İnip kalkıyordu çocuğun göğsü neşeyle. Göz bebekleri yuvalarında daha fazla oynuyordu. Beyaz mendilinde sallıyordu o koca parkı bir aşağı bir yukarı. Salıncaklar hızla yaklaşıp uzaklaşıyordu. Çocuk kendini korumaktan acizdi ve anne onun hep peşindeydi. Ayakkabılarını çıkarıp kumun üstüne oturdu. Kaydırağa kimseyi yaklaştırmıyordu .Parktaki çocuklara kaşlarını çatıp onları korkutmaya başladı. Küçükler koşarak onu annelerine şikâyet ediyorlardı. O ise anlamsız sesler çıkarıyor ve anne dışında hiç kimse ne dediğini anlamıyordu. Park boşalırken çocuk beyaz mendili salıncağa bırakıp onu bebekmiş gibi sallamaya başladı. Anneyi duymuyordu bile. Vakit akşam olsa da kehribar gözlerinde günışığı hâlâ parlaktı. Küçük ağabeyin “Yakala benii” diye bağırmasının ardından bir koşturmaca başladı ve mendil sallanarak evin yolu tutuldu. Ağzında bir sürü anlaşılmayan laflar geveliyordu.
Kapıda onu her gördükçe “Nasılsın firari? ” diyordum, seslenmiyordu ama ben bir şeyler söylemek istediğini anlıyordum. Konuşmak istediğinde ise heceler birbirine dolanıyor ve yine garip sesler çıkarıyordu. Biz annesi ile kapıda konuşurken elinde mendil, ayakkabısız dışarı fırladı yine.
“Kilidi açabiliyor artık, bize kızdı mı evden kaçıyor.”
“Bu iyi haber.” dedim, kilidin ne işe yaradığını anlıyor demektir. Ayrıca sana kızması seninle iletişime geçtiği anlamına gelmez mi?

“Evet, zaman zaman duraklasa ve yavaş ilerlese de tedaviye cevap veriyor Serdal.” Anne bunları söylerken kaygılı gözlerini kırpıştırıp yaşlarını sildi, kendi kendini daha fazla umutlandıracak birkaç cümlenin ardından:
“O büyümeyen bir bebek, Serdal benim gururum.” dedi. Serdal’ın elinden tutup getirdi. O ise eve girmemek için direniyor ve boş elini sallıyordu habire. Anladık ki Serdal mendilini kaybetmiş, deli gibi dönüp duruyordu ortada. Apartmanın içinde garip sesler çıkararak bize üzüldüğünü anlatmaya çalışıyordu. Bizim çocuklar da sesleri duymuş ve içeriden koşmuşlardı. Serdal’ın ablası ve küçük ağabey de katıldı ve hep birlikte beyaz mendili aramaya koyulduk. En çok Serdal arıyordu onu. En çok Serdal üzgündü. Üzgün olduğunda bal rengi gözleri büyüyor, yaşarıyor; kaşlarını çatıyor, yüz hatları geriliyordu. Ağlamakla gülmek arasında gidip geliyordu. Çocuk kalbi hızlı hızlı atıyor, ayakları kendisini nereye götüreceğini şaşırıyordu sanki. Tıkanmış nefesi ve çarpık adımları ile koşup annesine sarıldı, yüzünü kapadı ve beklemeye başladı. Neyse ki küçük ağabey alt katın merdivenlerine düşen beyaz mendili bulup getirdi. Kayıp bir mendilin bulunmasına bu kadar sevineceğim hiç aklıma gelmezdi. Ama en çok Serdal sevindi, alkışlarımız eşliğinde mendilini alıp sallayarak içeri koştu.
Serdal beni gördüğünde belirgin bir tereddütle gülümsüyordu artık. Yakınlık gösteriyordu bana. Onu sevdiğimi anlıyor olmalı diye düşünmeye başlamıştım ama hâlâ gözlerini kaçırıyordu benden. Mendili bana göstererek daha hızlı sallıyordu.
Bir gün koşup içeriden defterini getirdi. Sayfaları yırtacakmış gibi hışımla açtı, beğenmediği yerleri tükürerek geçiverdi. Eliyle bir kendini işaret ediyordu bir sayfaları. Son sayfaya geldiğinde defteri alıp göğsüne bastırdı, alıp baktım. Öğretmeninin kırmızı mürekkepli kalemle imzaladığı ve yıldız attığı bir sayfaydı. Ne çok hoşuna gitmişti. Bal gözleri daha bir parladı, neşelendi, coştu; çocuk bal gözleri ile sayfanın içinde kayboldu. Mutlu olduğunu bu kadar belli ettiğini daha önce görmemiştim. Daha da önemlisi bunu benimle paylaşmıştı. Beni önemsemiş ve mutluluğunu bana göstermek istemişti. O anda çocuk ruhum daha bir iyileşti. Serdal’la birlikte defteri baştan sona birkaç kez daha inceledik. Hep kırmızı imzalı sayfada takıldık kaldık. Böyle ne kadar sürdü bilmiyorum. Bir ara yanına küçük kardeşi yaklaştı. Kaşlarını çatarak hemen onu uzaklaştırdı. Belli ki içinde bulunduğu o andan hiç çıkmak istemiyordu. Kırmızı imzalı yeri biraz daha inceleyip “Aferin sana firari.” dedim.
Yanından ayrılıp kapıyı kapatınca çocuğu özlüyordum. Sürekli oynayan kehribar gözlerini ve bir sürü anlamsız hareketini evde bir bir anlatıyordum. Vücudunun diğer insanlara göre çok daha elastiki bir yapısı vardı Serdal ‘ın. Yemek yerken sol bacağını bağdaş kurar gibi kıvırıp, sağ bacağını iki koluyla sarıyor ve omuzuna atıyordu. İlginç olansa bunu gayet rahat yapmasaydı. Bu oturuş şeklini evde hiçbirimiz yapamamış ve çocuklarla birbirimize gülmüştük. Çünkü çok komik hallerimiz ortaya çıkmıştı. Her görüşmemizde gözlerini benden kaçırırdı ama gülümserdik yine de birbirimize. Bana söylemeye çalıştığı şeyler birkaç yarım hecede kalıyordu. Bense anlamaya çalışırdım o sesleri, ama hiç anlamazdım. Diş sıyıran bir vida gibi boşa dönüyordu dili. Konuşmaya çalışmaktan sıkılınca da yere tükürüp giderdi.
Bir gün “Sana hediye aldım.” dedim. Firari, kocaman açtı o hep oynayan gözlerini. Uzattım aldı.
“Mavi çiçekli bir mendilin olsun ister misin?”
Paketi açtı ama hediyemi beğenmedi, yere fırlatıp suratını astı, yalınayak dışarı koştu. Annesi mahcup bir şekilde “Kusura bakma” deyip, özür diledi. Bu bal gözlü çocuğun kusuruna kim bakabilirdi ki zaten? Bir sonraki karşılaşmamızda bana gülümsemesini bekleyerek
“Özür dilerim, mavi çiçekleri sevmediğini bilmiyordum. Kendimi nasıl affettirebilirim?” dedim. Kaşlarını çattı ve hırçınlaştı.
“Sana ne almamı istersin?” dedim. Homurdanır gibi sesler çıkardı yine. Anlamadım. Koşarak içeri girdi, bebeklik kundağını bulup getirdi, gözümüze sokar gibi sallayarak benden kundak istediğini anlatmaya çalıştı. Annesi ile şaşkın şaşkın bakıştık. Annesi:
“Geçenlerde kendisine bebekliğini anlattım. Onu kundaklayıp ayağımda salladığımı söyledim, çok hoşuna gitti, ondan beridir kundağa merak sardı. Arada bir de gelip dizlerime yatıyor ve kendisini sallamamı istiyor.” dedi.
Ertesi gün mahalle, ambulansın, kulakları yırtan sesi ile çalkalandı. Balkondan görür görmez aşağı indim. Nefesim beni yarıda bırakacak sandım. Yüreğim daraldıkça daraldı, ellerim titredi. Çıkmayan sesimle “ne olmuş?” diyebildim.
“Yangın merdiveninin kapısı çocuğun üzerine düşmüş.” dedi birisi. Anlamadım koca kapı nasıl düşer?
“Uzun zamandır tamir edilmeyi bekliyordu, belliydi böyle olacağı!” Gözlerim sedyeye konulmaya çalışılan çocuktaydı. Annesi feryat ediyordu. Kâh kapıyı yumrukluyor, öteye beriye koşuyor, kâh çocuğun elini tutuyordu. Görevlilerse onu sakinleştirmek istiyordu ama nafile. Çocuk hep oynayan o kehribar gözlerini yummuş, sanki uyuyordu. Eli yumruk şeklinde kasılıp kalmıştı ve yüzünün kanını annesi beyaz mendil ile siliyordu. Görevliler nabzını ve nefesini yokladılar. Doktor usulca “Hayati tehlike” deyip, beyaz çarşafı çocuğun üstüne örttü.
“Firari aç o bal gözlerini.”

 Firari gözlerini açmadı…

“Firari kalk yaralarının kanını mendilinle silelim…”

Serdal’ın yüzünün yarası kanamaya devam etti. Görevliler beni oradan uzaklaştırırken firarinin yarası bende de kanamaya başladı. Annesinin feryadı ise çocuğu uyandırmaya yetmiyordu. Elinden tutup öptü öptü. Gözleri karardı ve kendinden geçti.
Ambulans uzun sirenleri ile yolları açarken kırık kapının altında bir şey gözüme çarptı. Mavi çiçekli mendili aldım yerden. Hediyemi beğenmediği günü hatırladım ve yaram biraz daha kanadı.
“Ah be firari çocuk! Kilidi açmayı öğrendin de ne oldu? Bak kundaklara sardılar seni.”
Mavi çiçekli mendili cebime koyup ambulansın ardından hastanenin yolunu tuttum.


Paylaş

Bu Sayının Diğer Yazıları

Arayış / Şeref Akbaba
Nasıl da Zormuş / Nurullah Genç
Vefatının sene-i devriyesinde Alafortanfonik Lafla... / Necmettin Evci
Dağ İle Konuşmak Üzerine Bir Deneme / Mücahit Koca
Sanatta Niteliksiz Nicel Sorunu / Salih Uçak
Tümünü Göster