Üsküdar Kıyılarında Bir Kuşluk Vakti

İçime bir karanlık çöktü. Yağmurdan evvel gökyüzünün karardığı gibi kararmıştı içim. Bu karanlık, ruhumun isyan bayrağını kaldırmasına sebep oldu. Dönüşü olmayan bir yola girmiş gibiydim. Sanki ruhumla bedenim birleşemiyor, bir uyum içinde olamıyorlardı. Aralarındaki çekişme kabul sınırını aşmış, aynı kaba sığamaz olmuşlardı. İç dünyamdaki bu savaş en çok kalbimi yoruyordu.

            Ruhuma çöreklenen bu isyanı ‘misafirlik buraya kadar’ diyerek kovmalıydım. Ama güçsüzdüm. Çok zormuş ruhla bedenin çekişmesi… Tamamlanmamış bir cümle gibi kalmıştım, aslına bakarsanız hiçbir vakit tam olamamıştım. Her şeyin yarısı biraz da yarası içimde kalmıştı. Bu yarım kalmışlığın ortasında ruh iflasının gerçekleşmemesi işten değildi.

Kuşluk vakti yüreğime bir aydınlık girdi, bu aydınlığı büyütmek için içimdeki çocuğun elinden tuttum. Üsküdar kıyısında tenha bir köşeye vardık, ona kırmızı bir balon ve kâğıt helva aldım. Yüzündeki tomurcuklar o anda çiçek açıverdi.  Ertelenmiş bir buluşmaydı, bunu daha evvel yapmalıydım.

            Kim bilir kaç çocuk, yetişkinliği tarafından el uzatılmasını bekliyordu bizim gibi. Aramız düzelirse sırtımdaki küfeden birkaç yük eksilir miydi? Aklıma takıldı. Yıllar sonra kendim için bir adım atıp, benliğimin sesini işittim. Oracıkta küçük bir çocuğun unutulmuşluğu vardı. Bugüne değin varlığını görmezden geldiğim, işitmekten kaçındığım ne çok şey vardı kendime dair. İçimdeki çocuğun elinden tuttuğumda; dünyadaki tüm seslere duyarlı, içsesime duyarsız kaldığımın ayırdına vardım.

Bahçedeki havuzun şırıltısını, ağaçların hışırtısını, kuşların cıvıltısını duyabiliyordum ama içimin sıkıntısını duyamıyordum. Özüme ulaşmak için onun anlattıklarını dinlemeliydim. Hatırlıyorum da anam “Kör ilmek uğruna gitti emeklerim” diye söylenerek yanlış ilmek attığı örgüsünü sökerdi. Öyle bir çabayla eşelemeliydim içerimi. Kökünü bulmalıydım o isyanın.

Aldanmıştım dünyanın görünen yüzüne, nehre düşmüş bir ağaç dalı gibi döne döne sürükleniyordum. Ömrümün nihayet bulacağı zamana çok mu vardı? Bunca vakit körebe oyuncusu gibi birilerini yakalama telaşıyla kendi eksenimde dönüp durmuştum. Doğrusuna da eğrisine de kör kalmıştım. Rotasını kaybetmiş bir ruh ne işe yarardı ki? Hakiki istikameti bulmalıydım artık.

Seslendi bana… İçimdeki çocuk… Çocukça bir coşkuyla yine kâğıt helva istedi. İşte tam o an, işportacı kâğıt helvayı elime tutuşturduğunda, içime güneş doğdu. İçimdeki çocuğu fark ettiğim andaki aydınlık gürbüzleşti. Kâğıttan bir gemi yaptım. Bir kağıttan servet inşa etmek çocukken öğrendiğim bir şeydi.

Kağıttan bir gemi… İçine neler sığdırılabilirdi ki? Cüssesine bakmadan, taşıyacağı yükü hesaplamadan hıncahınç doldurdum. Tutmuyordu ki önceden yapılan hesaplar, en nihayetinde hep bir açık çıkardı. Aldırmadım, doldurdum. İtirazsız sırtlandı tüm yüklerimi.

Kırgınlıklarımı en alta koydum, üzerine yük bindikçe ezilsinler istedim. Onun üzerine acıları serpiştirdim. Bir üstüne pişmanlıkları ekledim. Kaptan köşkünü o kadim duyguya emanet ettim. Rotayı hüzünlerim belirleyecekti.

Kâğıttan bir gemi taşıyordu tüm yüklerimi… Oysa çocuk heyecanım ağır basar bir leğen suda batardı. Şimdi mavi sonsuzluğa doğru arkasında beni, şehirleri, mevsimleri bırakarak gidiyordu. Aramızdaki mesafe arttıkça hafifledim. Yürekte ağır gelen ne varsa atmıştım. Arındıkça ruhum isyan bayrağını indirdi. İçime bir ferahlık geldi.

Paylaş

Bu Sayının Diğer Yazıları

Arayış / Şeref Akbaba
Nasıl da Zormuş / Nurullah Genç
Vefatının sene-i devriyesinde Alafortanfonik Lafla... / Necmettin Evci
Dağ İle Konuşmak Üzerine Bir Deneme / Mücahit Koca
Sanatta Niteliksiz Nicel Sorunu / Salih Uçak
Tümünü Göster