Hardal rengi gömleğinin yakası kirden, terden aşkar tutmuş, bu da dert mi? Hem daha az önce yanında durduğu ulu dedesinin heybetli mezar taşının bir yanı yosun tutmuşken… Ya Kanlıdere’den, Karagüney’den, Karpuzderesi’nden ya da bilmem benim de şimdilerde civarında ölmek istediğim hangi dağın eteğinden bir yol dahi yontulmamışken coruşlarla getirilen bu taş, bir de yarı beline kadar mezara gömülmüş.
Harman zamanında garip bir nazarın yıktığı söyleniyor onu. Uçsuz bucaksız çayırların içinde yapayalnızlığına gem vuramayan bir mevsimde onu sonsuzluğun eşiğine kadar uğurlayan, geçiren -artık ne derseniz- kötü bir hissin sağrısına tutunup gidişine “göz” denmiş.
Mezarlığın şurasında burasında karıncalar çalışıyor. Toprakta ferah bir nefes… Gözü mezar taşlarının üzerindeki doğum ve ölüm tarihlerine ilişiyor. Bir mezarlıkta bakışınızı incelttiğinizde yaşam ve ölüme dair genellemeleri bolca bulabilirsiniz. Her tarafta ölüm ve doğum tarihi… Bazılarının yazıları silinmiş. “Mezar taşlarını okumak unutkanlık sebebiymiş.” canına minnet. Yeter ki unutkanlık doğru yerden başlasın. Tabii her şey burada bitmiyor. Az ileride bir mezar taşının üzerinde “Bir gün dirilmek ümidiyle…” yazılı. Okurken bir ürperti geçiyor bedeninden. Bu söz, unutkanlığa da kıyas gibi durmuyor. Gözlerini yazıdan alamayarak “Bir gün dirilmek imanıyla.” diye fısıldıyor.
Bu mezar bir kurt tarafından parçalanan o adamın mezarı olmasın sakın? Kendiliğinden gelen bir uyanışla çocukluğun anıları birbirine karışıyor.
Dağlar dönüyor arzularla bir bilinmeyenin yankısıyla ömür geçiyor. Elde ne kaldı şimdi? Mezarlığın kapısına yürümeden eveliklerin yüksekliği mezarlık duvarını aşıyor. Duvarın diğer yanına atladığında ayakları yumuşak toprağı sarsıyor. Ölüleri incitmekten korkuyor.
Kuzeye doğru sazlıkların hışırdadığı, derenin şırıldadığı, şor kokan gözelerin başladığı yerde soluk soluğa bir arazi… Burası tutmuyor onu. Kesteklerden yapılmış bir bent suyu tutuyor. Bulutların tepedeki güneşin ışığını tutması gibi bir çift göz de onu tutuyor sadece. Kendi kendine “Hâlâ anlamıyor musun? Beni ölüm çağırıyor.” diye söyleniyor.
Yol uzuyor. Batıya doğru her şey biraz daha başkalaşıyor sanki. Yoluna dizilen tepeler kaygılardan daha sevimli geliyor ona. Tepeler, gelincikler, kuşburnular, yarpuzlar ve altın otları ve kaygılar… Olanca su çekilmiş gibi ovanın bu kısmından.
Tıpkı ölümlerden dirilir gibi dirilmenin bir yolu olmalı kaygılardan. Her şeyin ziyadesiyle kendi olduğu bu yabancılaşan diyarda, her şey bambaşka, çünkü şehirdeki gibi anlamlar yüklediğimiz edilgen nesneler, yerini anlamının kendinden olduğu bir varoluşa bırakıyor sanki.
Bir kurt görüyorum. Gecenin son demleri… Urbalara bürünmüş bir yolcunun kolundan ya da bacağından bir parça koparmayı düşünürken yolcunun ilk anda gözlerini kısışı, yüreğine bir anda saplanıveren korku, sıtma nöbeti geçirir gibi titreyişi, alacakaranlıkta yerlerde bir kaya ya da kalın bir değnek arayışı… Biraz sonra ferinin kesilip bulunduğu yere ayaklarının çivilenişi, şırıltılar ve çekirge sesleriyle örtülmüş ovada köpüklenen ağzından dualar hatta küfürler savruluşu, halen daha sokak lambaları sönmemiş bir kaç kilometre uzaktaki evlerden, evlerin önünde ulumaları duyulan köpeklerden medet umuşu… Sonunda yıldızların dönüşü…
Hep öyle olmaz mı? Zaten bir yılan bazen balıklardan ya da sudan sıkılmaz mı? Öyle durup dururken bir farenin yuvasına o soğuk bedeniyle akıp farenin yüreğini ağzına getirmez mi? Bazen insanlar da öyle değil midir? Anlaşılan sudan çıkmanın şaşkınlığı çoğunlukla balıklara vergili. Hem yılanlar öyle mi?
Şimdi bırakalım bunları. Siz hiç karlı bir yolda bir çocuğun adımlarını takip ettiniz mi? Ayakkabılarının tabanlarındaki tırtıklı desenlerin yeni yağan karın üzerinde durduğu küçük adım, çoğunlukla merakın uçsuz bucaksız sahibine götürür sizi. Orada saçlarını apar topar toplayan bir güneş vardır. Gözlerinde buğulu bir ifadeyle yolumuzu gözler durur her şey böyle sürüp giderken. Hardal rengi gömleğinin yakası kir ve terden aşkar tutmuş bu da dert mi, bir zamanlar geçmişlerinin ekip biçtiği bu arazide böyle başıboş gezinirken…