Özcan Ünlü İle Söyleşi

Toplam altı şiir kitabı ve en sonunda “Teslimiyet”… Şiirlerdeki üslup ve düzenleme de dikkat çekiyor. Özcan Ünlü şiiri hakkında kısa bir bilgi verir misiniz?

Şiir dilimin oturmaya başladığını hissediyorum. Daha önce yazdığım ve çeşitli dergilerde yayımlanan şiirlerimi de sahipleniyorum ama Teslimiyet, sanki biraz daha bana göre. Duyarlılıkları, dize yapılarındaki titizlik… Şiiri bir kışkırtıcı gibi görmeye başladığımda bunu anladım. Yani duyguların, başka duygularla kesişme anında çağrıştırdığı söz dizimleri gibi görmeye başladım dizeleri. Bulutların çarpışması gibi mesela… Kitaba ismini veren Teslimiyet’e bunu daha iyi anlattığımı sanıyorum.Yani, sözün gerçek sahibine dönerek ondan şiiri isteme… “Damlayı kavuştur denize, denizi okyanusa/ ve beni bahtımın pırıltısına efendim”… Artık söyleyişin oturduğu anlamını veriyor.

Bu kitap elbette önemli. Teslimiyet ve sonrası şiirlerinizdeki değişimleri nasıl değerlendiriyorsunuz?

Teslimiyette yer alan şiirler, “Aşk Bu Kadar Yakışmamıştı Bana” dan sonra yazılan sevgi şiirlerini de içine alıyor. İlk bölümün adı zaten “Aşkla Söylenen”. Bu bölümde aşk şiirleri dikkat çekiyor. Sevgiyle örülmüş bir yüreğin, kendi üslubunca yansıması olarak kabul edilebilecek şiirler bunlar. Kendi üslubunca diyorum çünkü başkalarının belki de her gün yaşadığı ve fakat benim o yaşayışı farklı gözlemlerle sunmaya çalıştığım şiirler bunlar. İnsanları sevgiyle imtihan etmek istiyorum. Sevgiyle sınadığımız yüreklerin ancak yarına mutlu çıkabileceklerini düşünüyorum. Eksiklerimizi, yanlışlarımızı, günahlarımızı sevgiyle ele alırsak insan olduğumuzu da anlarız diye düşünerek yazıyorum bu şiirleri.İkinci bölümde yer alan Teslimiyet şiirleri bambaşka tatlar taşıyor. Nazan Bekiroğlu’nun “Yusuf ile Züleyha” sından sonra ortaya çıkan Teslimiyet şiirine, modern bir naat diyorum kendimce. Söz dizimi, duygu yoğunluğu ve gerçekten bir teslim oluşu çağrıştırdığı için önemsiyorum. “Ben sana şiir sundum efendim” diye başlayan ve dua bölümüyle biten şiirin yanı sıra, yürek coğrafyamda bana dert olarak işlenmiş olayların, kişilerin ve durumların şiirlerini de bu bölümde bulabilmek mümkün. “Dünde Kalan” başlığı altında ise daha önceki kitaplarımda kalmış dikkate değer bulduğum şiirlerden bir seçki yaptım.Teslimiyet böyle bir kronoloji izliyor ancak, daha sonra yazdığım şiirler, daha uzun soluklu ve daha imge yoğun… Şiirlerimin durduğu yer, herhangi bir grubun veya etkinin gölgesinde kalmasın için çalışıyorum. Beğenilsin ya da beğenilmesin kendi şiirimi söylemek istiyorum. Eğer okuyucu ile bu anlamda anlaşabiliyorsam, doğru yoldayım diye düşünüyorum. Teslimiyet sonrasında yukarıda da söylediğim gibi, dize yapısı ve imgeleri farklı uzun şiirler kaleme almaya başladım. Birçoğunu “türkü” başlığı ile çıkarmayı planlıyorum ancak belki çok sonra…Sevgi şiirlerine ağırlık vermeyi de sürdürüyorum. Çünkü sevgisiz kaldığımızı ve giderek de bu anlamda içsel bir yalnızlığa doğru gittiğimizi düşünüyorum. Şunu çok açık yüreklilikle söyleyebilirim: En iyi aşk şiirlerimi Teslimiyet’ten sonra yazmaya başladım.

Teslimiyet,bir teslim oluş diyorsunuz.  Peki, şiir bitti mi böylece?

Kesinlikle bitmedi. Bitmez de. Yürek atışlarımız devam ettiği sürece ve bu coğrafyada kaldığımız sürece söz bitmeyecek. Teslimiyet’ten sonra aşk şiiri söylemeyeceğim diye düşünmüştüm fakat aşkı tanıdıkça yanıldığımı anladım. Bir sürü yanılgıdan sonra gerçek aşkın ne olabileceğini ilham eden şeyler söylemeye başladım. Şimdi, aşkın daha farklı anlamları, katmanları, renkleri olduğunu ortaya koymaya çalışıyorum. Sevgiyi sadece şiirlerde yaşatmak yerine, denemelere de dökmeye başladım. Yakında çıkacak “Besbelli Yalnızlık” isimli kitapta yer alacak denemeler ve yine yakında çıkacak “Aşk Günlüğü” romanımda da aşk yoğun bir tarzı deniyorum. Yani Teslimiyet, bu anlamda bir mukaddime olarak duruyor benim kitaplarımın arasında.Bir de şunu söylemek isterim: Ben kimsenin şiiriyle ilgilenmiyorum. Herkesin şiirini okuyorum fakat kimsenin şiiri umurumda değil. Hatta kimsenin yazdığı da… Kendi yazdığım şiirleri bile ezberimde tutmuyorum. Çünkü şiir yazılıp bitirildikten, yayımlandıktan veya kitaplaştıktan sonra artık benim olmuyor. Sadece şiirin üreticisi olarak benim ismim yer alıyor şiirlerin altında.
Herkes kendi döneminin şiirini söylüyor,türküsünü söylüyor. Ve kendince söylüyor. Benim kaygım da kendi türkümü söylemek…
Dolandırmadan, eğip, bükmeden…

Bir roman çalışmanızın olduğunu da biliyoruz.

Evet. “Aşk Günlüğü”, bir günlüğün peşinde yaşanan içsel yolculuğu ele alıyor. Aslında Teslimiyet’le birlikte çıkması düşünülen romanda da, yitikleri hanesinin ilk başına sevgiyi yazanları kendine döndürme amacı taşıyor. Düşsel bir yolculuk, zamana ve mekana bağlı olmayan bir üslup… Deneme, roman ve şiir çalışmalarımı bundan böyle daha özgür bir hale getirip ve tamamen insanı yeniden keşfetmeye yönelik bir kaygıyla yazacağımı söyleyebilirim. Çünkü benim derdim kendimle, dolayısıyla insanla. İnsanla derdi olan birinin, herhalde kargacık-burgacık, değeri kendinden menkul, harc-ı alem işleri yapması düşünülemez. Kendi kozamı örmeye çalışıyorum. Bu kozanın içinde ise sadece sevgi olsun, tahammül olsun diliyorum.

Size göre, popülizm, geleneğin en büyük düşmanı mıdır?

Popülizm, iki anlamda ele alınabilir. Birincisi, gerçekten pop kültürün dayattığı bir tüketim mantığı, ikincisi de popülist araçlarla tanıtımı ve tüketimi sağlanan materyallerin içinde dolaştığı “Pazar”… Popülizmle kalite aynı anda düşünülebilir mi, buna bakmak gerekiyor. Televizyon, radyo, gazete veya dergi imkanlarıyla sürekli reklamı yapılan ve adeta dayatılan eşya veya eser gerçekten de çok önemli midir? Bana göre popüler mantık, yukarıda sözünü ettiğim kaygılardan yola çıkılarak kullanılırsa yararlı olabilir. Yani gelenekten beslenen, duruşu itibariyle ciddi eserlerin tanıtılması, yaygınlaştırılması amacını güdüyorsa… Ama bugünkü genel-geçer hükümlerle popülizmin, sadece bir tüketim enerjisi olduğunu, kaliteyle ilgisi olmadığını, hele ele geçmiş veya gelecek kaygısı taşımadığını söyleyebilirim.

Günümüz edebiyatının halka bakışını nasıl buluyorsunuz?

Türk edebiyatı, safları belirmeye başlamış bir görüntü çizmeye başladı. Bir yanda popüler kitaplar çıkarken, diğer yanda da yarına taşınacak, geniş oylumlu ve kozasını ören imzaların çalışmaları vitrindeki yerini almaya başladı. Belki kabul gören, popüler kültürün dayattığı eserler ama okuma eylemini gerçekten bir hayat görüşü, bir felsefe haline getiren bilinçli insanlar için seçkicilik belirginleşmeye başladı. Popüler olanlar arasında da zaman zaman kaliteden söz edilebiliyor ancak, kalite, teknik olarak kendi varoşunu yaşayan eserler arasında…Günümüz edebiyatı, genel olarak popülerden yana. Liberal düşüncenin ve tüketim çağının gereklerine uygun yayınların sayısı artıyor. Moda söylemlerin ön planda olduğu eserler daha fazla alıcı buluyor ama bütün bunlar,  edebiyat damarının özsuyunu bulandıramayacak,  diye düşünüyorum.

Günümüz edebiyatında şair ve yazarın dil çıkmazına düştüğüne katılıyor musunuz?

Dilin, toplumların bünyesinde yaşayan bir unsur olduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla etkileşimlerin olacağını da… Fakat yaşayan bir dili layıkıyla kullanmak yerine, sadece farklı olmak adına, metinsel bütünlüğü bozacak yapmacık sözcüklere başvurulması anlaşılır gibi değil. Bütün şair ve yazarların, belirginleşmiş bir üslupları olması gerekiyor. Bu üslup içinde dil, vazgeçilmez bir alan oluşturmalı. Yazar veya şairin sözcük torbasında çok fazla sırıtmayacak ve zorlayıcı olmayacak şekilde duran sözcükle ifade özgürlüğü, binlerce kelimeden oluşan Türk dilinin zengin hazinesinden yararlanmalı. Teknik terimlerin, yapay cümlelerin ve farklılık adına üretilmiş kelimelerle zenginleştirildiği düşünülen metinlerin sağlıklı olamayacağı kesin. Bu konuda, en olumlu örnek Mustafa Kutlu’dur diye düşünüyorum. Hikaye ve yazılarında günlük konuşma dilini edebiyatın emrine veren ve bunu eksiksiz bir üslupla birleştirebilme becerisini gösteren Kutlu, yazı hayatımızın örnek alınması gereken isimlerinden biridir bana göre.

Şiirimizin yol haritasında sizin kilometre taşlarınız kimlerdir?

Bu kişisel bir tercihi öne çıkarabilir ama ben, Yunus Emre, Karacaoğlan, Fuzuli, Baki ve ille Şeyh Galib dönemlerinden sonra Ahmet Haşim, Yahya Kemal, Necip Fazıl Kısakürek, Sezai Karakoç’u ilk aklıma gelen isimler olarak zikredebilirim. Bu isimlerin yanına konulabilecek yeni ve genç arkadaşlarımız da var ancak yarına taşıyacakları eserleriyle yorumlanacakları için isim veremiyorum. Burada şunu söylemek istiyorum. Her şair kendi döneminin türküsünü söylemiştir. Mevlana da, Yunus da, Necip Fazıl da… Önemli olan, bu türkünün yüz, hatta yüzlerce yıl bile aynı coşkunlukta söylenmiş olması. Bugün türküsünü söylediğimiz şairler, şiirimizin yol haritasındaki kilometre taşlarıdır.Dergiler edebiyatımızı nereye kadar götürmektedir veya götürebilir? Dergi konusu, aynca ele alınması gereken bir mesele. Türkiye’de sağlıklı bir dergicilikten söz edebilmek maalesef mümkün değil. Öyle ki, derginin genel tanımı içinde yer alan kavramlara ve kaygılara baktığımızda, ülkemizde yapılanların sadece ahbap-çavuş ilişkisinden öteye geçmediğini görebiliyoruz. Bir takım dergi baronlarının, kendi yandaşlarını cilalamak için kurdukları bir hareket alanı olarak görüyorum dergileri. Birbirine küsen, birbirini kıyasıya eleştiren, sevgi ve hoşgörüden yoksun kalemşorların savaş arenası haline gelmiş durumda dergiler. Bu sis perdesinin arkasında gerçekten güzel dergiler de çıkmıyor değil. Örneğin bir Hece, Dergâh, Türk Edebiyatı, Bizim Külliye, Yolcu, Ay Vakti, E, Virgül, Yansıma, Kaşgar gibi dergiler, yarına kalıcı isim ve eser üretme yarışındalar. Üç-beş kişinin fedakarl ile kurulmuş ve ancak kendi çevresinde duyulan dergilerin “en büyük benim” edasıyla sağa-sola saldırması, doğrusu hiç hoş değil. Şu da bir gerçek: Türkiye’de eli kalem tutan ve bir eser sahibi olan herkesin, geçmişinde bir edebiyat dergisi tecrübesi bulunuyor. Demek ki dergiler, bu anlamda bir misyon yüklenir ve sorumluluk duyarsa, bugünkü ve yarınki edebiyatın belirleyici isimleri bu verimli tarlalardan çıkabilir. Dergiciliğimizin ürün yayınlamak kadar estetik, görsel sanat, plastik sanat ve en önemlisi şiir eleştirisi gibi kavramları kurumsal bir mantıkla ele almaları da gerekmektedir. Yoksa bütün dergiler çok iyi, hiçbirinde kusur yok, bütün şairler başarılı, bütün sanatlar fevkalade diye düşünür dururuz.
ÖZCAN ÜNLÜ KİMDİR?1968 Ordu doğumlu. Şair ve gazeteci. Kardelen ve Kültür Dünyası dergilerinin kurucularından. Yazı ve şiirleri Mavera (ilk şiiri de 1987 yılında bu dergide yayımlandı), Türk Edebiyatı, Kültür Dünyası, Kardelen, Tepe Edebiyat, Kalem ve Onur, Bizim Külliye, Endülüs, Kum Yazıları, Yesevi, Hece, Ay Vakti, Yitik Düşler gibi dergilerde çıktı. İlk şiir kitabı “Noktaya Şiirler “i (1988) “Benden Önce” (1990), “Aşk Olur” (1994), “Korkuya Türkü” (1996), “Aşk Bu Kadar Yakışmamıştı Bana” (1999) ve “Teslimiyet” (2001) takip etti. “Mustafa Necati Karaer Armağanı” (1996), “Ünlü Şairlerin En Güzel Aşk Şiirleri Antolojisi” (2000), “Sevgi, Aşk ve Mutlu Evlilik” (2001) isimli kitapların da yazarı. “Aşk Günlüğü” (roman, 2002), “Besbelli Yalnızlık” (deneme, 2002) diğer kitapları… Basın Konseyi, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti, İLESAM, Türkiye Yazarlar Birliği ve Karadeniz Yazarlar Birliği üyesi olan Ünlü’nün çeşitli kurum ve kuruluşlardan aldığı ödülleri bulunuyor, Ünlü, halen Türkiye Gazetesi Kültür Sanat Servisi Yönetmeni olarak görev yapıyor.

Paylaş

Bu Sayının Diğer Yazıları

Delibahar / Ay Vakti
Tütye / Şeref Akbaba
Terkedilmişlikler / Üsame Gün
Özcan Ünlü İle Söyleşi / Şeref Akbaba
Kalp Krizi / Abdullah Yıldırım
Tümünü Göster