Bu yaptığım delilikti.
Bir rüyanın peşine takılıp gelmek de neyin nesi?
Bir bozkırın ortasında, sonsuz bir boşluk hissi veren şu sapsarı deryada küçük bir balık gibi çaresizdim.
Rüyalarım beni her gece bir trene bindirip bildiğim ve bilmediğim yollardan, dağlardan, ovalardan, karanlık tünellerden, uzun köprülerden, sarp dağların eteklerinden şu kurak topraklara getirip her seferinde aynı istasyonda bırakıyordu. Bu rüyanın bir adım ötesine atlayıp yolun, yolcudan murat ettiği neydi, bilmek isterdim. Oysa ne zaman istasyona ayak bassam ansızın gözlerim açılıverirdi. Gözlerimi hızlıca kapatıp aynı rüyaya dalmaya çalışsam da ne rüya gelirdi ne de uyku. Kör bir kuyuya atılmış gibi derin bir karanlığın içinde sabırla beklerdim.
Sonunda rüyalarımda vardığım istasyonu bulmaya niyet ettim. Bu, iğneyle kuyu kazmak gibi bir şeydi. Rüyalarımda gördüğüm, bildiğim yerlerden hareketle tren biletimi aldım. Beni nereye götüreceğini bilmediğim yolculuğum başlamıştı. Her durakta heyecanla ayağa kalkıp sağa sola bakmamdan, sonra can sıkıntısıyla tekrar yerime oturmamdan görevli iyice şüphelenmişti.
“Abi, nerede ineceksin?” diye sordu.
Bilmiyorum manasında omzumu salladım. Adamcağız hayret etti. Belki de çatlak olduğuma kanaat getirip bir daha da bir şey sormadı.
İç Anadolu’nun sapsarı başaklarla dolu geniş ovalarından usul usul kayan kara bir yılan gibi geçip gidiyorduk. Ya ineceğim istasyonu bulamazsam ya bulup da tanıyamazsam ya yanlış yolda, yanlış trende yol alıyorsam? Beynim karıncalanmaya, sırtımdan soğuk soğuk terler boşanmaya başladı.
Tren yeni bir istasyona yaklaşırken hızını azar azar keser, camlar titremeye başlar, vagonlar sağa sola sallanırdı. Ümitsizce başımı istasyona çevirdim; sonra sevinçle ayağa fırladım. “İşte burası!” diye haykırdım. Görevlinin dudakları kıpır kıpırdı. La havle mi çekiyor, küfür mü ediyor bilemedim. İşte ne tek bir ağaç ne tek bir ot… Köhne bir istasyonu kucağına almış bekler gibi duran bu çırılçıplak topraklar tam da rüyalarımda indiğim yerdi. Hemen trenden atladım.
Eee sonrası? Gözümün değdiği her yer kupkuru toprak. Kendime kızdım. Ne yana ne yöne gideceğimi bilemedim. Allah’ın bir kulu yok muydu buralarda? İstasyondan çıkıp öylece yürüdüm. Belki bir yarım saat sonra artık iyice paslanmış bir köy tabelasına denk geldim. “Dereler Köyü” Bir tutam otun bile zor bittiği bu yerde köyün ismi beni gülümsetmişti. Daracık toprak yol yürüdükçe dikleşiyor, nefesimi kesiyordu. İki saat kadar yürüdüm. Güneş batmak üzereydi. Ya gördüğüm tabela orada unutulmuşsa ya yanlış yoldaysam ya burada köy möy yoksa ya hava karardıktan sonra ayılar, kurtlar önüme çıkarsa… Hem söylenip hem yokuşu çıkmaya devam ettim. Önce kulağıma uzaklardan bir ezan sesi çalındı; ardından o incecik minareyi görünce pek sevindim. Karanlık birden bastırdı. Gözümün önünü göremiyordum. Ara sıra telefonumun ışığını açıp bastığım yere bakıyor sonra yoluma devam ediyordum. Aşağıdaki kuraklığın tersine burası cennet gibiydi. Karanlıkta tam da seçemesem de uzun kavaklar, geniş gövdeli meşeler, ardıç ağaçları akşam rüzgârıyla nazlı nazlı sallanıyordu. Tam da romantik bir hava tutturmuş, akşamın bu saati, sanki nereye gideceğimi, nerede yatacağımı biliyor; leziz bir sofra, yumuşak bir döşek beni bekler gibi gamsız gamsız ağaçları, kızaran gökyüzünü, bana bakıp saflığıma gülümseyen ayı seyrediyordum. Beni bu aptalca durumdan, tam da bacaklarımın arkasından vahşice hırlayan bir köpek sesi uyandırdı. “İşte bittiğimin resmidir.” deyip tabana kuvvet koşmaya başladım. Köpeğin hırıltısını ta kulaklarımın içinde hissediyor; peşimi bırakmayan bu rüyanın manasının ‘bir dağ başında köpeklerce parçalanmak olduğuna’ bir türlü inanmak istemiyordum. Karşıma çıkan ilk evin kapısından kendimi içeri attım. Kapıyı kapatır kapatmaz köpeğin sesi ansızın kesildi. Küçük bir bahçenin içerisindeydim. Karşımda sıvası iyice dökülmüş, yıkılmaya yüz tutmuş eski bir köy evi duruyordu. Perdenin altından sızan ışık şifa oldu. Koşarak kapısına vardım. Tam kapıyı çalacakken kapı gıcırtıyla açıldı. Başı takkeli, uzun beyaz sakallı, yanakları al al bir ihtiyar:
“Gel evladım.” Dedi. “Ben de seni bekliyordum.”
İhtiyarın bu lafına hiç şaşırmadım. Zira evimin önünde ben de böyle bir köpek sesi duysam bahçeme birinin dalmasını beklerdim. Selamlaştık. Ellerinden öptüm. Yerde küçük bir ahşap sofra vardı. Üzerinde daha dumanı tüten iki tas çorba, iki de kaşık vardı. Sofraya buyur edildim. Sofranın boş yerine bağdaş kurup oturdum. O da gelip oturdu. Kaşığını çorbaya sallarken bana baktı:
“Evladım hadi içsene çorbanı.”
Kapıya doğru bakışımdan çorbanın sahibini beklediğimi anladı:
“Hadi hadi, o çorba senin. Soğutma bakalım.”
Hayatımda bu kadar lezzetli bir çorba içtiğimi hatırlamıyorum. Üstelik ne çorbası olduğunu bile anlamamıştım.
Pek efendi bir adammış ki, akşamın bu saati bu dağ köyünde ne işim olduğunu sormadı bile. Her daim mütebessim bir çehre ile yüzüme bakıp “Maşallah “deyip durdu sadece.
Dedecim adın nedir?
“Hicâbi”
Benimki de…
“Mustafa”
Lafı ağzımdan aldı. Bu kez şaşırmaktan da öte korkmaya başlamıştım. Daha ben gelmeden konulan çorba, adımı sanki beni tanıyormuşçasına rahat söylemesi içimi ürpertti. Hicâbi dedeyle sohbeti biraz ilerletince ondan korktuğum için ayıpladım kendimi. Bütün yaşlılar gibi çok konuşuyordu. Ben de nenemden bilirdim. Nenem bana sürekli seferberlik öyküleri anlatırdı. Benim öykü dediğime bakmayın. Öykü gibi dinleyen bendim. Açlıktan ağızlarında kara lastik çiğneyen, savaşın, yokluğun içinde ıstırapla büyüyen; babasını, abilerini Çanakkale’ye, dedesini Trablusgarp’a gönderip bir daha haber alamayan nenemdi. Dedesinin yüzünü hiç hatırlamıyordu elbet. Lakin ne zaman annesinden bir avuç leblebiyle kuru üzüm istese, annesi her seferinde:
“Deden Trablusgarp’tan getirecek.” diye nenemi avuturmuş. O yüzden neneme “Sana ne alayım ne istersin?” diye sorsam, “Leblebiyle, kuru üzüm…” derdi her seferinde.
Nenemin dedesi Trablusgarp’tan dönmemiş. Babasının, kardeşlerinin Çanakkale’den dönmediği gibi. Büyük dedemin ismi de bana miras kalmış. “Mustafa”
Hicâbi dede cenk hatıralarına dalmıştı, ben de nenemin anlattıklarına… Hicâbi dedenin onca yaşına rağmen billur bir sesi vardı. Yalnız anlattığı şeyler hafızasının pek de sağlam kalmadığını gösteriyordu. Bir cümlesinde Sarıkamış diyordu, diğerinde Filistin, Hicaz… Sonra Çanakkale cephesine atlıyordu. Çanakkale’de tam düşmanı denize dökecekken birdenbire Kıbrıs’a geçiyordu. “Trablusgarp’ta da Mustafa dedenle omuz omuza savaştık.” deyince koptum artık. Gülmemek için kendimi zor tuttum. “Dede ne yaptın sen yahu, bir insanın onca yerde olması mümkün mü, hem senin yaşın kaç?” diyemedim tabii. Bize öğretilen bir yaşlının gönlünü incittin mi bütün dünya incinirdi.
O gece Hicâbi dedenin evinde kaldım. Sabah, sararmış bir beze sarılı, el ayası büyüklüğünde bir şeyle yanıma geldi.
“Bende bir emanetin var Mustafa.” deyip örtüye sarılı şeyi elime tutuşturdu. İçinde ne olduğunu bilmiyordum. Hicâbi dedeye gülümseyerek baktım. Anlaşılan bana bir hediye vermek istiyordu.
“Bu, Trablusgarp’ta Mustafa dedenin cebinden çıktı. Hemen yanı başımda alnından yediği bir kurşunla şehit oldu. Canını teslim ederken elini göğsüne tutup “Bunu Mustafa’ma ulaştırıver.” dedi.
Artık Hicâbi dedenin tahtalarının hayli yerinden oynayıp bir ikisinin de düştüğüne kanaat getirdim. Elindekini aldım, cebime koydum; helalleştim ve çıktım evden.
Hicâbi dedenin evinden yine bir dik yokuşla köye doğru yürüdüm. Yol düzleşip genişçe bir meydana vardı. Şu sağ taraftaki kahvehane olmalıydı. Erken saatler olmasına rağmen köyün erkekleri tavlaya başlamıştı bile. Beni görünce herkes elindekini bırakıp biraz şaşkınlıkla bana baktı.
“Selâmün aleyküm ağalar!” dedim.
Anadolu insanının bu misafirperverliğine bayılırım. ‘Biri de çıkıp ne halt etmeye geldin?’ diye sormadı. Buyur dediler, çay ikram ettiler. Hele iş güç nedir diye soran bir yaşlı amcaya mühendis olduğumu söyleyince mühendis bey aşağı, mühendis bey yukarı epey bir iltifat gördüm. Öğle saatleri muhtar da geldi. Muhtar, babam yaşında bir adamdı. Aldı beni evine götürdü. Sanki kırk yıldır görmedikleri ahbapları gelmiş gibi etrafımda pervane oldular. Peynirin yağlısından, tereyağının hasından, yoğurdun kaymaklısından ikram edip bir güzel karnımı doyurdular. Muhtar, gözlerimin içine bakıp sanki ne etmeye geldiğimi anlamaya çalışıyordu. ‘Bir rüyanın peşine düştüm de çıkıp geldim’ diyemedim elbet. Ondan öte üç beş laf geveledim. Araştırma, inceleme, kem, küm falan… Muhtar da fazla üstelemedi. Köyün yoluyla, pınarın suyundan dert yandı. “Şu yola bir asfalt döşense, şu oluk oluk akan su evlere gelse” dedi. Köyde genç kalmamıştı zaten. Gidebilen çoktan çekip gitmişti. Gitmeyen ya yaşını başını almıştı ya da bir avuç toprakla, bir çift ineğini bırakmaya kıyamamıştı.
O gece muhtarın evinde misafir oldum. Bir yandan rüyamın neyi murat ettiğini bulamamanın hüznünü yaşıyor, bir yandan da bu dağ köyünde bu güzel gönüllü insanların arasında hiçbir yerde bulamadığım huzuru tadıyordum. Ertesi sabah yola çıkmaya karar verdim.
Sabah avluya çıktığımda sofra hazırlanmıştı bile. Rüzgâr tatlı tatlı esiyor, burnuma dağ kekiği kokuları geliyordu. İyi ki buralara gelmiştim, iyi ki bu insanları tanımıştım. Giderken önce kahveye uğrayıp köylüyle vedalaştım. Telefonumu verdim. Artık ben de onların bir kardeşiydim. Muhtarla beraber, üç beş kişi de köyden aşağı doğru yürürken bana eşlik ettiler. Köyü çıkıp evvelsi gece misafir olduğum Hicâbi dedenin evinin önüne kadar geldik. Muhtara:
“Hadi siz daha fazla yorulmayın, ben yolu bulurum.” dedim. “Yalnız, şu Hicâbi dedeye bir uğrayıp ‘Allah’a ısmarladık’ deyim, o kadar hasbihal ettik. Sıcak çorbasını içtim.”
Hepsinin birdenbire beti benzi attı; yürüyen ayakları kurşun gibi yere çakıldı.
Muhtar, elini omzuma atıp:
“Mühendis Bey sen şaka mı edersin?” diye sordu. “Hem sen Hicâbi dedeyi de nereden tanırsın?
Diğerlerin yüzü hâlâ sapsarıydı. Bir gariplik vardı da neydi çözemedim.
“Geçen akşam, köye gelirken köpekler peşimden hırlayınca Hicâbi dedenin bahçesine daldım. Sonra ışığı görünce kapısını çaldım. O da sağ olsun beni buyur etti.” diye olanları bir bir anlattım.
Muhtarın eli hâlâ omuzlarımdaydı. Sükûnetle anlattıklarımı dinliyordu. Diğerleri çil yavrusu gibi dağılıp köye doğru koşmaya başladı.
Muhtarın dudakları kıpır kıpırdı; baktım ki tekbir getiriyor. Gözlerinden yaşlar süzüldü.
“Bak evladım, “dedi. Doğrudur, burası Hicâbi dedenin evi. Belli ki Hazret seni yanına çağırmış. Lakin kendisi çook, çok uzun zaman evvel burada yaşamış. Biz de büyüklerimizden duyduk. Pek yiğit bir adammış. Osmanlı ordusuna gönüllü asker olmuş, gidiş o gidiş… Bir daha da köyüne dönememiş. Onun cepheden cepheye koşup, sonunda Filistin’de şehit olduğunu söylerler.
Muhtar, bir sır verirmişçesine kulağıma eğilip fısıldadı:
“Bilir misin bu evde onun bir kılıcı var. Duvarda asılı. Kıbrıs muharebesinde o kılıç bir ay kayboldu bu evden. Ben daha delikanlıydım o zamanlar. Evi ziyaret eden torunları bakmış ki dedelerinin kılıcı yok duvarda. Savaş bitip Türk askeri Anadolu’ya dönünce Hicâbi dedenin da kılıcı duvarda asılı durduğu yere geri dönmüş.”
Muhtarla sarılıp vedalaştım. Kalbimin bir yarısını orada bırakıp gidiyordum.
Şimdi, şurada duyduklarım, birkaç gündür yaşadıklarım, gördüğüm rüyalar, beni bekleyen o istasyon… Aldım hepsini üst üste koydum, zamanın sınırsızlığına vurdum. Benim gördüğüm, duyduğum, dokunduğum bu dünyanın ötesi vardı elbet. Öylesine titriyordum ki, Hicâbi dedenin verdiği emaneti cebimden güçlükle çıkarabildim. Olduğum yere çöktüm. Örtüyü usulca açınca içerisinden bir avuç leblebiyle kuru üzüm; bir de kuruyup çatlamış, yer yer derisi dökülmüş, dikişleri atmış, sayfaları yerinden çıkmış bir kitap gördüm. Kuru üzümle leblebiyi cebime attım. Kitabı, yeni bir dünyanın kapısını aralar gibi heyecanla açtım. Bu, her bir sayfası çiçeklerle, yapraklarla, rengârenk motiflerle bezenmiş bir Mushaf’tı. Derken ilk sayfada, Fatiha’nın hemen üstünde ince ince yazılmış, Osmanlıca bir yazı fark ettim. İyice solmuş, neredeyse okunmaz olmuş yazıya gözlerimi diktim. Harf harf, hece hece söktüm yazıyı.
“Mustafa’dan Mustafa’ma selam olsun!”
Başımı göklere çevirdim. “Benden de sana da selam olsun!” dedim.
Âlemler içre âlemler vardı. Duyardı elbet.