Belki De @şk

“Kimi seviyorsan herkesin yüzünde onu görürsün”

İbn-i Arabî

 “Toplantıdayım. Bitince ararım”

Önce dakikalar, saatler, sonra günler, aylar boyu bekleyişlerimin sonuçsuz kalmasıyla bir sükûtu hayal yaşadım.

Ah Gülay!..

Dönmedi.

Her anını bir müjde bekler gibi geçirdiğim bunca zaman içinde bana burukluklar, hayıflanmalar, iç ağırlığı, can sıkıntısı kalacaktı.

Toplantı bitince…

Bu ne bitmez toplantıymış.

İşte sana uzun bir susku aralığı ile cevap veriyor.

Nasıl olmuştu böyle birdenbire?

Nasıl olur?

İşte tam da böyle olur.

Bir dalga, bir titreşim her yerinden sarar insanı. Bir döngünün, bir sarmalın, size bir şey söyleyeyim mi, sanki bir sarhoşluğun içindesinizdir. Kendinden geçmiş, aşkınlıkla, kamaşma arasında yolunu şaşırmışsındır. Öyle midir? Tam böyle olduğunu, ne olduğunu da bilemiyorum doğrusu. Kendime gizli, saklı kalıyor, bilmece oluyorum. Anladım ki, ben onunla varım artık, ondan ayrı olamıyorum. Onu aşamıyor, geçemiyordum. ‘Onu ve kendimi tam da böyle bir sarmaldayken anlamaya çalışıyor olmanın mı çelişkisi içindeyim yoksa?’ diye sordum kendime. Sanki sisler biraz dağılır gibi olunca, benden gizlenen, kendimden gizlediğim bir yanım belirginleşiyor. Bu ben miyim? Bu arzu, bu yöneliş, bu ilgi benim mi? Bu inişler, çıkışlar, düşüşler, havalanmalar?

Gülay’a değer katacağımdan eminim. O da benim içimde bir uçurum gibi büyüyen boşluğumu dolduracak, bundan da eminim. Bu duygu bende öteden beri vardı. Hep vardı. Ama hiçbir gönle girmeye niyetlenmedi; işte İlknur, işte Füsun! Yaranmak için yılışıp duruyorlar. Her fırsatta yemeğe çıkma, yok tiyatroymuş, yok yaş günüymüş yok bilmem neyin yıldönümüymüş davetler, ‘birlikte gidelim mi’ler! Hiçbiri ruhumdaki ateşi bu denli canlandırmadı. Hiçbirinin bakışlarında içimdeki o uçurumun ürpertisini duymadım. Tamam onun bilgisi, duyarlığı evet bakışı, o asude edası da etkiliydi. Hepsi etkiliydi. Ne yapayım, elimde değil, bir etki alanına girdim işte ne yapayım elimde değil. İçimde kuşlar havalanıyor. Uçsuz bucaksız göklere yükseliyorlar. Bu gökler içime nasıl sığıyor? Aslına bakarsanız bu gökler ancak içine sığar insanın. Bir göz ve bir yüz ancak ilahî bir nurla öyle parlayabilir. O nuru hayal etmek ama bir türlü yaklaşamamak, görmemek bile bana sıkıntı veriyor.

İçimin boşluğu uçurum uçurum büyüyor.

O dipsiz, o karanlık meçhul, bakışları oluyor.

*

Ekrem Abi’nin “Aziz dost, bir kızımız var. Mailine özgeçmişini yolluyorum. Bakınca hayran kalacaksın” demesiyle, gönderdiği maile baktığımda ona hak verdim. Hak vermekle kalmadım, Gülay, sıkıntılı süreçlerden geçerek kendini bugünlere atmayı başarmıştı… 28 Şubat sürecinde başörtülü kızlarımıza reva görülen baskı ve yıldırmaların mağduriyetini yaşamış, zorlukları göğüslemişti.

Gülay yılgınlığa düşmüyor, şartları zorluyor, kendini yurt dışında bir üniversiteye atıyor. Özgeçmişin sağ üst köşesindeki vesikalığa baktım. Fotoğraftaki tam bir Anadolu kızı. Yüzünde bir masumiyet, bir letafet, bir nur. Biraz çocuksu. Kendimi fotoğraftaki çocuğun masum, temiz bakışlarına bırakırken, 28 Şubatın o ağır havasını hatırladım yeniden. Fotoğraf adeta canlanıyor, dile geliyor. Sesinde bir çekingenlik, yüzünde hüzün, onu kapılarına turnikeler konan, ikna odalı bir üniversitenin önünde yasakları protesto buluşmasında görüyorum. Vakur görünüşlerine uygun, sessiz, sakin bir öfkeyle tepkilerini ortaya koyuyorlar. Sivil, askerî bürokrasi elbirliğiyle çocukların üzerine gidiyor, okuma hatta buna bağlı olarak neredeyse yaşama imkânları daraltılıyor. Hüzün bu kızların masum yüzlerinde koyulaşarak üniversite kapıları önüne, sokaklara, meydanlara zehir gibi yayılıyor. Hüzün sönecek gibi olan ama asla sönmeyecek olan son ışıltıya, inanarak tutunup bu yüzdeki güzelliğe yayılıyor. Özgeçmişteki fotoğraf, müşahhas canlılık kazanıyor. ‘Geçti’ diyorum. Onun imgesel varlığı üzerinden bir kuşağı teselli eder gibi; ‘hepsi geçti. Şimdi rahat ve müsterih ol. İşte bak şimdi onlardan yaptıklarının hesabı soruluyor.’

Kalbim ısınıyor.

Fotoğraftaki kız rahat, hiçbir kaygıya tökezlemeden bir tebessümle bakıyor. Ne ki benim için o tebessüm öncesiz ve sonrasız. Hacettepe’den mezun olması, ardından Avusturya’da mastır yapması, beni cezp ediyor. Biraz da o cezbeyle bakıyorum Gülay’a. Çocuk sen bu zor zamanlarda bu kadar ileri başarıları nasıl elde ettin diyorum.

Akademik çalışma yapmak istiyor. Burada bir üniversiteye başvurmuş.

Rektör hocayla yakınlığımı bilen Ekrem Abi, Gülay’ı bana yönlendirdi. Ekrem Abi yanlış iş yapmaz. Hemen hocayı arıyor, konuyu arz ediyorum. Gülay dünyama böyle giriyor.

*

Fakültede çalışmaya başlayan Gülay’ın, teşekkür ziyaretine gelmek istediğini söylemesiyle gelmesi bir oldu. Görür görmez biraz şaşırdım doğrusu. Fotoğraftaki kız bu muydu, bu fotoğraftaki kız mıydı? Fotoğraftaki çocuk büyümüş serpilmiş şimdi gerçek bir kadın olmuştu. Gerçeği hayalimdekinden çok öndeydi. Beni görür görmez kalktı, ağırbaşlı bir heyecanla yaklaştı.

“Hoş geldiniz” dedim. “Şöyle buyurun” 

Çaylarımız hemen geldi.

“Sivi’nize baktım. Dolu dolu. Zevkine henüz varamadığı bir dostluğun ilk yabancılığıyla gülümsedi.

 “Her şeyden önce hayatı başarmalı” dedi.

Hayatı başarmalı! Dur burada Cemal. Durdum. Bu basit bir söz değil. İçinde, arkasında derin manalar var. “Hayatı başarmalı” diye üzerine basa basa tekrar ettim.

 “Müthiş bir söz bu. Ayrıntılar peşinden sürüklenirken yitirdiğimiz esas!” dedim. Gülay’ın gözlerindeki berrak ışıltı sözün şuuruna uygun derinlikle canlandı. Doğrusu kelimelerimi seçmeye başladım. Açık rafın iki gözüne sıralanmış, masanın şurasına burasına üst üste yığılmış kitaplar, dergiler, konuşmama, özellikle de kelimelere boyut katan nesnel bir fon oluşturmalıydı.

“Çoğu zaman” dedim bilgiç bir edayla “elde edeceğimiz kazanımlara hayatımızı ziyan ederek sahip oluyoruz. Hayatı başaramadıktan sonra diğer başarıların ne önem var?”

“Mükemmel. Ne kadar özlü açıkladınız.”

Övülmeyle kabaran bir hoşluk duydum. Bu göreve başlayalı beri benliğimde azar azar oluşmaya başlayan bir duygunun daha derinlerimde psikolojimi ayarttığını bu kez daha belirgin hissettim.

“Boş verin şimdi bunları” dedim. “Sizlere yardımcı olmamız bizim hususen de benim boynumun borcudur. Çok acılar çektiniz. Şimdi bir de bizden destek göremezseniz yazıklar olsun bize.”

Bende bulduğunu sandığım dinamizm, hareket ve kararlılık onu duygulandırdı.

“Memleketin sizin gibi insanlara çok ihtiyacı var”

Hızlı başladığımıza hayret ediyordum. Bir anda ne derinlikli bir sohbete dalmıştık böyle?

Akademik çalışması “Edebiyat ve Estetik” üzerineydi. Sanattan, estetikten konuştuk. Şiirle uğraştığıma çok sevindi. Söz arasına sıklıkla bildiğim bilmediğim birçok isim sokuşturdum. Eliot’dan, Rimbaud’ya, Dali’den Mevlâna’ya, Kuşeyrî’ye, Sadi’ye, Sezai Karakoç’a, Oğuz Atay’a heybede ne varsa, o an kim geldiyse döktüm, döktürdüm. Nasıl ama? Aman Allah’ım şu adama bakar mısınız? Ne donanımlı, yelpazesi ne kadar geniş! Böyle birine yönlendirdiği için Ekrem Abi’ye ekstradan teşekkür etmeli. Bilmenin bir bilme seviyesi olmadığını, ancak bilmememin bir cahillik göstergesi sayılabileceğini söylediğimde hayret ve takdir duygularıyla şaşırmasının katlandığı belli oluyordu. Belli oluyordu ama aramızda kalsın ne demek istediğimi ben bile bilemiyordum doğrusu. Bilmeyeyim ne çıkar, peşinden sürükleniyor olduğum amaca yaklaşıyordum ya, sen ona bak!

 Ne amacı, hangi amaç?

Belki sonra açıklık kazanır. Önce öylesine, sonrasında sıradan bir ilgiyle, daha sonra nasıl olduğunu benim de bilmediğim bir aşmayla, önce gözüne, sonra gönlüne girme amacı, kendine hayran bırakmayı başararak tatmin olmaya çabalama çocuksu duygusu. Çocukça olduğunu bilsem de, o an içimdeki sıcak ürperişler bana anlayamadığım bir rahatlık yaşatıyordu. Belki de herkesin böyle olgunlaşmış veya öyle gözüken çocukluğa ihtiyacı vardır. Belki de kendini belirsiz bir muammanın ummanına terk eden eriyişin rahatlığı. Tuhaftan beter bir tuhaflıktı benimkisi: Hem belirsiz, hem muamma, hem umman. Gel de boğulma. Ey şair, labirent gibi adamsın biliyor musun? Gel de kaybolma.

“Ah” dedi “gerçekten mükemmelsiniz.”

İçimden belli belirsiz “Gizli yansımaların, gizli itirafların mükemmelliği” diye geçiriyorum.

“Ekrem abi sizden az bile söz etmiş. Sizin gibi insanları ben biraz kültürel, sanatsal konularla fazla ilgilenmez sanırdım.”

“Hepten de yanlış sayılmazsınız. Buradaki kimi arkadaşlara göre belki de ben böyle hayatta hiçbir sahici karşılığı veya getirisi olmayan hatta boş işlerle uğraşıyorum. Oysa bana göre ruhu asıl güzelleştiren bu ilgiler”

“Çok doğru söylüyorsun”

“Sizinle tanış olmaktan memnun oldum. Sizin gibi insanların yönetim kademelerinde olması insana umut, güven veriyor.”

Giderken, içime ılık bir Akdeniz bırakarak sevinçle uzaklaştığını seyre dalmanın huzuru yayılıyor.

*

Arada telefonlaşıyorduk.

Yeni hayatından memnundu. Ondaki huzuru başkasında bulamıyordum.

Bahçeli’de buluştuk. İlk kez bir kafeye çekilip baş başa uzun sayılabilecek bir süre konuştuk. Ailemden, yaşam öykümden okumalarımdan. Beğendiğim filmlere kadar niçin bahsettim ben de bilmiyorum. Galiba insanların birbirlerini ana özellikleriyle tanımalarının daha kestirme bir yolu olmuyor. Dostoyevski’yi, en son Yeraltını ve Öteki’ni çok beğendiğimden, tekrar okuyacağımdan bahsetmeme çok sevindi. Yazdığım şiirlerden, birkaçını basan dergilerden hediye ettim. Hatta ezberimdeki bir ikisini ilan-ı âşk eder gibi hisli, duygulu tonlamalarla okudum. Bu duygu yoğunluğundaki gelgitlerle gözleri buğulandı. Bir yaş, doluktuğu o güzel gözlerinden neredeyse pıt diye yuvarlanacaktı.

“Deyişlerin çok akıcı, etkili. Başka şiirlerini de görmek isterim. Mailimi biliyorsun. Gönderirsen memnun olurum.”

Oradan ayrıldık. Dışarıda hafif yağmur atıştırıyordu. Korumak veya sığınmak gibi bir insiyakla ona iliştim, bir süre kolundan tuttum. Sanki tutmasam kimi yerlerinde kayganlaşan sokağın gadrine uğrayacaktı. Yoksa bir gerekçe mi üretiyordum? Yardım etmeliydim. Böyle yardıma can kurban. Kolunu tuttuğumda teninin yumuşaklığını içime yayılan ılık ürperişle beraber hissettim. Durağa kadar geçirdim. Eve varır varmaz hemen mail hesabımı açtım. Birkaç şiir ekledim. İncelikli olmasına özen gösterdiğim ifadelerle bugünkü birlikteliğimiz için teşekkür ettiğim mailimi gönderdim. Cevap ertesi gün geldi. Cevaptan önce gelen sütununda gördüğüm ismi beni heyecanlandırmaya yetmişti. İçim içime sağmıyordu. Şu ismin güzelliğine bakar mısınız? Bu ismin, bu isimle gelen mesajın şu an için bilmediğim içeriği heyecanı, büyüyü daha çok artırıyordu. Harflere tek tek dokunmak onları okşamak istiyordum. İsminin harfleri ne kadar estetik ne kadar biçimliydiler. Gülay! Gül-ay. Hem gül hem ay. Teşekkür ederek yazılarımı aldığını bildiriyordu. Arada yazdım. Yazdıklarıma cevaplar aldım. Yazışmalarımız hayalimi renklendiriyordu. Çoğalıyor, çoğalıyor ben o hayaller ikliminde küçücük kalıyordum. Adeta hayal kurmak hayatımın asıl işi olmuştu. Hayal dışında hiçbir şeyin bu denli gerçekliği yoktu. Hayal beni hayata yaklaştırıyor, gerçek hayattan uzaklaştırıyordu sanki.

Gözlerim hep onu arıyordu. Caddede, sokakta, parklarda, duraklarda, gittiğim kafelerde, kitapçılarda hep onu aradım. Etlik’te oturduklarını söylemişti. İşe gidiş ve dönüş saatlerinde etliğin kimi duraklarında vakit öldürdüm. Elbet bir gün denk gelecekti. Karşılaşmamızı daha muhtemel kılmak istiyordum. Bir arkadaşıma uğrayacakken rastlaşmış olacaktık! Olmadı. Bu kurgularımın hepsi boşa çıktı. Gideceğini düşündüğüm derneklere, konferanslara uğruyor, mitinglere katılıyordum. Ortak Akıl Platformu’nun darbeleri protesto mitinginde veya 15 Temmuz sonrası demokrasi nöbetlerinde karşılaşsaydık ne sürpriz olurdu.

“Senin de burada olman ne güzel” der.

 “Niçin ben de olmayayım? Hiçbir haksızlığa sessiz kalamam. Hele millî iradeye yapılan baskılar karşısında susmak insanın kendisine saygısızlığıdır.”

Ne esaslı sözlerdir böyle.

Boynuma sarılmadığı kalır. Ben de sarılmadığının pişmanlığıyla.

İnsanlara onu arayan, onunla benzerlikler kurmaya çalışan nazarlarla baktım. Herkes bir yönüyle onu hatırlatıyor, herkes bir yönüyle ona benziyordu. Ama o kimseye benzemiyordu. O’nun hayalini kurmak bile tam kenarında bu uçsuz derin vadiyi seyre dalmak gibi.

Dikkatli ol, bir ses, bir yankıyla irkilebilir, ayağın hayır hayır için kayabilir. Paramparça olursun.

Onun gözleri zaten karanlık bir uçurum. Oraya düşmek karanlık ışıltısına yuvarlanıp orada erimek ne muazzam bir duygu. Karanlık ışıltı mı dedin?

O nasıl oluyor? Ah şair ah, sen bir ömür, bir gönülsün doğrusu. Yoksa hayallerin kıyısız bir karanlık mı büyütüyor? Bu duygularla bir şiirin ortasına düşüyorum. Şimdi düştüğün yerde etrafa saçılmış dizeleri topla ve onun için bir demet yap. En nadide kelimelerin çiçeklendiği buket gibi ona takdim edeceğin günü bekle. O gün, o an ne muhteşem olacak! Bütün yaşanmışlığıyla şiir, bütün şiiriyetiyle yaşanmışlık!.. Ve ömür boyu birlikteliğin teklifi! Acele etme şair. Acele etme.  

*

Sanki trajik bir romanın veya öykünün kahramanıymışız gibi birden, böyle birden beni müthiş hüzünlendiren bir şey oldu. Nişanlı olduğunu öğrenmekle yıkıldım.

İşte şimdi tam manasıyla Goethe’nin Wherder’iyim ve acı çekiyorum. Belki biraz Tanpınar’ın Mümtaz’ına benziyorum.‘Bu niye böyle oluyor ya rabbim’ derken içimde keskin hatlarda gidip gelen bir çözümleme beliriyor.

“Öyle mi?”  

“Biraz öyle”  

“Sence bu niçin böyle?”

“Doğrusu bu insanın varlığı ve hayatı temelden kavrayamamasıyla, kendini tanıyamamasıyla ve acelecilikle ilgili bir durum. Aceleciliğimizden ve ihmalimizden dolayı çoğu şeye geç kalıyoruz.”

“İhmal tamam da acele ederek nasıl geç kalınır?” diye soruyor.

“Acele ediyoruz ve geç kalıyoruz işte. Doğru karar verilmemiş her şey, geç kaldığımız bir hakikatin geri dönüşsüz mesafesinde bizi kaderimize terk eder. Kaderimiz kederimiz olur. Sonradan karşımıza çıkan doğrulara katılma, onları hayatımıza katma şansını, imkânını yitirir veya içimizde hicran duyarak kullanamayız. Her şeyden önce hayatı başarmalı. Kolay olmuyor.”

“Ağır bir felsefenin bende bu kadar rahat karşılık bulmasına hayret ediyorum.”

“Yaklaştıkça uzaklaştığın, uzaklaştığın ölçüde yaklaştığın. Çoğu kez hayatı acele duygularla yaşadığımız için kendilerinden kaçtıklarımız, kendimizden kaçırdıklarımız olur. Sonradan anlarız. Birazını şimdi anladığımız gibi.”

“Birazını mı, o ne demek?”

Gözleri biraz buğulanmış gibi.

“Birazını işte.” diye cevapladım. “Çoğu zaman neler kazandığımızı, neler kaybettiğimizi bilemeden öylece yaşayıp gideriz. Hiçbir zaman tamamını anlayamayacağız zaten. Tamamını kimse anlayamamıştır. Bize acı da verse, neşe de verse hakikatin tümünü, tamamını hiçbir zaman anlayamayacağız.”

İlk kez varlığını ruhumun derinliğine salarak gözlerime uzun uzun baktı. Ben de o siyah ışıltıya bıraktım kendimi. Gözleri siyahtı. Zeytin siyahı. Bir anda bütün dünya karardı. Şimdi hep bu karanlık sürsün istiyorum. Ruhumda bir kamaşma ki sormayın. Derin bir nefes alıp vererek içini çekti, iç geçirdi.

“Ah” dedi “gerçekten ne çok acele ediyoruz.”

“Ve dünün acelesi bugünü hicrana dönüştürüyor, ağırlaştırıyor.”

“Ağırlaştırıyor değil mi?”

“Ağırlaştırıyor.”

“Taşıyamaz mıyız?”

Taşır mıyız?

Başka yolumuz mu var? Yaşasın hayat.

Karmakarışık duygular içinde uyandım.

Sessiz itirafı, gözlerinin ruhuma dolan siyah karanlığında bütün anıların geç yaşanmış taraflarına takıla, dokuna yitip gitti.. Aklımın, duygumun henüz sağlığını kaybetmediğini sandığım işleyişiyle kendimi bir sınırda tutmayı zar zor başarıyorum. Olanı bozmayı aklımın ucundan bile geçirmedim. Bunu göze alamadım. Korktum. Demek ki senin aşkın tutku düzeyinde değil diye geçirdim. Bu yüzden sen Wherder değilsin, olamazsın! Tutku sınır tanımaz, sen kendini sınırladığına göre âşık da değilsin şeklinde kışkırtıcı sözler yankımaya başladı içime, içimden. Kendimi mi bastırıp iç dehlizlerime kapattım, yoksa oradan can havliyle irkilerek yükseğe mi sıçradım bilmiyorum. Siren kayalıklarına kulağını tıkayan Odysseus gibi ne yapıp edip o seslere sağır kalmayı seçtim. Bu da ayrı bir yücelik olamaz mıydı? Bazen ne kadar karışık, ne kadar anlaşılmaz oluyoruz. Onun gözleri dipsiz karanlık kuyu. Her gece olduğu gibi bütün çabalarıma rağmen kendimi o kuyunun huzurlu karanlığına dalmaktan alamayarak uyuya kalırım.

*

Aradan neredeyse bir yıl geçmişti. Bir gün bir telefon geldi. Toplantı bitmiş miydi? Şaşkın bir heyecanla karşıladım. İş yoğunlukları sebebiyle arayamadıklarını söyledi. Müsait bir zamanda birlikte olma tekliflerini, hiç olmazsa onu görme isteğiyle ve memnuniyetle kabul ettim. Kafamda belli belirsiz görüntüleriyle soyut resmi andıran sevgili şimdi capcanlı varlığıyla karşıma çıkacaktı. Nasıldı acaba? Yüzünde, görüntüsünde fazla değişiklik var mıdır? Kafamdaki hayal net çizgilerle güncellenecekti. Geldiğinde üzerinde ne olabilirdi? Başörtüsü nasıl bağlanmıştı? Ya boncuk boncuk gözleri, gözbebekleri? Sağı solu düzenledim. Masanın üzerindeki kâğıtları, kitap ve dosyaları toparladım, ilgili çekmecelere, raflara yerleştirdim.

Kapı tıkırtısı ile kalbim kütürdedi.

“Selaaaam. Esselâmualeyküm,”

Nişanlısıyla birlikte girdiler.

“İbrahim” diye tanıştırdı.

Olağan bir dostluğun ifadesiymiş gibi “Neredesiniz Allah aşkına. Şükür kavuşturana” diye karşılamıştım.

Ezberlenmiş cümlelerdi bunlar. Gerçeğindeyse içim çelişik, karmaşık duyguların harmanında yorgundu. Masanın hemen önündeki koltuklara karşılıklı oturdular. Ben de yerime geçtim. Çay söyledim. Korktuğum gibi olmadı. Onsuz, sıkıntılarla geçen zaman, ruhumu teslim alan şiddetli heyecanları yatıştırmıştı. Kalbimin yatışmaz, uslanmaz atışları normale dönüyordu. En az bir yıl önce alıp içimde tuttuğum nefesi sanki şimdi verebilmiş gibi rahatladım.

Ohhhh!

İçimi kavuran ateşin şiddeti azaldı.

Fırtına yerini hafif, serin bir yaz esintisine bırakıyordu.

Derdimin dermanı yine sen oldun.

Meğer dermanım derdimde imiş!

Rengi biraz atmış uzun kollu bir penye tişörtün üzerine geçirip düğmelenmeden kot pantolonunun üzerine saldığı oduncu gömleği, kaç zamandır kendi haline bırakıldığından saçak saçak uzadığı izlenimi veren saçları ile orijinal bir tarz yaratmış İbrahim”in Gülay’a layık olmadığı düşüncemden o saniye vazgeçtim. O an muhakkak özlemlerimin gerçek hayatta yer bulamamasından kaynaklanan etkisiyle, gizli bir üzüntü geldi geçti. Gülay belli etmemeye çalıştığım düş kırıklığıyla beni şaşırtmıştı. Sanki bu kadın o ilk gördüğüm değildi. Hele içten, masum tebessümüyle özgeçmişteki fotoğraf hiç değildi. Fotoğraftaki kız ne çok büyümüş, ona benzeyen başka birine dönüşmüştü sanki. Dudağına pembe yavruağzı arası ruj sürmüştü. Yanaklarında hafif de olsa allığın sarıya kaçan mat parlaklığı. Kaşlarının eğimli kısmı biraz incelmiş miydi yoksa bana mı öyle geldi anlayamadım. Üzerindeki kabanı çıkardı. Spor keten pantolonu, baskılı tuniği uyumsuz görünmüyordu.

The fashion now is to dress comfortably!

Şu an karşımda oturan kişiyi Gülay’ın hayalimde sakladığım görüntüsüyle örtüştüremedim.

Hayır, bu değildi. Sevdiğim kız bu değildi. Peki, senin Gülay’ına ne oldu? Yaşanmış bütün hayalleri, yaşanmamış bütün gerçeklikleri ile yine kendi yerinde duruyor olmalı. Bu karmaşa içinde zaten hayal olan Gülay, tamamen kavrama dönüşüp kendi alemine doğru süzülüp ayrıştı, ayrışıp süzüldü; gerçeği ile bağını ilgisiz kılmanın müşahedesiyle bulanıklık duruldu. İçimde birbirine karışmış her şekil kendi yerini buldu. Normalleşmenin sıkıntısından tam sıyrılamadan,

“Sizi çok değişik gördüm.” diyebildim.

“Nasıl değişik?”

“Bilmem. Ne de olsa ilk imaj, ilk görünüş insanda daha fazla iz bırakıyor.”

“Öyle mi?” derken dudak kıvrımından nazik bir gülümseme belirdi.

“Bu kez de böyle.”

Bu kez de böyle!

Ayrılmaları sonrasında heyecanlarla, bekleyişlerle, hayıflanmalarla, pişmanlıklarla, sabırsızlıklarla dolu hatıralar, gayri ihtiyari ağır çekim bir film gibi sakin, durgun akmaya başladı. Akay’dan Konur sokağa döndüğümde her şeyi yeni baştan tartmaya başlamıştım. Tadında, kıvamında vazgeçilmiş bir yanılgının hafifliğini duya duya Konur’dan Yüksel’e oradan Kızılay’a indim. Şimdi usul usul Maltepe istikametine, bir yanılgıdan dönmenin mi yoksa bir yanılgıyı fark etmenin mi desem keyfini çıkara çıkara, Kalem Kitap Kafe’ye uğradım. Ne zamandır bu lezzette çay içmemiştim. Düne ait, dünden gelen ne varsa bir dalgalanma, bir titreme ile eridi, dağıldı, savruldu ve sanki yitti. Daha da ilginci dün var mıydı? Yoksa bütün bu olup bitenler, dizelere taşan, şiirlerden taşan bir şair muhayyilesinin mi kurgusu? Böyle olsa ne olur ki? Hayat, sırrına vakıf olamadığımız, bilemediğimiz için cazibesini yitirmeyen bir kurgu değil mi bir bakıma?

Paylaş

Bu Sayının Diğer Yazıları

“Hatıralardaki Erzurum” / Yusuf Kotan
Basiret Ehlinin ‘İbretli Bakış’ı [Nasihat-nâmeler]... / Ahmet Çapku
Hacı Bektâş-ı Veli’nin Seyr u Seferi / Kadir Özköse
Erik Dalına Tutunmak / Ayhan Sağmak
Mezarlık Yürüyüşü / Selim Suçeken
Tümünü Göster