Neredeyse iki yüz yıldan beridir İslam dünyası kendisine yönelen tehditleri bertaraf etmek ve ortaya çıkan sorunları çözebilmek için bir arayış içindedir. Bu noktada kimisi geçmişin şaşaalı dönemine sığınmakta, kimileri de geçmişi yok sayarak modernizmin hayal avcılığı vasıtasıyla devşirdiği aydın kılıklı madrabazların sihirli değneklerine tutunmaktadır. Oysa, ne geçmiş tekrar var olabilir, ne de bir şey yapmadan geleceğe ümitle bakılabilir. Bu husus zaman zaman, sık sık tekrar edilmesine, üzerinde durulan bir mesele olmasına rağmen, kitleler ümitsizliğe düştüğünde, çalışma azmini yitirdiklerinde, tıpkı Mehdi bekler gibi bir kurtarıcı arayışına girmektedirler. Bu kurtarıcı da ya geçmişin mahzenleri ya da geleceğin meçhul vadileri olmaktadır.
Geçmişin sadece geçmiş olduğuna, eskiyi tekrar var etmenin zor olduğuna, önemli olanın insanın yaşadığı zaman diliminde yapılabilecek olanı yapmaya gayret etmesi gerektiğine vurgu yapanların başında istiklâl şairimiz, büyük üstad Mehmet Akif Ersoy gelir. Osmanlı Devleti’nin yıkılma evresinde münevverler geçmiş gelecek üzerine derin tartışmalar yapmışlardır. Kimisi eski düzeni savunmuş, kimi de tarihi tecrübeyi bir kenara bırakarak geleceğin meçhulünü bir kurtarıcı gibi sunmuşlardır. Her iki bakış açısı da nakiseler içermektedir. Zira ne geçmişe takılıp kalarak hayatı sürdürebilmek, ne de geçmişi yok sayarak bir gelecek inşa edebilmek asla mümkün değildir. Birbirine zıt bu iki yaklaşım hayatın akışını olumsuz yönde etkilemiş ve her alanda toplumu tembelliğe itmiş ve yaşadığı anı unutturmuştur. Nasıl olsa atalarımız her şeyin çaresini bulmuşlar, onlara uymak yeterlidir ya da hiçbir şey yapmadan gelecekte her şey güzel olacak tarzı yaklaşımlar beyinleri dondurmuştur. Oysa önemli olan an’dı, anda yapılandı. Mehmet Akif bu fikri Ebû İshak el-Gazzî’nin bir şiirini manzum olarak Türkçeye çevirerek bu konudaki anlayışını çarpıcı bir şekilde dile getirmiştir. Ebû İshak el-Gazzî şiirinde şöyle demektedir:
ما مضى فات والمؤمل غيب
فلك الساعة التي أنت فيها
“Geçen zaman kaybolup gitti; umulansa hazır değildir.
Sen ancak içinde bulunduğun anın sahibisin.”
Akif Safahat’taki “Hasbihal” adlı şiirinde bu beyitlerin manzum tercümesini vererek geçmiş- gelecek arasında bir hasbihal yapar ve şöyle der:
Büyük bir şairin düstûr-i hikmettir şu ihtarı:
Velev duymuş da olsan yolsuz olmaz şimdi tekrârı:
“Geçen geçmiştir artık; ân-ı müstakbelse mübhemdir;
Hayatından nasibin: Bir şu geçmek isteyen demdir.”
Evet, mâziye ric’at eylemek bir kerre imkânsız;
Ümidin sonra istikbâl için sağlam mı? Pek cansız!
Bugünlük iş bugün lâzım yapılmak, yoksa ferdâya
Bırakmışsan… O ferdâlar olur peyveste ukbâya!
Benim on beş yıl evvelden kalan işler durur hâlâ;
Yarın bir başlayıp yapsam demiştim, bak, demin hatta!
Müsevvifler[1] için dünyada mahvolmak tabiidir.
Bu bir kanun-i fıtrattır ki yok te’vili: Katîdir.
Sakın ey nur-i dîdem, geçmesin beyhude eyyâmın;
Çalış halin müsaitken … Bilinmez çünkü encâmın.[2]
İnsanlar yaşadıkları hayat süresince bütün yapıp etmelerini aklın çizdiği sınırlar içinde yaparlar. Aklî ölçülere uyulmadığında hayatın seyrini sağlıklı ve sorunsuz bir şekilde sürdürmek imkansızdır. Denize atılan bir taş nasıl dibe batıyor ve bunu biz taşın ağırlığından dolayı olduğunu biliyorsak aynı şekilde dün farklı şartlarda farklı sorunlar için üretilmiş olan bilgilerin her ne kadar kimi faydaları olsa da bugün karşılaşılan bütün sorunları çözmesinin imkansıza yakın bir durum olduğunu da yine aklî ölçüler ışığında bilebiliriz. Tarihi süreçte atalarımız büyük mücadeleler sonucunda büyük başarılar elde etmişlerdir. Aynı şekilde ilim adamları da yaşadıkları çağda hayatın normal bir seyir içinde sürdürülebilmesi ve mutlu ve müreffeh bir yaşamın gerçekleşmesi için farklı bakış açıları ortaya koymuşlardır. Bu bakış açıları insanların hayatına yön vermiş ve Kur’an ve sünnetin ışığında bir yaşamın şekillenmesi mümkün olabilmiştir. Fikri çaba terkedilip taklit yaygın hale geldiğinde, esas alındığında zihinler donmakta, insanlar olanı akıl ile kavramak yerine düşünmeden ya geçmişi ya da başka kültürlerde üretilmiş olanı taklit etmeyi tercih etmektedirler. Bugün hemen hemen hayatın tüm alanlarında sosyal hayattan eğlenceye, tv programlarından yaşam tarzına bu taklidin yaygın olduğu bir sır değildir.
Bu bakış açısının temelinde Osmanlı modernleşme zihniyeti yatmaktadır.
1699 Karlofça antlaşmasına kadar Osmanlı Devleti çağının en büyük devletiydi ve dünya siyasetinde belirleyici bir konumdaydı. Karlofça antlaşmasıyla bu özelliğini kısmen yitirmiş oldu. Bu antlaşma Osmanlı tarihinin dönüm noktalarından biridir. Osmanlı Devleti 1697 yılında Zenta savaşını kaybedince Tuna kıyılarından geri çekilme ile sonuçlanacak Karlofça antlaşmasını imzalamak zorunda kaldı. Savaşlardaki yenilgiler devam edince Osmanlı devlet adamları da farklı bir arayışa girdiler. Yenilgilerin sebebinin eğitimdeki bozulma olduğu fikrinden hareketle önce askeri alanda yeni okullar açıldı. Özellikle II. Abdülhamit devrinde yeni okul açma faaliyetleri yaygınlaştı. Bir tarafta medreseler devam ederken diğer yanda mektepler açılarak eğitimde ikili bir sistem meydana gelmiş oldu. Bir süre sonra devlet bürokrasisi genellikle mekteplerden mezun olanlardan oluşmaya başladı. Böylece eski düzeni savunan medresede yetişenlerle, bir anlamda geçmişe mesafeli yaklaşan kimi zamanda onu küçümseyen mektepte yetişenler arasında ezeli bir rekabet başladı. Günümüzde karşılaşılan birçok sorunun temelinde bu rekabetin olduğu söylenebilir. Sultan II. Abdülhamit Osmanlı tarihinin en önemli hakanlarından biridir. Siyasette deha mertebesinde biri olarak kabul edilir. II. Abdülhamit ile ilgili birbirine zıt iki temel yaklaşım mevcuttur. Bir yanda Üstad Necip Fazıl’ın ifadesiyle o ulu bir hakandır. Diğer yaklaşım ise bunun tam tersidir, buna göre o kızıl bir sultandır. Bu tarz yaklaşımlar tarihi şahsiyetleri doğru bir şekilde değerlendirebilmeyi zorlaştırmaktadır. Bu anlamda Sultan II. Abdülhamit’in medreseleri ıslah etmek yerine kendi haline bırakması, mektepleri öne çıkarması, incelenmesi ve doğurduğu olumsuz sonuçların ortay konması gerekir. Sultan II. Abdülhamit belki de kendisi böyle bir sonucun doğacağını hesap edemeden, bu tercihiyle daima birbiriyle mücadele halinde olan iki ayrı zihniyetin doğmasına sebep olmuştur denebilir.
Maalesef son iki yüz yıldır tarihin karanlık vadilerinde yaşayan ve geleceğin meçhul labirentlerinde ümit yolcuğuna çıkan nesiller çağın getirdiği meseleler karşısında daima edilgen olma kaderini yaşamışlardır ve hala günümüzdeki nesiller de yaşamaktadırlar. Bunun sebebi de büyük çoğunlukla bu tutarsız yani geçmişi abartılı olarak yüceltme ve geleceğe gereğini yapmadan büyük umutlar besleme anlayışlardır. Bilinmelidir ki, kültürler ve medeniyetler kendi anlam dünyaları içinde ancak varlığını sürdürebilir ve gelişebilir. Başka kültürlerden alınan unsurlar ancak bir süre faydalı olur. Ancak bir süre sonra ödünç alınan unsurlar yaygınlaşır ve süreklilik arz ederse milli kimliğin yok olmasına sebep olurlar. Bu yüzden tarihi şartlarda ortaya çıkmış anlayışlar iyi analiz edilmeli, devlet adamları, düşünürler kendi şartları içinde değerlendirilmelidir. Kime ait olursa olsun hiçbir düşünce kendi bağlamından ve döneminden koparılarak genelleştirilmemelidir. Zira dünün şartlarında ortaya konmuş doğru bir düşünce günümüz şartlarında belki tam tersi bir anlam ifade etmektedir, edebilir. Bu gözden kaçırılmamalıdır. Bunun için hem tarihi şahsiyetler hem olaylar kendi şartları içinde değerlendirilmeli, şair ve düşünürlerin fikirleri iyi analiz edilerek eleştirilecek yönleri varsa bunlar gerekçeleriyle ortaya konulmalıdır. Mesela II. Meşrutiyet dönemi düşünürlerinde yaygın olan, Batı’nın ilmini alalım kültürünü almayalım anlayışı kendi içinde çelişen bir bakış açısıdır. Zira başka bir kültürden alınan her şey kendi içinde kültürünü de beraberinde getirmektedir. Bu noktada Üstad Mehmet Akif Ersoy’un şu şiirine eleştirel yaklaşabiliriz:
Bu cihetten, hani, hiç yılmasın, oğlum, gözünüz;
Sâde Garb’ın, yalınız ilmine dönsün yüzünüz.[3]
…..
Alınız ilmini Garb’ın, alınız sanatını
Veriniz, hem de mesainize son süratini
Çünkü kabil değil, artık yaşamak, bunlarsız;
Çünkü milliyeti yok sanatın, ilmin; yalnız.[4]
Mehmet Akif’in çağın ilmine önem verilmesi gerektiğini dile getirmek için söylediği bu mısralar dönemin şartları içinde değerlendirilmelidir. Başkaları üretir biz de alırız kolaycılığından kurtulunmalıdır. Müslümanlar tarihi süreç içerisinde insanlığın ihtiyacı olan her şeyi üretme başarısını göstermişlerdir. Dün yapabilmişlerse bugün de yine de yapabilirler. Bunun için çocukluktan itibaren çalışma azmi ve gayreti çocuklara eğitim süreçlerinde verilmelidir. İnsanın çalışma azmi oldukça bütün varlığıyla olayların üstesinden gelebileceğini hisseder. Yeter ki meçhul vadilerde macera aramasın.
[1] هلك المسوفون : “Bugünkü işlerini yarına bırakanlar helak olur.” hadis-i şerifine işaret edilmektedir.
[2][2] Mehmet Akif Ersoy, “Birinci Kitap”, Safahat, s. 130, T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, İstanbul 1987.
[3] Ersoy, “Asım”, Safahat, s. 407.
[4] Ersoy, “Süleymaniye Kürsüsünde”, Safahat, s. 172.