10090.
çek kenara dünya
inecek var
…
10091.
Amerikalı yazar Gloria Whelan, Oxbow Gölü ve millerce uzanan ormanla çevrili gösterişsiz, ahşap bir evde oturuyor. Onun, bir yazarın ihtiyaç duyabileceği her şeyin tam ortasında yaşamasının bir tesadüf olmadığını düşünüyorum. Genelde yazarlar, böyle bir yerde soluk alıp vermeyi hayal ederler çünkü. Tabii her yazarın hayallerine kavuşma sevincini yaşama fırsatını yakaladığını da söylemek mümkün değil. Whelan’ın kitaplarında karşılaştığım sadeliğin ve etik duruşun bu ortamdan beslemiş olabileceğini tahmin ediyorum. “Homeless Bird” bunun en güzel örneği. Onun, çocuk kitapları yazdığını söyleyenlerle karşılaşırsınız orada burada. Bana göre, her okuyucuyu kapsar onun kaleminin çekiciliği. Hangi yaşa gelmiş olursak olalım, bazı şeyleri deneyimleme şansımız olmamıştır. Ya da eksik yanlarımız kalmıştır tamamlamaya fırsat bulamadığımız. Hayat her şeyi tastamam yaşamamıza yetecek uzunlukta değildir çünkü. Bu yüzden, pek çok boşluğu doldurmamıza yardımcı olur Whelan gibi yazarların öyküyü işleyiş biçimi. Homeless Bird kitabından bir alıntı:“Koly, bir kocan olduğunda, sana söylediklerini yapmak zorunda kalacaksın. Şimdi yaptığın gibi oturup hayal kuramayacaksınız.” (s. 6)
10092.
Tanınmış bir Alman oyun yazarı ve tiyatro yönetmeniydi Berthold Brecht. Ama şaşırtıcı şiirler de yazdı. İlk şiirleri 16 yaşında yayımlandı ve hayatı boyunca yüzlerce şiir yazmaya devam etti. Şiirlerinde, halk türkü ve şarkılarından, Rimbaud ve Villon’un şiirlerinden etkilendi. 90lı yıllarda okuduğum ilk yabancı şairdir o. Onun kelimeleri beni şoke etmişti genç yaşımda. Bu yüzden, özel basım şiir kitabını dolabımın en arkasına gizlemiştim ara sıra çıkarıp okumak için. Yasaklı bir şey yapıyor gibi tedirgindim çünkü. Yıllar sonra, düşünceye vurulmaya çalışılan zincirlerin üretken olmayı kamçıladığını kabul etsem de, sevmedim sınırlandırılmayı. Oysa biliyorum, özgürlüğün özgünlüğü yok ettiğini. İşte Hasan Kutuyazıcı’nın çevirisiyle, özgün adı “1940” olan Berthold Brecht’in şiiri:
Küçük Oğlum Soruyor
Küçük oğlum soruyor bana: Matematik öğreneyim mi?
Şöyle cevaplamak geçiyor içimden: Ne diye!
İki parça ekmeğin tek parçadan fazla olduğunu
Okumadan da anlayabilirsin sen.
Küçük oğlum soruyor bana: Fransızca öğreneyim mi?
Şöyle cevaplamak geçiyor içimden: Ne diye!
Bu ülke çökmek üzere.
Sen karnını ovuştur elinle, biraz da inle
Onlar anlarlar derdini.
Küçük oğlum soruyor bana: Tarih öğreneyim mi?
Şöyle cevaplamak geçiyor içimden: Ne diye!
Başını toprağın altına sokmayı öğren
Böylece hayatta kalırsın belki.
Ve sonra: Evet öğren -diyorum- matematiği.
Öğren Fransızcayı, öğren tarihi!
10093.
“Bitmeyecek Öykü”nün bendeki yeri masal dünyasına düşkünlüğümden kaynaklanıyor. İlk okuduğumda, gözlerimin önündeki perdenin kalktığını fark ettim. Yazarken hiçbir engel ve sınırın olmadığını kanıtlayan bir eserdir o. Alman yazar Michael Ende, iki yılda yazmış Bitmeyecek Öykü’yü. Yazmayı bitirdiğinde de, iyi mi yoksa şimdiye kadar yazdığı en saçma şey mi olduğunu bilmediğini söylemiş çevresindekilere. Eşi, kitaba bir şans vermesini önerince, kitap yayınevinin yolunu tutmuş. Yine de, “Ya kimse okumazsa” endişesini içinden atamamış Ende. Oysa yazar, okuyucunun bir illüzyon dünyasına kaçmasına izin verir ve işte gerçekte budur okuyucuya cezbedici gelen. Hayatın çıkmazlarından bir yerlere sığınmak isteyen okuyucu, Bitmeyecek Öykü ile sınırsızlığın dünyasına adım atar. Bu yüzden belki de Michael Ende, “Dilemediğin şey senin için erişilmezdir” der. (s. 270)
10094.
Bir arayış romanı olan “Kaf Dağı’nın Ardında,” benim karşıma 90lı yıllarda, bir kütüphanenin zemin katında çıkmıştı. Ben de arıyordum çünkü. Emine Işınsu’yu, 5 Mayıs’ta kaybettiğimizi öğrenince, Kaf’ı bulmanın mümkün olmadığını nihayet anlamış olduğumu fark ettim. Doğu’nun doğusuna da gitmişliğim vardı çünkü. Çeşit çeşit gizemli dağlarla çevrili olan Doğu, bana Kaf Dağı’nın “ben” olduğunu göstermişti. İnsan “ben” dağını buldu diyelim, nasıl aşardı ki! İşte bu roman, yazarın benliğini arama yolculuğudur. Yahya Kemal gibi, bu dünyaya roman yazmak için gönderildiğine inanır Işınsu. Roman kahramanına da bu inancı verir. Bu yüzden bir “ben” romanıdır o. Üstelik “Yazacağına, yaşasan daha iyi değil mi?” (s. 14) diye sorar bir de!
10095.
Gök yırtılırcasına gürlediğinde kadın mırıldandı, “yine fıçılar devriliyor!”
10096.
Sanırım Paul Auster’ın New York Üçlemesi’nden bahsetme zamanı geldi: Cam Kent, Hayaletler, Kilitli Oda… İç içe geçmiş konular ve karakterler, incecik üç kitaba sığdırılmış. Ve okura da, okumak dışında ipuçlarını bulma görevi verilmiş. Polisiyeyi andıran aksiyonsuz kurgusuyla, belki her okura çok da cazip gelmeyecek bir tarzı var bu üçlemenin. “Her kitap, her okuyucuyu kavramalı” diye bir iddiam olmadığı için çok da sorun değil bu bence. “Hiç kimse bir başkasının sınırından içeri giremez, nedeni çok basit: hiç kimse kendisine ulaşamaz da ondan” diyor Auster bu üçlemede, bir de insanın en büyük çelişkisine işaret ediyor. Sıradan bir anlatımı olmayan seri, okurun nasıl ters köşeye yatırıldığının bir kanıtı. Not tutulan defterlerin böyle ön plana çıkarıldığı eserleri sevmemek, zaten benim için pek mümkün değil. Çünkü defterlerin olduğu yerde arayış vardır. İşte tokat gibi inen bir alıntı: “Yalanı geri alamazsın. Gerçek bile yeterli olmaz buna.” (s.183)
10097.
Aslen Hırvat olan, ama bir Sırp gibi yaşamayı tercih eden İvo Andriç, doğup büyüdüğü topraklar olan Bosna-Hersek’in yaklaşık dört yüzyıllık zaman dilimine yayılan kültürünün de tarihi bir resmini çizer Drina Köprüsü’nde. Aslında Bosna Üçlemesi’nin ikincisidir Drina Köprüsü ve bu eserle işte yazar, 1961 Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanır. Gösterişli bir başlangıcı ve sarsıcı bir sonu vardır eserin. Bu ikisi arasında Andriç, Osmanlı dünyasıyla okuru karşı karşıya getirir. Duygusal ve entelektüel bir maceraya atar aslında. Sonra da kitabı bitirdiğinizde, kalkıp Vişegrad’a gitmek için önü alınamaz bir istek duyarsınız benim gibi. Gidip görmek istersiniz, dünyayı insana “memleket” diye verene inat, insanların neden toprak için birbirine kıydığını. Eserden bir alıntı: “Hayat anlaşılmaz bir mucizedir, boyuna harcanır, erir, buna rağmen yine dayanır, sürüp gider. Tıpkı Drina’nın üstündeki köprü gibi.”(s. 87)
10098.
Türk Dil Kurumu tarafından dilimize eklenen bazı yeni kelimeler:
- terörist – yıldırıcı
- first lady – başbayan
- jülyen – şerit doğrama
10099.
1961 Paris Katliamı: Bu katliamın hâlâ bir adı yok. Ekim 1961’de, Paris polis müdürü Maurice Papon, şehirdeki her Cezayirli Müslümanı fiilen ev hapsine aldı. Charles de Gaulle yönetiminden güç alan Papon, bir dizi Müslüman karşıtı ferman yayınlamayı kendisine görev edindi. Cezayirli Müslümanlara, terör şüphesiyle tutuklanmamaları için grup halinde görünmemeleri gerektiğini söyledi. Geceleri sokaklardan uzak durmalarını emretti. Eğer araba kullanırlarsa rastgele durdurulabilir, tutuklanabilir ve arabalarına el konabilirdi. Bu emirlerin hiçbir yasal dayanağı olmamasına rağmen, güvenlik güçleri, Papon’un emirlerini kanun kabul ederek karşılaştıkları tüm kahverengi tenli insanları dövdüler, kurşunladılar, ağaçlara astılar ve kablolarla boğdular. Onları Seine nehrine atıp boğulmalarını izlediler. Toplamda yaklaşık üç milyon Cezayirli öldürüldü. Dünya tarihi, benzer korkunç sahnelerle dolu ne yazık ki! Çağdaş Fransız tarihinin bu en tartışmalı bölümlerinden biri hakkındaki gerçeği yazmak için, daha önce ortaya çıkarılmamış kaynakları kullanan Jim House ve Neil MacMaster, “Paris 1961”i 2006 yılında yayımladıklarında, takdire değer bir iş çıkardıklarını kanıtlamış oldular. Bir Cezayirli olan Albert Camu’nün sözünü dinlediklerini söylemek yanlış olmayacak: “Her zaman çok ileri git, çünkü gerçeği bulacağın yer orası.” O, bu katliamı görseydi, kaleminden kan dökülürdü belki.
10100.
Nazan Bekiroğlu’nun kalemini “Nun Masalları” ile sevdiğimi söylemeliyim. Eski ile yeninin bir araya getirilmesidir belki de beni cezbeden. Yarım kalan hikâyesini tamamlamak isteyen anlatıcı bir çıkmaza girer eserde. Hayatın çıkmazlara bizi sürüklemeyi sevdiğini hepimiz biliriz. Bu çıkmazlardan nasıl kurtulacağımızı sınamak ister çünkü hayat. Bir sonraki aşamada karşılaşacaklarımıza hazırlıktır hepsi de. Bilinmeyene yürümektir insanı motive eden, merak duygusunun baskın gelmesidir ya da. Bekiroğlu, Osmanlı dönemindeki edebiyatın atmosferini modern zamanda
deneyimler ve yeni bir amaçla kullanır. “Hattat, biliyorsun değil mi, gözyaşından daha fazla hiçbir şey temizleyici ve arıtıcı değildir.” (s. 41) Bir de içsel bir yolculuğa çıkınca okur anlatıcıyla birlikte, bütünlük tamamlanmış olur: “Ne ben aynı ben’im ne sen aynı sen’sin. Üstelik sen ve ben, ben ve sen de değiliz.” (s. 29)
10101.
aynı dili konuşmuyoruz
ama anlaşıyoruz