Şüphelerinize şerh düşmemeniz için miş’li geçmiş vakitlerden bir zaman armağan ediyorum size; eleştirinize ışık olsun. Yanınıza, ülkemizin herhangi bir köşesinden bir zeytin ağacının gölgesini bırakıyorum. Gözleriniz fellik fellik ücra mekânlarda dolanmasın. Ve hemen yaka ucunuza, aramızda gezinip duran saçları kıvır kıvır bir erkek çocuğunun rozetini iğneliyorum…
Şimdi gözlerinizi kapatıp arkanıza yaslanıp beni dinleyebilirsiniz. Çünkü bizim çocuklarımızdan sadece birini anlatacağım size. Ekonomik sıkıntıların insanları dar hanesinde esir almasını…Ekmeğin, zeytinin, şekerin karne ile verildiği yılları…Üstelik hastalık illetinin kara bulutlar gibi kol gezdiği, evlerde misafir olduğu yılları anlatacağım.
Çocuk daha doğmadan ya da kundaklara sarılıyken babasıölmüştür. Belkide baba, vatan hizmetinde şehit düşmüştür. Çocuk hiç bir şeyin farkında değildir fakat babanın gülümsemesine karşılık veremeden, kokusunu içine çekemeden ve kanından canından bu kokuyu diğer kokulardan ayırt edemeden annesinin kucağında ebediyen karanlığa mahkûmdur.
Yaşı çocuk, ruhu çocuk…Oysa üzerinde annesinin diktiği yerli malı entariyle mahalle arasında“yumulmaç” “seksek”ya da“esir almaca” oynarken hayata dair neler ummuştur.
Babasını, iş dönüşü yoldan karşılayacak, eve kucakta dönecektir. Başka bir akşam mini minnacık parmaklarıyla tutup nasırlı ellerinden mahalle bakkalı Demirci Mehmet’e götürecek ve kese kâğıdına doldurulan renk renk şekerli leblebileri, Konya işi ala şekerleri sarıp sarmalayacaktır. Yıllar ardı ardına rengârenk şekerli leblebiler tadında geçecektir. Mutlu, huzurlu, sağlıklı…
Siz, babasız büyümeyi bilir misiniz? Babasızlığı yetimlerden dinlediniz mi hiç? Gündelik telâşeler onun yokluğunu hissettirmez; işler güçler eksikliğini kapatır zannedersiniz. Mutfağınızın, oturma odanızın, salonunuzun ihtiyaçlarını temin eder; marka marka irili ufaklı eşyaları beğenerek satın alırsınız da olmayan babanızın yerine vitrinden sıfır model bir baba koyabilir misiniz? Tüm babaları allayıp pullayıp önünüzde seyran ettirsek içinden beğendiğinizi kendi babanız sayabilir misiniz?
Gün akşam olunca karanlık dolar odalara. Zeytin ağacının gölgesindeki entarili çocuğun evinde, gaz yağına batırılmış fitil tutuşur. Odadaki loş ışık duvarları karartır. Bulgur pilavı ve marul salatası, sacda pişmiş bazlama eşliğinde yer sofrasındaki yerini almıştır. Lakin odanın başköşesi, sofranın ağır misafiri eksiktir. Annenin sol yanı yarım; evin nabzı susmuş, çocuğun ruhu kör topaldır.
-Anne, babam…
– …
Sayısız defalar aynı sorular sorulmuş, aynı cevaplar verilmiştir. Nefesler tutulmuş, nefesler yutulmuştur. Sessiz kalınmış, gözler kaçırılmıştır. Aynı sorular sayısız defalar cevapsız bırakılmıştır.
-Anne, babam…
-Yemeğini ye yavrucuğum, habire yüreğimi dağlama, baban gelmeyecek.
Bunu anlamıştır çoktan, gelmeyeceğini bilir ama çocuk yüreği ve dimağı kabullenmez, ısıtır ısıtırbir daha sorar.
Yaşı beştir, yani toplasan çıkarsan ana sınıfı çocuğudur. Derken annesi de ölüverir günün birinde. Sebebi meçhuldür. Bu bir rüzgâr, bu bir tufandır. Dünya sahnesinden elini ayağını sanki isteyerek çekmiştir. Baba diyemeden babasını, anne lafzının tadı damağındayken annesini kaybeder. Ama kokusu hep içinde, hayali hep havsalasında, bu ebedi tabloyu asla unutamaz.
İkinci dünya savaşı yıllarıdır. Hayat pahalı, ekonomik sıkıntı ülkenin ensesindedir. Dayısının sekiz çocuğunun arasına karışır ama gözlerinin buğusuna beş yaşından sonra insan eli değmeden büyür.
Dayın var mı tabiri o günlerden mirastır. İnsanın bu dünyada hiç kimsesi kalmasa da mutlaka bir dayısı olmalıdır. Onlar yeğenlerini ortada bırakmazlar. Bu görev, dayıların alnına kalu belada yazılmıştır.
Bir gün aniden bu da nereden çıktı diyeceğimiz bir soru sorarlar:
– Efendi, baban nasıl biriydi, hatırlar mısın?
Evet, bu soru sana… Efendi… Söz senin. İki dudağını birbirine doğru çek ve içe doğru sık. Gözlerini yumarak ve başını iki yana sallayarak sorandan kaçır, derinden bir nefes al ve yutkun. Söze hacet kalmaz. Nitekim tüm insanlık bunu anlayabilir. Anlarlar anlamasına ama iş inada binmiştir. İlla konuşturacaklardır.
-Peki ya annen?
Hadi bakalım …
İşte burada durun. Edeceğim bir iki kelam var elbet. Sordunuz söyleyeceğim belki çoğaltamam ama anlatmam lazım. Çünkü hatırlıyorum.Çocuk da olsam aklım o kadarına yetiyor. Aylardan aralık. Annem, ölmüştü. Yaşı ancak yirmi üçtü. Sahipsizlik, yalnızlık, bakımsızlık ve tüm korkularıyla koca dünyanın yükü altında göçüp gitmişti. İki odalı taş ev bu kez iliklerine kadar üşüdü. Cenazesinde bir avuç insan yoktu. Annemi omuzlarına aldılar. Zeytinlerin ıslak köklerine emanet edip geldiler. Aralık ayıydı. Sığırcıklar çığlık çığlıktı. Ben öylece duruyordum. Ağlamıyordum. Etrafımdaki teyzelere amcalara bakıyordum. Kimleri tanıyordum? Abdurrahman dedem ve Elif nenem… Baba mı sordunuz ya, babamın nerede olduğunu çok sonra öğrendim. Askerde bir talim esnasında şehit düşmüş, Mezarı Sarıkamış’taymış. İşte annemin cenazesinde baba tarafım yoktu. O taraftan hiç kimseye aşina değildim. Çünkü beni kabullenmemişler, babamın hatırası olarak yad etmemişler.
O zamanlar, uzun uzun yas tutmak âdetten değildi. Herkesin işi gücü vardı. Birkişi dünya değiştirdi mi dünya ancak birkaç saatliğine dururdu. Günün sonunda mahalle sakinleri evlerine dağıldı. Ben Hamit amcanın kucağında sokağı döndüm. Önce yetim sonra öksüz bir çocuk olarak dayıma bırakıldım. Dedem, nenem, yengem ve sekiz çocuğun ardından nüfusa bir de ben eklendim. Annem ve o an için anımsayabildiğim her şey o taş evle birlikte mazimde kaldı.
Bizim çocuklarımız hep sessiz ağlar. Kimselere göstermez ağladığını. Ağlamanın, hele el gün içinde içli içli ağlamanın utanılacak bir şey olduğunu zanneder. Kimse onlara el âlemin içinde ağlayabileceğini söylememiş, kendileri de keşfetmemiştir. Gözlerinden anlarsınız dolup dolup taştıklarını. Kirpikleri ıslanır. Ama yanaklarına süzülmez. Gözyaşları duracağı ve sığınacağı limanı iyi bilir. Bizim çocuklarımızın gücü kendini tutmaya yeter. Çünkü beş yaşında öğrenmiştir hayata direnmeyi.
Zaman, zamanın merhemidir. Güneş çok hızlı doğup batar. Mevsimler, ağaç gölgeliğinde verilen bir molanın hükmü gibidir ve çocuk, mevsimleri dayısının yanında karşılar. Bir yandan kıvrana kıvrana acı çekerken diğer yandan çatlamadan sabır taşı olur. Okul yüzü görmemiştir. Öyle ya, bin dokuz yüzün kırk beşinde -annesiz babasız- üstelik dayısının onca nüfusunun arasında tutunmaya çalışırken bir de okula gideyim de okumayı belleyeyim diyememiştir. Bu, bizim çocuklarımız için lükstür. Hamallık, dağlardan taş kesmek, gündelik çapaya gitmek… Bizim çocuklarımızın, tam da bu yaşlarda “cendere”, “çember”, “çark” terimlerinin ezberindedir.
Fakat merdiven içine çekmiştir. Çocuk, er geç büyür hatta keşik sırasında Nurdane teyzesinde görülür. Anne yarısı şefkatli kollarını üstüne germiştir. Sığınılacak bir çatı daha kurulmuştur. Ama tembih kulaktan içredir.
–Aklından çıkarma onun da çocukları var.
İstim üstünde bir ömür. Adımlar iğreti. Kalbi duygular pamuk ipliğine bağlı; koptu kopar.
Baban kimdi? Elde var anlatılar. Ya annen kim ? Hayal meyal hatıralar. Kardeş? Ezelden yazılmamış. Fotoğrafı çekilecek çekirdek aile nerededir? Gerçek dünyanın eşiğinde ardını beklemektedir.
Yunus Amca şehrin diğer ucundadır. Sümer amca kendini okumaya adamıştır. Baba ocağının kadim bekçisi Tufan Amca görevini dört dörtlük ifa etmektedir. Karar aşamasında, dikkatle uzaktan izler. Araya hatırlı kişiler girdi girer. Nihayet insaf tecelli eder. Çocuk, dayı teyze arasında mekik dokurken seslenir.
-Ne o yeğen oğlan nereye böyle?
Yeğen oğlan hazırdır. Gün barışma, kucaklaşma günüdür. Babadan miras eksik taraf, yarım tarafı tamamlayacaktır; öyle inanır. Mecburen kabullenişi sevgiyle açılan kucak zannedip mutluluk duyar. Altı odunluk evin sofasındadır. Cebren de olsa ailedendir.
-Öp bakalım elimi.
Tufan amcanın ve Gülten yengenin elini öper. Amcası yaka cebine kırmızı onluğu iliştirerek kaybolan yılların hesabını kapatır.
-Lazım olur, yanında bulunsun yeğen oğlan.
-Sağ ol amca.
Çocuklar umudumuz, gülen yüzümüz, yarınlarımız. Sesimiz soluğumuz…Bazen ihmalimiz, bazen aşırı ilgimiz. Unutup unutup hatırladığımız… Önceki gün babamız, dün kendimiz, bugün yavrumuz. Ve dahi bil cümlemiz…
Ben çocuğun anne-babası değildim. Dalgalı saçlarını okşadım; çakır gözlerinin içine baktım.Yüreğini okudum. Kalbini fethettim.
Dünyayı bir çocuğun penceresinden seyretmeye taliptim.