Kalb-i Musa

Sırtını dağlara yaslamış bir şehrin tam kalbinde, yeşil bir kubbe gibi üstümüzü saran dalların eteğinde, Buna Nehri’nin o azgın sularının hemen önünde, şeyhim Sarı Saltuk, tekkem Blagay, yolum haktı.  Ardımda dağlar, önümde dağlar, içimde dağlar vardı. Şeyhimelindeki baltayla kırıp un ufak etmek istiyordu beni saran dağları.Sonra nefsim yükseklerden inen bir kartal gibi koca kanatlarını açıyor, şeyhimin baltasını elinden alıyordu.

Bütün annesiz çocukları Musa bildim. Kendi adımı verdim hepsine. Bütün Musaları kardeş bildim. Bir sarmaşık gibi dolanıp giden kaderimin dalıydı, yaprağıydı her biri.  Kalbimin bildiği lakin nefsimin görmediği bütün sırlarımı dala, yaprağa verdim. Zaman, şu nehrin sularında yerinde durmayan bir balık gibi her yöne akmakta idi. Balık uçsuz bucaksız, zaman uçsuz bucaksız, ruh dalga dalgaydı.

Bir gün Musaların en küçüğü geldi tekkeye. Pek çelimsizdi. Babasının elini sıkıca tutmuş, yavru bir ceylan gibi tir tir titriyordu. Başında solmuş sarığı, ayağında yırtık çarığı, günlerce, aylarca kâh atın sırtında, kâh yayan yol almaktan iyice kurumuş küçük bedeni, bir ok gibi kara, kalın kirpikleri; sarmaşık gibi kıvrılıp giden, yanaklarına düşen, kulaklarını kapatan kara saçları, nunun noktası gibi kalmış minik burnu,iri yeşil gözleri, korku dolu bakışları vardı. Babası kamburu çıkmış yaşlıca bir adamdı. Tane tane konuşuyor, arada susuyor, yutkunuyor, sonra devam ediyordu.

“Şeyh hazretleri” diyordu. “Bu yavrucuk, evlatlarımın en küçüğüdür. Anneleri terk-i diyar edince yavrumundili lâl kesildi. Gözünün feri söndü, gönlü kuru bir dal gibi kaldı.Nereye götürdüysem kâretmedi.Sonra siz çıktınız rüyalarıma. ‘Musa’nın döşeği bizdedir.’ dediniz. Evvel kulak asmadım lakin şeyhim, rüyalar bırakmadı peşimi.”

Şeyhim ‘rüyadan da Musa’dan da haberim var.’ der gibi bakıyordu. Eliyle Musa’ya ‘gel’ işareti yapıp çocuğu dizinin dibine oturttu. Kulağına bir şeyler fısıldadı. Bir andaçocuk Musa’nın yüzü canlanıverdi, feri sönmüş gözlerine nur geldi.Konuşmadı ya, şeyhime sıcacık gülümsedi.

Bizimle hiç konuşmayan çocuk Musa, nasıl oluyorduda şeyhimin yüzünde güller açtırıyordu. Vakitli vakitsiz şeyhimin huzuruna varır, onun hemen yanına ilişiverir; canı ne zaman isterse o zaman kalkardı. Akşam namazı sonrası zikir vaktinde evvelce benim oturduğum yerde şimdi çocuk Musa oturuyor; bense yerimi de Şeyhimi de bu küçücük çocuğa kaptırmanın acısıyla kahroluyordum. Ben değil miydim bu tekkeye ömrümü veren? Şimdi küçük bir çocuk çıkmış, her şeyimi elimden alıyordu.Çocuk Musa’yakarşı çok tuhaf hislerle dopdoluydum. Sankikalbim bir sır saklıyordu içimde, nefsim o sırla bıçak gibi kesiyordu kalbimi. Sanki çocuk Musa, ruhumda cıvıl cıvıl bahar olmak istiyordu; nefsimsedeli bir fırtınanın ortasına atıyordu onu.Çocuğu hem seviyor hem de ondan nefret ediyordum. Sonunda nefretim sevgime galip geldi; zehirli bir sarmaşık gibi dört bir yanımı ele geçirdi.

Musa içimde su olmuş akıyor, ateş olmuş yakıyordu. Ne zaman şeyhimin yanına varacak, bir sual edecek olsam yanı başımda ansızın çocuk Musa beliriverirdi. Bir bakardım nehrin kenarında, bir bakardım şeyhimin huzurunda… Hangizamandaşeyhimin önüne bir kuş gibi konuveriyor bilemezdim.Bazen uçardı zaman, bazen konardı. Bazen de nazlı nazlı gezinirdi bir nehrin üzerinde. Zaman bırakıp giden miydi, sal olup tutan mı? Yoksa buz gibi suların eteğinde yakıp kavuran mı? Şu bizim Musa gibiydi zaman dediğin. Gördüğünü sanırdın, duyduğunu sanırdın, bildiğini sanırdın da ellerini uzatıp dokunamazdın.

Tekkenin önünden akıp giden nehir ruhumuz gibi bazen kabarıp coşuyor, bazen kanatlarını kapatıp susuyordu. Bir değirmen kurmuştuk nehrin üstüne. O değirmen ki, yoruldum demez günler ve geceler boyuhiç durmadan dönerdi.Değirmen suyu dize getiriyor ya, ben şu hırçın gönlüme söz geçiremiyordum. Ne zaman çocuk Musa nehrin kıyısındaki bir kayanın üstüne çıkıp nehri seyre koyulsa, ardından usulca yaklaşıp onu hızla nehre itmeyi arzu ederdim. İşte o vakitlerde hatırıma Yusuf’u kuyuya atan kardeşleri gelirdi. Ellerinde kanlı gömlek, hayallerinde Yakup vardı.

Şeyhim sabah namazı sonrası Hz. Musa’nın kıssasını anlatmaya koyuldu. “Onu emzir. Başına bir şey gelmesinden endişe ettiğinde onu nehre bırak. Korkup kaygılanma. Biz onu sana geri döndüreceğiz ve onu peygamberlerden biri yapacağız.” Şeyhimin dilinde Musa su olmuş akıyordu. Firavun küfrün pençesine takılmış azgınlık yapıyordu.Hani o kutsal Tuva’da, uzakta yanan bir ateş görmüştü de ateşe doğru yürümüştü. Musa kâh elindeki asasını yere atıyor, kâh göğsünden bembeyaz bir el çıkarıyordu. Sihirbazların yaptığı bütün sihirleri yalayıp yutuyordu Musa’nın asası. Denizde kupkuru bir yol açıyordu. Kelimelerin kalbine indirilen hikmet Musa’nın da kalbine iniyordu.

Musa iki denizin birleştiği yerde balığı kaybediyor, tam da aynı yerde “Ey Musa, sen benimle beraberliğe sabredemezsin.”diyen Hızır’ı buluyordu.Gemi delindiğinde, çocuk öldürüldüğünde, yıkık duvar örüldüğünde Musa sözünü unutuyor, sabredemiyor;derken Hızır bir bir anlatıyordu hakikati. “Ben bunları kendiliğimden yapmadım.” diyordu. Gördüğümüzün, duyduğumuzun, dokunduğumuzun ötesindeydi hakikat. Hakikat, eşyanın iç yüzüne bir keşifti.

Şeyhim dupduru bir su gibi ayan beyan anlatırken her şeyi tekkenin içine sabah rüzgârı doluyor, o rüzgâr bir şarkıyı fısıldar gibi yumuşacık sesler çıkararak tek tek söylüyordu hakikati. Hakikat zaten tek değil miydi?

“Beni sabredenlerden bulacaksın.” diyen Musa gibi sözümü unuttum. Kör oldu bakışlarım gözlerimden sabrı çekince. Yine çocuk Musa çıktı karşıma.Hırsım bir küheylan olmuş dolu dizgin koşarkenşeyhimin sesini duydum:

“Ey Musa! Kendinle savaşı bitir. Hadi barış artık içindeki çocukla. Kendi kazdığın kuyudan kurtar kendini. Çocuk Musa’yı da sev, kendini de. Zaman kumaş mıdır ki kesip biçesin. Zamanı su gibi kaynağından akıp gider sanırsın. Oysa zaman kaynağına akan bir nehirdir ey Musa! İçinde uçsuz bucaksız bir sema. Uçmayı bıraktın, ha bire kanatlarını kırarsın.  Zaman,Aşktır ey Musa! Zaman geçmez, gitmez ve bitmez. Çocuk da sensin, Musa da sen.“

Şeyhim bir sır mı vermişti yoksa bütün sırlar gibi o da ayan beyan ortadaydı da ben mi göremedim.

ÇocukMusa, yine bir kayanın üstüne oturmuş nehrin sularınındöndürdüğü değirmene bakıp duruyordu. Usulca çocuğun ardına vardım. Titreyen ellerimle sırtına dokundum.  Tam o anda beyaz bir güvercin gelip çocuğun omuzlarına kondu. Gözlerimi alan bir ışık sardı ortalığı. Şeyhimin ‘kör eden ışık’ dediği yoksa bu muydu? Bu körlük gözlerimin mi yoksa kalbimin mi ayıbıydı bilemedim. Hiçbir şey göremiyor lakin güvercinin benden gittikçe uzaklaşan kanat seslerini duyabiliyordum. Az bir zaman sonra ışık sönüp gözlerim ayan beyan görmeyebaşlayıncakayanın üstünde ne çocuk kaldı ne de güvercin.

Şeyhim tekkenin nehre bakan penceresinden beni seyrediyordu. Dudaklarında mırıldandığı cümleler kalbime doldu.

“Ne yaparsın ahmak Musa, o çocuk senden gayrısı değildi.”

Paylaş

Bu Sayının Diğer Yazıları

Yol Oldur Ki Doğru Vara / Şeref Akbaba
Aforizmalar / Naz
Hanende Melek’in Hüseyin Avni’si / Mustafa Uğurlu
Çakır Gözlü Çocuklar / Müjdat Er
Yol Telaşı / Emrah Bilge Merdivan
Tümünü Göster